Tüm Çekincelerinizi Bir Kenara Bırakın! İRAN GEZİ YAZISI: Abyaneh Köyü/Kaşan

Bugün İsfahan’dan Tahran’a doğru uzun bir yolculuğumuz olacak. Tahran’da 2 geceleme ve gezilerimiz sonrasında da İran gezimiz tamamlanacak. Sayılı günler çabuk geçiyor.

İsfahan’dan 180 km kadar yol yaparak önce Abyaneh Köyü denen bir yere uğrayacağız. Abyaneh, İran’ın en ilginç ve en fazla turist çeken yerlerinden bir tanesi. “Neden ?”diye sorarsanız, Abyaneh Köyü özgün kültürünü koruması ve kendine has mimariye sahip olması nedeni ile bolca turist çekiyor.

7. yüzyılda Araplar, Pers ülkesini ele geçirdiklerinde bir kısım Zerdüşt halk çevre dağlara ve çöllere kaçıp kendi köylerini kurmuşlar. İşte Kaşan’ın 80 km güneydoğusundaki Karkas Dağlarının eteklerinde yer alan bir vadide varlığını sürdüren bu köyün ismi Abyaneh. Köye vardığınızda özellikle büyük araçların köyün içine park etmesine müsaade edilmiyor. İranlılar tatil günlerinde gezmeyi gerçekten çok seviyorlar. Bizim Abyaneh ve Fin Bahçesi gezimiz cuma gününe denk geldi. Hem bu köyü ve hem de bahçeyi çok kalabalıkla gezmek zorunda kaldık. Daha sakin bir günde çok daha keyif alabilirdik.

Abyaneh Köyü halkı binlerce yıldır farklı hanedan ve krallıkların değişen kurallarına maruz kalmalarına rağmen kültürel miraslarını, geleneklerini ve benzersiz güzelliklerini muhafaza etmeyi başarmışlar. Bu köy adeta canlı bir müze gibi. Abyaneh adı “söğütlük” anlamına gelen “Viona” kelimesinden türetilmiş.

Araç park edilen yerle, köy arasında epey mesafe var. Yokuş aşağı inmesi kolaydı ama yokuş yukarı, bir de sıcağa kalmışsanız zorlanacaksınız. Yokuşun başında, toprak altında olan daracık bir girişe sahip mağara gibi yapılar gördüğünüzde garip bir yere geldiğinizi anlıyorsunuz. Bunlar aslında yer darlığı nedeniyle kendi evleri dışında ve uzağında köy sakinlerinin kışlık depo olarak kullandıkları yerler. Köyün başındaki evler daha yeni olanlar. Sonra genişçe bir köy meydanına geliyorsunuz. Burada üzerinde büyük çaydanlıklar bulunan sobalar tütüyor.

Bu bölümden itibaren de esas görmeniz gereken köy başlıyor. Bu köyün 1500 yıllık bir tarihi olduğu yazılıyor. Ev sayısı ise 500 civarında. Yakınlarda çıkartılan demir oksit mineralinden zengin toprak , kerpiç evlere kırmızı rengini veriyor. Ahşap kanatlardan yapılmış pencereler, daracık sokaklara bakan veranda ve teraslar dağın eteklerinden başlayıp daha yukarılara doğru uzanıyor. Bu köy halkı evlerini yabancılara satmazlarmış. Sokağın ortasından su akması için küçük bir kanal yapılmış. Evlerin kapı tokmakları, İran’da çoğu ahşap kapıda olduğu gibi kadın ve erkekler için farklı.

Abyaneh Köyünde 300 kadar yaşayan varmış. Bu insanların geçim kaynağı geleneksel yöntemlerle yapılan tarım, bahçecilik ve hayvancılık. Kadınların çoğu ekonomik işlerde erkeklerle birlikte çalışıyorlar. Normal bir günde geleneksel giysileri ile, bizim o gün gördüğümüz kadar çok köy halkını görmezmişiz. Ama köy özgün olunca hafta sonları ve tatil zamanlarında iç turizm çok hareketli ve köyün ziyaretçisi de çok oluyormuş. Haliyle de yerel ürünlerini, dokumalarını ve yiyeceklerini satmak için daha çok insan ortalıkta görünüyor.

Geleneksel olarak erkekler keçe şapka takıp, “Ghaba” adında uzun bir giysi, şalvar gibi bol pamuklu pantolon ve “Giveh” olarak adlandırılan özel yapım bir çift ayakkabı giyerlermiş. Kadınlar ise saçlarını ve omuzlarını tamamen kapatan uzun çiçek desenli, beyaz bir eşarbın altına renkli elbiselerle birlikte özel bir çift pantolon giyiyorlar. Bu renkli çiçek desenli başörtülerle dolaşan köylü kadınların görünümü, İran’ın herhangi bir köyünde giyilen tipik düz siyah örtünmeyle zıt. Bu köyün halkı Orta Pehlevice lehçesi ile konuşuyorlar.

Köyün 11 camisi arasından en eskisi, Selçuklular zamanından kalma Cuma Camisi. Kapısında cami yazmasa, cami olduğunu anlamanız mümkün değil. Bu köyün daracık sokakları arasında gezip kaybolmalısınız. Biz de öyle yaptık zaten.

Abyaneh Köyü’nden 80 km sonra Kaşan’a varacaksınız. Burada iki önemli yer ziyaretimiz olacak. Bunlardan bir tanesi Tabatabayi Tarihi Evi ve bir diğeri ise Fin Bahçesi.

Kaşan, İsfahan Eyaleti’nin bir şehri. Çok eski zamanlardan beri yerleşim yeri olmuş bir kent. Selçuklular zamanında Kaşan’a kale yapılmış. Şehir çanak, çömlek, çini ve halısı ile meşhur. Kaşan her daim devlet büyükleri için sayfiye yeri olmuş. Fin Bahçeleri, Şah Abbas için yapılmış. Bu şehirde Kaçar Döneminden de güzel evler var. İşte gezeceğimiz Tabatabayi Evi bu özel evlerden bir tanesi. Ameri Evi, Borujerdi Evi sadece Kaşan’ın değil, İran’ın önde gelen tarihi evleri arasında sayılıyorlar.

Tabatabayi Evi , İran’ın Kaşan kentinde tarihi bir ev müzesi . 1880’li yıllar civarında, Kaçar Hanedanlığı döneminde, varlıklı Tabatabayi ailesi için inşa edilmiş. Aslında bu evi gezerken şahidi olduğunuz olay, Kaşan’lı zengin ailelerin yaşam tarzı. Evi karısı için yaptıran Seyed Jafar Tabatabaei bir halı tüccarı. Evin mimarı, dönemin en ünlüsü Ustad Ali Maryam.

Ev beş dönüm arazi içine yapılmış. Dört avlulu evin bir bölümü dışarıdan gelenlerle temas edilen kısım, diğer bölüm ise ev halkına ayrılmış özel bölüm. 40 odası, 3 adet badgiri ve su taşıyan kanat sistemi mevcut. Ev içindeki şatafat hayret veren boyutlarda. Evin dış cephesi alçı süslemelere, çok güzel teraslara sahip. Kapılar ve pencereler oyma ahşaplarla dekore edilmiş. Evin içinde renkli mozaik pencereler var. Tüccarın karısının adı Homa olunca, adam eve dekorasyon olarak efsanevi kuş, Homa sfenksi yaptıracak kadar işi abartmış.

Daha Tahran’a kadar uzun yolumuz olunca civardaki Borujerdi Evi, Abbasi Evi, Ameri Evi , Sultan Amir Ahmed Hamamı, Ağa Bozorg Cami ve Kaşan Çarşısı gibi Kaşan’ın yürüme mesafesi içinde gezilecek yerlerine uğrayamadık. Ancak türbenin ve hamamın foto

Bunun yerine gezimiz için otobüse doluştuk. Tatil günü olunca Fin Bahçelerine araçla ulaşmak bile mümkün olmadı. Belirli bir yerden sonra ring sefer yapacak şekilde düzenlenmiş belediye otobüsü ile bahçenin kapısına kadar gidildi.

Bahçenin kalabalığı anlatılacak gibi değil. Büyük hayalle beklediğim bahçe gezisi kalabalık yüzünden hüsran oldu. Bu nedenle Fin Bahçesi gezisinin zamanlaması mümkünse sabah ve mutlaka tatil günleri dışında olmalı.

Fin Bahçesi’nin geçmişi I. Şah Abbas dönemine, 1590’lı yıllara kadar uzanıyor. Şah Abbas’ın ardılları da bahçeyi genişletmişler. Kaçarlar Döneminde hanedanın 2. şahı Fath-Ali Şah Kaçar zamanında bahçe en güzel halini bulmuş. Bahçe sonraki dönemlerde ihmal edilmiş. Bahçe UNESCO Kültür Mirası Listesi içinde yer alan Pers Bahçeleri arasında en önemli olanı.

Klasik tüm Pers Bahçeleri düzeni bu bahçede de var. Yüksek duvarlar ardında, dört bahçe düzenli ve sulama kanal sistemlerinin ve havuzların en güzel şekilde kullanıldığı bir bahçe burası. Tek kötü tarafı gezdiğimiz zamandaki kalabalık.

Fin Bahçesi gezisi sonrasında otobüse doluşup Tahran’a doğru yollara düştük.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

Tüm Çekincelerinizi Bir Kenara Bırakın! İRAN GEZİ YAZISI: Ali Kapı-Kapalı Çarşı/İsfahan

Ali (Ālī-Aali) Kapı, Safevi Devletinin yeni başkenti olan İsfahan’daki kraliyet sarayının adı. Ali (Ālī-Aali) “büyük, üstün” anlamında Arapça’dan geçen bir kelime. Ali Kapı ile “imparatorluk yönetimine giriş kapısı” anlatılmak istenmiş. Nakş-ı Cihan Meydanı’nın batı tarafında, Şeyh Lütfullah Camisi’nin karşısında yer alıyor. Şatafatlı bir meydan kompleksi yaratmış olan Şah Abbas’ın, dışarıdan baktığınızda böylesine küçük bir sarayda oturması size uygun gelmeyebilir. Bu saraydan geriye doğru uzanan ve Çarbağ (Chahar Bagh) Bulvarı denen 6 km’lik yol üzerinde, Çehel Sütun ve Heşt Beşt Sarayları gibi başka saraylar da bulunuyor. Yani bu sarayı Safevi Saraylarına giriş kapısı olarak değerlendirmek lazım.

Saray, Safevi Hanedanının resmi ikametgahı olarak kullanılmış. Saray 48 metre yüksekliğinde. Her bir kata daracık, zorlu bir döner merdivenle erişilebilen altı katı var. Ali Kapı Sarayı’nı benzersiz kılan, aslında mimari özellikleri. Ali Kapı, bir zamanlar İran’ın en yüksek binası, yani tabiri caizse gökdeleniymiş. Bu sarayda onu bir mimari şaheser yapan pek çok nokta var. Yıllar içinde çeşitli ilaveler olmuş. Bu yüzden binaya dışarıdan farklı yerlerden bakarsanız, sarayın farklı sayıda katlarını da görebilirsiniz. Yani saraya tam ön cepheden bakıldığında sarayın balkonlu ve sadece iki katı olduğu görülmektedir. Ancak yanlardan bakarsanız sarayını üç katını, arkadan bakarsanız beş katın tamamını görebilirsiniz. Müzik salonu olan altıncı kat dışarıdan görünmüyor.

İlginç bir not buldum ama doğruluğunu sağlayacak başkaca yazıya rastlamadım. Buna göre sarayın kapıları aslında Necef’teki kutsal İmam Ali Türbesi’ndenmiş. Şah Abbas, Necef’ten aldığı bu kapıların yerine de altın kapılar yapılmasını emretmiş.

Tonozlu bir kapıdan giriş yapılan saray ilk halinde, yani 1.Şah Abbas döneminde, 2 katlı olarak yapılmış. Sarayın ilk katı yabancı elçilere ve onlarla görüşmelere ayrılmış. Kapıdan geçtikten sonra bir koridora ulaşıyorsunuz. Bu koridor, köşelerindeki kubbeleri sayesinde, yankı işleviyle ünlü. Buna göre, bir köşede fısıldayarak konuşmalar, bitişik köşedeki kişi tarafından duyabiliyor. Yani bu sarayda gizli konuşmalara yer yokmuş.

Koridordan geçtikten sonra kiremit kaplı basamakları kullanarak birinci ve ikinci katlara ulaşabiliyorsunuz. Bu katlar, kralın konuklarının kralla tanışmak için onay bekledikleri bekleme odalarıymış. Sarayın bugünkü hali  II. Şah Abbas, Şah Süleyman ve Şah Sultan Hüseyin dönemlerinde yapılan eklemeler sonrasında ortaya çıkmış.

İkinci Şah Abbas döneminde saraya, 18 yüksek sütunlu bir balkon eklenmiş. Geniş terasın ortasında bir havuz bulunuyor. O andan itibaren Ali Kapı, kralların ve ailelerinin boş zamanları için bir saray haline gelmiş. 18 sütunlu terasa açılan ve Şahın elçileri kabul ettiği büyük salon da 3. katta. Burası en güzel olan salon. Duvarlar saray ressamı-hattatı Reza Abbasi ve öğrencilerinin çizimlerine ve küçük aynalarla yapılmış dekorasyona sahip. En çok burası için uğraşılmış. Buradaki balkondan tüm Nakş-i Cihan Meydanı ayaklarınızın altında olarak görülüyor.

Altıncı katta, müzik salonu bulunuyorsa da bizim gezdiğimizde tadilattaydı ve gezemedik. Bu katta, kraliyet resepsiyonu ve ziyafetler düzenlenirmiş. Tong Bori denen oda içi çok sayıda nişli bir tür mimari özellik kullanılarak oda içinde müziğin yankılanması sağlanmış.

Sasani İmparatorluğu zamanı Pehlevi (Orta Farsça) dilinde “waazaar” ticaretin yapıldığı veya cemaatin toplandığı yer anlamında, pazarı tarif etmek için kullanılmaktaymış. Kelime zamanla “pazar”a dönüşmüş. Üretim toplumlarının olduğu dönemlerde insanlar kendi ihtiyacından daha fazlasını üretmeye başlayınca, üreticiler kendi aralarında ürün takasına başlamışlar. Ticaretin ve ticaret mekanlarının oluşmasında başlangıç noktası da bu olmuş. İşte her yerde olduğu gibi, İran’da da kapalı pazarlar bu türden ihtiyaçlar sonucu ortaya çıkmış. Pers toprakları kapalı çarşılar bakımından zengin bir coğrafya. Kapalı çarşıların zaman içinde gelişen ve kalıplaşan belli bir mimari yapısı ve düzeni mevcut. Pazar civarında da kervansaraylar, hamamlar, ambarlar gibi, pazarların tamamlayıcı unsurları da zamanla gelişmiş.

Selçuklu ve Safevi dönemi mirası olan İsfahan Kapalı Çarşısı, dünyanın en uzun kapalı çarşısı kabul ediliyor. Şah Abbas’ın Nakş i Cihan Meydanı ve kompleksini inşa ettirmeden önceki İsfahan Çarşısı, Cuma Cami taraflarındaydı. Şah Abbas yeni meydan ve çarşıyı yaptırdığı halde, başlarda tüccarları buraya getirmek, Şah Abbas Camisi’nde cumaları cemaati toplamak mümkün olmamış. Eski alışkanlıklar bir süre devam etmiş. Ama Şah Abbas vakıf aracılığı ile tüccara dükkanları bedelsiz olarak devredince buradaki dükkanlar dolmuş ve alışverişin merkezi de burası olmuş.

İsfahan Kapalı Çarşısı’na Kayseriye Kapısı‘ndan giriliyor. Kapı üstünde çizilmiş freskler maalesef kötü durumda. Klasik İran kapalı pazarlarında olduğu gibi aynı işi yapan ya da birbirleri ile bağlantılı esnaflar bir arada bulunuyorlar. İki katlı dükkanların üstü ofis, alt taraf ise satış bölümüymüş. Raste denen ana bir koridor boyunca iki taraflı dükkanlar sıralı haldeler. Timce denen sekizgen kapalı alanlarda ise dükkanlar avluya bakar halde dizilmişler.

İsfahan kapalı çarşısı hediyelik ve kendiniz için yapılacak alışverişleriniz için uygun bir yer. Tahran Kapalı Çarşısına göre daha büyük. Altın, gümüş ve çoğunlukla da bakır üzerine işlenecek motifin çizilip, metal keski kaleme inen çekiç darbeleri ile şekillendirildiği “kalemzeni” işleri bu çarşıda bolca bulabilirsiniz.

Bu çarşıda meşhur bir minyatür sanatçısının dükkanına da gittik. Deve kemikleri üstüne müthiş güzel minyatürler yapıyordu. Selçukluların İran’a getirdiği, İran’lıların işi sanata döktükleri işlenmiş cam kaplar, ahşap üzerine kakma ve oyma işleri satan dükkanlar benim en çok ilgimi çekenler oldu. Şekerlemeciler burada da çok boldu. İnce zar gibi şekerlemelerin tadı damağımda kaldı. Şekerleme, İsfahan Kapalı Çarşısı’ndan alınabilecek en güzel ve hesaplı hediye olabilir. Baharat burada Şiraz’a, Tahran’a göre daha pahalıydı.

Tabii ki bolca da halıcı dükkanı vardı. Yalnız halılara burada değil, kapalı çarşının arka sokaklarında bir yerdeki dükkana giderek baktık. Eğer hanım tutmasaydı İran’dan halı ile dönmüştüm. Burada halılar muhteşem. Beğendiğim halı 500 USD civarındaydı. İpek halılar ise insanın aklını başından alacak kadar güzeller. Bana burada halı fiyatları, bizim ülke halılarından daha ucuz gibi geldi.

Son olarak size burada bulunan bir çaycıdan bahsedeceğim. Meydanda, Azadegan Çay Evi adlı bir yerde çay, kahve içip ortamı bir görmenizi tavsiye ederim. İnsanı boğan antikalar arasında bile olsanız, yerel halkı gözlemek için tavsiye edeceğim bir yer. Çay ve kahve yanında çok güzel şekerlemeler geliyor.

Bu son bölümle İsfahan’ı da anlatmayı bitirmiş oldum. Sonuç; İsfahan çok güzel bir şehir ve İran gezilerinin olmazsa olmazıdır.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

Tüm Çekincelerinizi Bir Kenara Bırakın! İRAN GEZİ YAZISI: Nakş i Cihan Meydanı/İsfahan

Nakş i Cihan, Şah Meydanı ya da 1979’dan sonraki ismi ile İmam Meydanı, İsfahan’ın en önemli gezi yeridir. Ben en çok Nakş i Cihan adını sevdiğimden, bundan sonra da bu şekilde anlatacağım. “Dünyanın Süsü-İmgesi” anlamında Nakş i Cihan adı buraya ne kadar da yakışıyor.

Burası I. Şah Abbas’ın 1598 ile 1629 tarihleri arasında yaptırdığı bir meydan. Tabii ki meydanın gelişimi sadece Şah Abbas’la kalmamış, ondan sonra gelen ardılları da meydana hep bir şeyler eklemiş. 560 metreye, 160 metre boyutları ile dünyanın en büyük meydanları arasında ikinci sırada bulunan Nakş i Cihan, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi arasında yer alıyor.

1598’de Şah Abbas Pers İmparatorluğunun başkentini, daha güvenli ve uygun bir yer olduğunu düşünerek, Kazvin’den İsfahan’a taşımaya karar veriyor. İsfahan’ın hem yeni başkent rolüne yakışır hale gelmesini sağlayacak ve hem de ulusal etkinliklerin düzenleneceği bir yer yaratmak için Nakş-i Cihan Meydanı gibi devasa bir komplekse ihtiyaç duyulmuş. Bizim Mimar Sinan’ın, Safevi Devletinde karşılığı olan baş mimar Şeyh Bahai projenin başına getirilmiş ve onun önderliğinde de çalışmalar başlamış. Şeyh Bahai çok değerli bir bilim insanı. Astronomi, mimarlık, felsefe, matematik, edebiyat gibi bilimler yanında, dini ilimlerle de ilgili, dolu dolu bir insan. UNESCO, 2009 yılını “Astronomi ve Şeyh Bahai yılı olarak ilan etmiş.

Şah Abbas’ın devletin yönetimini ve gelirlerini bir merkezde toplama gibi bir politikasının olduğundan önceki yazılarda bahsetmiştim. Ana fikir bu olunca iktidarın tüm bileşenlerinin varlığı bu meydana yansıtılmış. Şah (İmam) Cami din adamlarının gücünü, Kapalı Çarşı tüccarların gücünü ve Ali Kapı (Kapu) Sarayı Şah’ın gücünü, Şeyh Lütfullah Medresesi ise medreseyi temsil ediyor. Tüm bunların hepsi de bir büyük meydanın dört bir yanına yerleşecek şekilde düşünülmüş. Dükkanlar, Safevi döneminin mimari tarzını yansıtan şekilde iki katlı planlanmış. Ortadaki geniş alanda normal zamanda çok canlı bir ticaret yapılırken, bazı zamanlarda alan boşaltılır ve polo müsabakaları, nevruz kutlamaları olurmuş.

Bu meydan kesinlikle bir tam gün geziyi hak eden bir yer. Hatta “her dükkana bakayım, alışveriş yapayım rahat rahat gezeyim, geceleri de fotoğraf alayım” derseniz 2 tam gününüz burada geçebilir. Meydana yürüme mesafesinde Tarihi Şah Hamamı, Çehel (Chehel) Sütun Sarayı ve Heşt Beşt (Hasht Behesht) Sarayı bulunuyor . Yine yürüme mesafesinde Si-o-Se Köprüsü var.

Ben de anlatımı Çehel (Chehel) Sütun Sarayı’ndan başlayarak Nakş i Cihan Meydanı’na gelecek şekilde yapsam uygun olacaktır. Çehel Sütun adını 40 sütundan alıyor. Bu sütunlardan 20 tanesi sarayın önünde bulunan selvi ağacından yapılma sütun, 20 tanesi ise bu sütunların suya yansımalarından oluşuyor. Bu bahçe UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi içinde yer alan 9 tane Pers Bahçesinin arasında yer alıyor. Bu bahçe Şah Abbas’ın büyük bir saray ve botanik bahçeleri yapma projeleri arasında yer alıyor. Ama bu bahçelerden sadece Çehel Sütun ve Hasht Behesht Sarayı tamamlanabilmiş. Yapımına 1588’de başlanıyor ama tamamlanması 1647’leri bulmuş. Klasik İran tarzı yanında Avrupa ve Çin saraylarından da esinlenmeler var.

Büyük bir havuzun sonunda, bir parkın ortasında yer alan saray Şah Abbas tarafından, şahın eğlencesi ve kabul törenlerinde kullanılmak amacıyla yaptırılmış. I. Şah Abbas ve ardılları mevki sahibi kişileri ve elçileri bu sarayda, ya sarayın terasında ya da kabul salonlarında kabul etmişler.

Sütunlardan sonra aynalı salon karşınıza çıkıyor. Küçük ayna parçalarını yan yana getirerek hem derinlik ve hem de ışıklı bir ortam yaratmışlar.

Bu sarayın içi gerçekten muhteşem. Dört bir yanda bulunan duvarlarda fresklerle önemli olaylar anlatılmış. Bunlar arasında Osmanlı ile yapılan 1514 Çaldıran Savaşı da bulunuyor.

1514 Çaldıran Savaşı

Özbeklerle savaşlar, Özbek Şahının kabulü, Hintlilerle savaş gibi bazı başka tarihsel önemli olaylar çizilmiş. Kaçar döneminden de bir fresk mevcut. Her bir tanesinde ince ince ayrıntılar var. Zamanında seramik üzerine işlenmiş tablolar da varmış ama bugün dünyanın çeşitli ülkelerine kaçırılmış ve koleksiyonlarda yer alıyorlar. Tavanların süslemeleri ise ayrı bir sanat eseri.

1669 yılında Şah Abbas’ın ardıllarından olan Süleyman Şah tarafından inşa ettirilmiş Heşt Beşt (Hasht Behesht) Sarayı, bugün pek anlaşılmasa da, zamanında “Dünyanın en güzel sarayı” olarak anılmış. Hasht Behesht kelimesi Farsçada “Sekiz Cennet” anlamına geliyor (gerçi bir başka kaynak aynı kelime için “Cennete giriş anlamındadır” diye yazıyor. Sonuçta ortak olan, “cennet” benzetmesi). Hasht Behesht Sarayı sekizgen köşeli bir bina. Biz ancak dışarıdan ziyaret edebildik. Bahçesi o kadar bakımlı halde değil.

Sonrasında güzel bir park içinden, büstlerin arasından geçerek Nakş i Cihan’a geliyorsunuz. Alana girer girmez kendinizi farklı bir ortamda hissedeceksiniz.

Alanın güney tarafında, tüm alanla birlikte, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesinde bulunan ve İran’ın İslam dönemi Pers mimarisinin başyapıtı sayılan Şah Camisini göreceksiniz. Yapımına Şah Abbas 20 yaşında iken, 1611’de, başlanmış. Şah yaşıyorken bir an evvel bitmesi için baskı yaptığı bu eser ancak onun ölümünden birkaç ay sonra 1629’da tamamlanmış.

Caminin ana giriş kapısı meydana bakıyorken, hizası Mekke yönünde değil. Tüm alan projesinin başında olan Şeyh Bahai, hem muhteşem kapının ve hem de cami kubbesinin herkes tarafından rahatça görebilmesi amacıyla ikisini belli bir açı içinde inşa etmiş. Bu deha sayesinde özellikle Ali Kapu terasından Şah Camisine bakınca hem ana kapıyı ve hem de minareler ve kubbeyi rahatça görebiliyorsunuz. Ana kapıdan girdikten sonra camiye ulaşmak için sağa dönüş yapmanız lazım. Şeyh Bahai’nin vizyonu, meydanın neresinden olunursa olunsun caminin görünür olmasını sağlamış. Caminin mimarı ise Ali Ekber İsfahani.

Caminin meydana bakan 27 metre yüksekliğinde, yarım ay şeklinde olan eyvanı büyüleyici. Yedi renkli mozaik karoları ve kaligrafik yazıtlarla süslü. Eyvanın her iki tarafında 42 metre yüksekliğinde iki adet minare var.

Meydana bakan eyvandan giriş yapınca ortada küçük bir havuzu olan bir avluya çıkılıyor. Burada da iki adet güzel eyvan görülüyor. Yine çift minareli eyvanlardan bir tanesi İsfahan’ın en büyük kubbeli camisine girişi sağlıyor. Diğer eyvan ise üstünde “edikül” denen, çatılı çardak mimari yapısı ile ayırt ediliyor.

İran’da minarelerden ezan okunması uygun görülmüyor. Bunun yerine bu çardaklardan müezzin cemaati namaza çağırıyor.

Çifte minareli kubbeli kısımda, kubbenin altındaki merkezi noktada, öyle bir akustik özellik yaratılmış ki ses her taraftan yankılanabiliyor. İmam’ın alçak bir sesle konuşmasında bile konuşulanlar herkes tarafından net bir şekilde duyulabiliyor. Cami içinde bulunan büyük mermer kabın içinde zamanında su veya limonata bulunurmuş. Böylece cemaat isterse buradan su veya limonata içermiş.

Kubbe çift katlı ve 53 metre yükseklikte. Kubbe içten olduğu gibi dıştan da çinilerle kaplı. Bu eyvanın iki tarafında tonozlu yapılarla kış camileri var. Bu kısımlar olduğu gibi çinilerle kaplı. Bu cami öncesinde çiniler küçük parçaların yan yana getirilmesi ile döşenirmiş. Zor, zahmetli ve pahalı bir iş yani. Ama bu camide tek bir çini karoya yapılmış 7 renk içeren çiniler kullanılmış. Bu da hem caminin masrafını düşürmüş ve hem de inşaatın hızlanmasına neden olmuş. Yine de İmam Lütfullah Camisinin çinileri ve işçiliği daha kıymetli olarak görülüyor.

Şah Cami gezisi sonrasında alanın meydana bakan doğu köşesinde Şeyh Lütfullah Cami gezimizi yaptık. Bu cami saray halkına özel olarak yapılmış. Sarayın diğer alt tabakası Şah Camisini kullanırlarken, Şah Abbas’ın kayınpederinin ismini taşıyan Şeyh Lütfullah Camisini Şah Abbas ve yakınları kullanmış. Yapımı 1602-1618 yıllarına tarihleniyor.

Şah Abbas ve sarayın kadınları, meydandan geçip camiye açıktan geçmesinler diye Ali Kapu Sarayı’ndan camiye kadar tünelden bir yol yapılmış. Bu cami de meydana bakan, minaresiz eyvanlı tek giriş kapısına sahip. Ama yönü kıbleye uydurmak için kapalı bir koridor eklenerek, kıbleye bakar hale getirilmiş.

Şah Cami ile karşılaştırıldığında, Şeyh Lütfullah Cami’nin tasarımı oldukça basit. Avlusu ve iç eyvanları yok. Yapı, kare planlı bir oda üzerine oturan basık bir kubbeden oluşmakta. Ancak bu caminin sade yapısının aksine, Caminin kubbesinin iç kısmı ise çok güzel.

Kubbeye yapılmış eş merkezli halkaların boyutu ve motifler, merkeze yaklaştıkça parlaklığın arttığı izlenimini yaratmak için küçültülmüş. Böylece, baktığınız zaman parlaklık ortada toplanıyor. Bir de ışığın açısına göre sanki tavus kuşu şekli gibi şekil oluşuyor.

Bu caminin iyi bir restorasyonu 1930’larda Şah Rıza Pehlevi zamanında yaptırılmış. Pehlevi dönemi de bence İran için önemli. Onu da Tahran’ı yazarken anlatmak gerekecek.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

Tüm Çekincelerinizi Bir Kenara Bırakın! İRAN GEZİ YAZISI: İsfahan

İsfahan’ın gezilecek en ilginç yerlerinden birisi de yukarıda video çekimimi paylaştığım Sallanan (Titreyen) Minareler (Monar ya da Menar Jonban). 1315 yılında ölmüş olan bir keşişin mezarının üstü, İlhanlı Döneminde eyvanlı bir yapı inşa edilerek örtülmüş.

Safevilerin son döneminde ise iki taraflı minareler eklenmiş. Burayı ünlü yapan da işte bu minareler.

10 metre boyunda olan ve geometrik şekillerde lacivert çinilerle süslü, tipik İlhanlı yapısı olan eyvanın iki tarafına, sonradan tuğladan ve 17 metre yüksekliğinde dar minareler eklenmiş. Minarelerin üst kısmında ise tuğlalar arasına döşeli ahşap kirişler konmuş.

Önceleri bu sallanmanın orada gömülü keşişin bir mucizesi olduğuna inanılırmış. Dar olan minarelerin birisi sallanınca, diğerinin de sallanmasındaki gizem bir kaç nedene bağlı. Öncelikle minareler dar ve dolayısıyla hafifler. Bir diğer sebep de minarelerin gövdesi ile ana konstrüksiyon arasında 3 cm’lik boşluk var. Ayrıca, minarelerin gövdesinde, yapıya zarar vermeden yan yana sallanmalarını sağlayan, esnek destek işlevi gören kare biçimli ahşap çerçeveler kullanılmış. Yapıya kasıtlı olarak verilen bu özellikler nedeniyle minareler sallanmaya dayanıklı, her seferinde sağlam ve dik duruyor. Sallanan minareler İran’da başka şehirlerde, Irak ve Suudi Arabistan’da da bulunuyor.

Bir minare sallandığında sadece diğer minare sallanmakla kalmayıp, tüm bina da titremeye başlıyormuş. Ancak biz binadaki sallanmayı çıplak gözle fark edemedik. Bu hafif titreşimi algılamak için, keşişin mezarının üstüne bir bardak su koyuyorlar ve titreşimi gözlüyorlarmış. Minarelerin sallanmasını gözünüzle görebiliyorsunuz. Her 30 dakikada bir, minarelerden birisine görevli çıkıyor ve başlıyor minareyi salamaya. Bir süre sonra diğer minare de sallanmaya başlıyor. Her iki minareye takılmış olan çanların sallanma ile çıkarttığı ses, sallanmaları daha somut hale getiriyor.

Zayandeh (Zayende) Rud (Rud nehir demek) İsfahan ortasından geçen, şehri kuzey-güney olarak ikiye ayıran bir nehir. Kelime olarak “Yaşam veren nehir” anlamında. 400 km uzunluğu ile İran Platosunun en uzun nehri. Zagros Dağları’ndan doğup, bir lagünde sonlanıyor. İran’da nehirlerin çoğu mevsimlik iken bu nehir son zamanlara kadar yıl boyu akıyormuş. Bu nehir üzerinde 11 tane tarihi köprü bulunuyor. Köprüler, bizim de şahit olduğumuz üzere özellikle akşam saatleri kalabalık oluyor.

Khaju Köprüsü, İsfahan’ın tarihi köprüleri arasında en güzel olanı. Bu köprü 133 metre uzunluğunda ve 12 metre genişliğindeymiş. Khaju Mahallesini (Khajeh), 8.yüzyıl din alimlerinden Baba Rükneddin’in mezarına bağlıyor. Bu nedenle bu köprüye Baba Rükneddin Köprüsü de deniliyor. 1650’li yıllarda yapılmış. Tabii bu köprünün yerinde eskiden başka bir köprü varmış.

Khaju Köprüsü ana kullanımının yanı sıra, baraj olarak da kullanılmış. Khaju Köprüsü’nün ortasında ve doğu kesiminde hükümdarın tekne yarışlarını, törenleri izlemesi için yapılan kısa sürelik ikametgahı da bulunuyor. Köprünün mevcut süslemeleri Kaçar dönemi restorasyonlarına ait.

Köprünün kuzey ve güney girişlerinde birer aslan heykeli mevcutmuş ama doğrusu ben atlamışım bu heykelleri ve tek bir kare fotoğrafım yok. “Heykeli de görmesen ne olur?” demeyin! Aslında buraya ait olmayan heykellerin gözleri geceleri parlıyormuş. O sırada köprü başında keyif yapan sakallı İran’lı bir amcanın fotoğrafının peşine düşmüştüm.

Şahrestan Köprüsü , İran’daki Zayandeh Nehri üzerindeki en eski köprü. Khaju Köprüsüne göre daha kısa ve dar. Temelleri Sasani dönemine (MS 3-7. yüzyıl) dayanmakta. Ancak üst kısım, önce 10. yüzyılda Büveyhiler, ardından 11. yüzyılda Selçuklu döneminde olmak üzere iki kez yenilenmiş. İki sıra sivri kemerli, on üç büyük kemer nehri kaplıyor ve sekiz küçük kemer bunların arasına yuva yapıyor.

Sel sırasında su akışını hızlandırmak ve köprüyü baskıdan kurtarmak amacıyla üstteki küçük kemerler yapılmış. Bu köprünün zarar görmesini engellemek için nehir akış yönü biraz değiştirilmiş ve sadece civarda gölet oluşturacak kadar su bırakılmış. Bence akan su olmadan köprünün tüm havası kaçmış.

Bu köprü, zamanında şehir merkezinden sürülen Zerdüştlerin mahallesine ulaşımı sağlarken, şehre giren ve çıkan kervanlarda bu köprüden geçerlermiş. Köprülerin başında, köprüden geçen kervanlardan ücret topladıkları bir gişe bulunurmuş ama bugün bu gişeleri göremiyoruz. Yani köprülerden geçişler o zaman da paralıymış.

Zayandeh Nehri üzerinde bulunan 11 adet köprüden 297 metre ile en uzun olanı Sio-se-pol (Otuz Üç Ayaklı Köprü veya Allahverdi Han Köprüsü), Safevi köprü tasarımının en ünlü örneklerinden birisi olarak kabul ediliyor. Allahverdi adı inşaat sürecince köprü yapımını denetleyen Allahverdi Han’dan geliyor.

Bu köprünün üstü geceleri çok hareketli ve canlı. İsfahan’ın en hareketli yerlerinden bir tanesi bu köprü ve civarı. İran gezimizde ilk defa büyük bir şehirde olduğumuz izlenimini burada yakaladık. Nakş i Cihan ya da yeni adıyla İmam Meydanı da İsfahan halkının akşamları toplanma yerlerinden. Nakş i Cihan’ı geniş bir konu, buraya sığacak gibi değil. Yarın devam ederiz.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

Tüm Çekincelerinizi Bir Kenara Bırakın! İRAN GEZİ YAZISI: Nain-İsfahan

Bugün Yezd’den İsfahan’a doğru 320 km’lik yolumuz olacak. Artık İsfahan Eyaletine giriş yapıyoruz. Yol üzerinde eyaletin bir başka şehri olan Nain Şehrine uğrayacağız. Amacımız bir cami ziyareti yapmak. Burada İran’daki en eski cami olan Nain Cuma Camisini (Nain Ulu CamiMasjid-e-Jāmeh Nā’īn) gezeceğiz. Halen kullanılmakta olan camiyi ziyaretimizde o gün avlu çocuk ziyaretçi doluydu. Çocuk olmalarının getirdiği neşe ve bağırış-çağırış, bu mekanın ulviyetini biraz bozar gibi olsa da varlıkları beni mutlu etti.

Cami erken İslam dönemi camilerinin özelliklerini taşıyor. Emeviler döneminde yapılmış ve klasik camilerdeki eyvan ve kubbe gibi yapılar burada yok. Kerpiç ve tuğla kullanılmış. Normalde sadece kerpiç ve tuğla kullanılması nedeniyle sade olmasını bekleyeceğiniz caminin sütunlarında ve duvarlarında küçük tuğlalarla dekoratif şekiller uygulanmış. Caminin çokgen şekilli 28 metrelik tek minaresi ve seramikler Selçuklu dönemindenmiş. Yüzyıllar öncesinden yapılmış olmasına rağmen özgün mimarisini koruması bence bu caminin en önemli özelliği.

Caminin bir merdivenle inilen şabestan denen ve yazın sıcağından kurtularak ibadet edilebilen bir bölümü var. Tünellerle birbirlerine bağlı bu bölümü mutlaka gezmelisiniz. İran gezimizde bazı camilerde var olan şabestan bölümlerini gezdik ama en ilginç şabestan buradaydı. Bu bölümde cami öncesi Zerdüşt tapınağı olduğu söyleniyor.

Caminin avlu kısmına bakan üstü kapalı alanlar sütunlarla çevrili. Sütunların kimi silindirik, kimi kare, kimi de çokgen şeklinde. Sütunlar küçük tuğlalarla süslüler.

Caminin en güzel yeri mihrabın bulunduğu yer. Çok güzel süslemeler var. Mihrabın yanındaki ahşap minber yapı tek bir çivi kullanılmadan yapılmış. İkisi de tam bir sanat şaheseri.

Nain’da gezecek başka yerler olsa da esas hedefimiz İsfahan ve İsfahan’da da program yoğun olduğundan otobüsümüze doluşup İsfahan doğru yola çıktık.

İran’ın kuzey-güney ve doğu-batı doğrultularının kesişme noktasında olan İsfahan’ın tarihi çok eskilere kadar gidiyor. İsfahan isminin etimolojik kökeninin, “Ordunun toplanma yeri” anlamında “Aspadan” veya “Ispahan” kelimelerinin olabileceği düşünülüyor. İsfahan, Büyük Selçuklu ve Safevi devletlerine bir dönem başkentlik yapmış.

İsfahan’da ilk gezi yerimiz 2012 yılından beri UNESCO Dünya Kültür Miras Listesi içinde olan İsfahan Cuma Cami (İsfahan Ulu CamiMescid-e-Jāmeh Isfahān) oldu. İsfahan’ın şehir merkezinde bulunan ve dış duvarları, çevresinde bulunan şehrin diğer yapılarına dayanak olan caminin çok sayıda girişi mevcut.

Burasının en önemli özelliği yapımına başlanan ilk yıllar olan 771 yılından, 20. yüzyıla kadar sürekli olarak inşaat, yeniden yapılanma, ilaveler ve yenilemeler uygulanması. Bu tür bir genişleme ve değişikliğin bin yıllık bir süre boyunca devam etmesi nadiren görülür. İran’daki İsfahan Cuma (Ulu) Cami bu açıdan benzersiz ve bu nedenle İslam mimarisi tarihinde özel bir yere sahip. Caminin bir diğer ayırt edici yönü de şehirle bütünleşmesi. Eski şehrin merkezinde konumlanan cami, çevresine bitişik diğer binalarla duvarlarını paylaşıyor.

Caminin çekirdek yapısı, Selçukluların İsfahan’ı başkent olarak seçtikleri 11. yüzyıldan kalma. İlhanlılar, Timurlular, Safeviler ve Kaçarlar döneminde eklemeler ve değişiklikler yapılmış. Halihazırdaki yerde, tek bir iç avluya sahip daha eski bir cami mevcutmuş. I. Melikşah ve onun ardılları döneminde, şimdiki yerinde tek bir iç avlulu cami varken, zamanla şimdi var olan dört eyvanlı tasarıma ulaşılmış. Bu nedenle İsfahan Cuma Cami, gelecekte yapılan 4 eyvanlı camilerin prototipi sayılır. Her bir köşedeki değişik ayrıntıları fark etmek için epey bir vakit ayırmak lazım. Caminin yüzyıllar içerisinde gelişimini daha kolay şekillendirmek için sizinle görsel güzel bir bağlantı paylaşabilirim: https://madainproject.com/jameh_masjid_isfahan

Üstten ışık ve hava girmesine imkan veren delik gözlerle kubbeler ve kubbelerden uzanan geometrik uzantılar, sütunlar üzerine küçük tuğlalarla verilen dekorasyon sizleri büyüleyecek. Yer yer serpiştirilmiş seramikler ise toprak rengi ortama renk katıyor. Burası adına layık bir Cuma Cami bence. İran’da gezdiğim camiler, gerçek anlamda birer sanat eseri olmaları yanında insana kutsal bir mekanda olduğunuz hissini fazlasıyla veriyor.

Dört adet eyvan içinde en görkemli olanı güneyde bulunan ve çift minareli olanı. İslami süsleme sanatında sıkça kullanılan çini bezemeli mukarnas, sivri uçlu nişler çok göz alıcı. Bu kısmın yapımını Melikşah adına büyük vezir Nizamülmülk üstlenmiş. Gazneliler döneminde Horasan Valiliği yapan Nizamülmülk, Selçuklular döneminde de hem Alp Arslan ve hem de Melikşah’ın vezirliğini yapmış. Büyük bir devlet adamı ve zamanında kendi adı ile anılan (Nizamiye) medreselerini yaptırmış. İlk defa öğrencilere yurt ve burs verilmesi onun zamanında gerçekleşmiş. Devletin kurumsallığı üzerine önemli işler başarmış. Böyle adamların rakibi, çekemeyeni de bol olur.

Nizamülmülk’ün devrinde yaşayan ve onu rakip gören Tac el Mülk ve Melikşah’ın eşi Terken Hatun, birlikte bu büyük veziri Melikşah’ın gözünden düşürmeyi başarmışlar. Vezirini azletmeyi kafasına koyan Melikşah, bu isteğini gerçekleştiremeden Nizamülmülk bir suikasta kurban gitmiş. Nizamülmülk yerine de Tac el Mülk vezir olmuş. Bu olayı anlatmamın nedeni İsfahan Cuma Cami’nin bu iki rakip vezirin gövde gösterisine ev sahipliği yapmasıdır. Çifte minareli güney eyvanındaki kubbeyi Melikşah adına inşa ettiren Nizamülmülk, tam karşısındaki kuzey kubbesini Melikşah’ın eşi Terken Hatun adına inşa ettiren ise Tac el Mülk.

Nizamülmülk Kubbesi, Tac el Mülk Kubbesine göre daha büyük ama sonuncusunun ince işçiliği ve mimarisini daha üstün tutuyorlar.

Caminin en göz alıcı mekanlarından bir diğeri ise 1310 yılında İlhanlı hükümdarı Olcaytu tarafından yaptırılmış batıdaki caminin mihrabı. Tek kelime ile muhteşem.

Bu güzel camide epey bir vakit geçirdik. Şimdi yazıyı hazırlarken okuduklarımdan burada biraz daha vakit geçirmenin gerektiğini anlıyorum.

Ermeniler, İran’daki Hristiyan nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturuyorlar. Ermeni-Pers ilişkileri I. Darius zamanına kadar gidiyor. Dönem gelmiş kendileri İran’a göç etmişler, dönem gelmiş Ermeni nüfus İran dışına sürülmüş. İslam devrimi sonrasında ise İran’dan yoğun bir Ermeni nüfus kaçışı olmuş. En yoğun Ermeni nüfus Tahran’da, sonra da İsfahan’da bulunuyor. Gezdiğim yerleri yazarken “Neden?” ve “Ne için” sorularını sormayı seviyorum. Çoğu zaman bu soruların altından ilginç detaylar çıkıyor. Örneğin yukarıdaki İsfahan Cuma Camisi gezimi yazarken öğrendiğim Nizamülmülk, Tac el Mülk detayı gibi tarihsel gerçekler, gezdiğim yere başka bir gözle bakmamı sağlıyor. Aşağıdaki bilgileri sizlerle Vank Katedrali gezimiz öncesi paylaşmanın iyi olacağını düşündüm. Sonunda nedenini de anlatacağım.

İsfahan’da Yeni Culfa (Julfa) mahallesinde Ermenilerin yoğun olarak bulunmasının tarihsel bir nedeni var. Olaylar Safevi Devleti ve Şah Abbas’a uzanıyor. 1501-1736 yılları arasında İran’da hüküm süren Safevi Devleti, modern İran’ın kurucusu kabul edilir. Bu devletin 5. hükümdarı Şah Abbas’ın ise İranlılar için ayrı önemi olsa gerek. Başına geçtiği, ekonomik olarak kötü durumda ve iç savaşlarla uğraşan devleti, ekonomik olarak en iyi, sınırları en geniş hale getirmeyi başarmış. Osmanlı’nın da başının belası olmuş bir adam.

Şah Abbas

O dönemlerde ve öncesinde İran kendinde bulunmayan bakır, gümüş ve altın için Osmanlı’ya, Osmanlı’da İran’ın özellikle Hazar kıyılarında elde edilen ham ipeğine muhtaç durumdaymış.

Dönemin İran toprakları için “İpek İmparatorluğu” yakıştırması yapılır. İran’dan kalkan kervanlarla tüccarlar ham ipeği, ipek yollarından birisi olan Tebriz, Erzurum hattından Bursa’ya ve oradan da Avrupa’ya satarlarmış. Osmanlı’da vergisini alır, ipeğin fiyatının üstüne fiyat koyar ve karını edermiş. Ticaretin kuralları her dönemde aynı. Bu karşılıklı ve her iki tarafında ama belki Osmanlı tüccarları ve devletinin daha fazla kazandığı ticaret şekli, Şah Abbas tarafından değiştirilmek istenmiş. Silah ve sikke basımı için madenlere olan muhtaciyet ve politik duruma göre Osmanlı’nın uyguladığı ambargolar, geçmişte İran’ı hep zor duruma düşürmüş. İran’ın bu durumunu Şah Abbas değiştirmeye çalışmış. Batı ile doğrudan ticari ilişkiler kurmanın yollarını aramış. Şah Abbas’ın aklına gelen çözüm İran’ın Osmanlı ile sınır bölgelerinde yaşayan, Avrupa ile ticari ilişkileri kuvvetli Ermeni halkı olmuş. Önceki hükümdarlarda da var ama Şah Abbas’ın tarihe geçmiş önemli bir politikası “yakıp-yıkmadır”. Anlatmak istediğim Şah Abbas eğer kaybedeceğini düşündüğü bir savaş varsa veya topraklarına düşmanı geliyorsa, geride düşmanın işine yarayacak yiyecek, içecek ve barınak bırakmadan toptan yakıp yıkma politikası uygulayan birisi. Devletin sınıra yakın bölgelerindeki yerleşim yerlerini Osmanlı ve Arap akınlarından uzak tutmak için de bu politikayı sıkça uygulamış. Zamanın Ermeni halkı da maalesef bu politikadan nasibini almış.

1604 yılı civarı Van, Kars, Doğubayazıt ve Nahcivan’dan yaklaşık 300.000 Ermeni’yi zorla İran’a tehcir ettirmiş. Hali vakti yerinde, verimli topraklarda yaşayan Ermeniler, iç kısımlardaki çorak topraklara, zorunlu bir göçe, tehcire maruz bırakılmışlar. Şah Abbas, ticareti en iyi bilen Nahcivan’daki 4000 civarı Culfa (Julfa) Kasabası Ermeni halkını da, başkent İsfahan çevresine yerleştirmiş. Karşılığında da kendilerinden, tek elde ve merkezde yani İsfahan’da topladığı ipek ticaretini, dış ülkelerdeki ticari bağlantıları vasıtasıyla yapmalarını istemiş. Buraya yerleştirdiği Ermenilere ticaret, yönetim ve dinlerini serbest yaşamaları konularında bazı imtiyazlar vermiş. Mahalleye de Yeni Culfa adı verilmiş. Yeni Culfa sadece İran’da değil, tüm dünyadaki en eski Ermeni mahallelerinden birisi olarak kabul ediliyor. Şah Abbas’ın, Ermenilerin zengin Avrupa şehirleri ile kurmuş oldukları ticari ilişkilerden yararlanmak ve Osmanlı’yı ham ipek ticaretinden by-pass ederek mahrum bırakmak amacı başarılı da olmuş. Bu mahalle Ermenileri, uzun bir dönem tüm dünya ile ilişki içinde olan ticaret ağı oluşturmuşlar. Yani bazı kaynaklarda yazdığı gibi Osmanlı’dan kaçan Ermenilerin göç ettikleri Yeni Culfa savı, tek başına doğru bir sav değil. İşte gezmiş olduğumuz Yeni Culfa Mahallesi böyle bir gelişime ve tarihe sahip.

Gelelim Vank Katedrali gezimize. Burası 1606 yılında hizmete başlamış ancak tamamlanması 60 yılı bulmuş. Bir İran camisini andıran kubbeli ve tuğla örülü sade dış görünüme sahip. “Vank” Ermenicede “Manastır” anlamında. Avluda, katedralin önünde, altında çeşitli mezarların bulunduğu bağımsız bir çan kulesi var.

Katedralin dışı ne kadar sade ise, içi bir o kadar şatafatlı. Vank Katedrali’nin içi, freskleri, oymaları ve çinileri ile gerçek bir sanat şaheseri. İnce freskler, yaldızlı oymalar insanın gözünü kamaştıracak şekilde parıltılı ve canlı. Kubbede İncil’den hikayeler, tavanlarda İran çiçek süslemeleri ve duvarlarda Ermeni ulusal motifleri çizilmiş. Zamanın sanatçıları, bu resimlerin arasına Osmanlılar tarafından işkence gören Ermeni şehitlerini yerleştirmeyi ihmal etmemiş.

Avlunun bir köşesinde 1915 Ermeni tehciri ile ilgili olarak Ermeni diasporasının diktiği anıt var. Yukarıda soldaki fotoğrafta bulunan binalardan biri kütüphane, diğeri ise müze olarak kullanılıyor. Müze içinde eskiye ait kutsal kitaplar, fermanlar, bazı dini objeler ve eşyalar var. Müzenin baş köşesi yine 1915 Ermeni Soykırımı için ayrılmış.

Şimdi geleyim uzun uzun neden Şah Abbas’ı, onun dönemi Ermeni halkının ve özelde de Yeni Culfa Mahallesi Ermenilerinin durumunu anlattığıma. Bu katedralin özellikle içi gerçekten özel bir yer. Yoksa onun dışında Vank Katedrali’nin benim için sanatsal bir özelliği yok. Hele de İsfahan Cuma Camisinden sonra burası biraz sönük kaldı. Bu katedrali gezerken, aslında buranın Yeni Culfa Mahallesi’ni temsil ettiğini düşünerek gezin derim. Bazı kaynaklar o dönemde zorunlu göçe maruz bırakılmış 300000 Ermeni’den yarısının yollarda telef olduğunu yazıyor. Burada, bu mahallede aslında bir hüzün öyküsü var.

Konuyu bitirirken sorum şu olacak; 1915 yılı olaylarını soykırım gören, katedral duvarlarına çizen, anıtını diken zihniyet, 1604 zorunlu göçü ve yolda ölen Ermeni vatandaşını ne olarak görüyor acaba?

Ölen ve zulme uğramış halkların dini ve milliyeti olamayacağı gibi, zulüm eden insan müsveddelerinin de dini ve milliyeti yoktur. Zulmü kınayalım ama zulüm ayrımı yapmayalım derim.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru