
Sabah saat 09:00 gibi otobüsümüz, bu sefer yeni bir ülkeye, Karadağ’a gitmek için hareket etti. Hırvatistan’da 1-2 gün daha rahatlıkla geçirebilirdim ama yapacak bir şey yok, program belli. “Bu gezi ile kendimize gelecekte yeniden gideceğimiz bir rota belirlemiş olduk” diyeceğim ama hanımla ” bir gittiğimiz yere, bir daha gitmeme” şeklinde bir gezi anlayışımız var. Öyle ya! Gezilecek çok yer var ama para ve zaman kısıtlı. . O nedenle önce görmediğimiz ve gitmeyi planladığımız yerler bitirilmeli..
Karadağ benim merakla beklediğim bir ülke. Bizim programda burası için 2 gece 3 gün vermiştim. Ama tur programı 1 gece 2 gün şeklinde. Baştan biliyorum ki Karadağ’ın tadı damağımda kalacak.
Hırvatistan’ın safir mavisi Adriyatik denizi, Karadağ’da da devam etse de, heybetli gri dağların gölgesinde, denizin renginde kararma oluyor. Karadağ (Montenegro) ismi de bu dağlardan geliyor zaten.
Karadağ, tarih boyunca bağımsızlığı için savaş vermiş olan bir ülke. Bizim dedeler buralarda hep başarısız olmuşlar. Karadağlılar, bu başarıları ile de haklı olarak büyük bir övünç duyuyorlar. Gerçi “Bu kadar dağda taşta dedelerin işi de neydi?” diye soruyor insan. Bağımsızlığı için savaşan insanları takdir etmek lazım.
Tarihlerinde iki kez bağımsızlıklarını kaybetmişler. Bunlardan bir tanesi 1166 yılında Sırp Kralı Raska’ya karşı olmuş ve 200 yıl Sırpların boyunduruğu altında yaşamışlar. Bir diğeri ise 1. Dünya savaşında, 1916 yılında Avusturya işgali ile olmuş. Sırplarla birlikte Avusturyalılara karşı savaş vermişler ve kurtulmuşlar. Ama bu sefer de Sırplar bu ülkeyi 1922 yılında topraklarına katmışlar.
Tarihte Karadağ’lılar aslında kabile yaşamı süren insanlar olmuşlar. 17. Yüzyılda bu kabileleri birleştirip devlet haline getiren, prens-din büyüğü karışımı Danilo Petrović (Vladike Danilo) olmuş. Bu yönetici hiç evlenmemiş ve ondan sonra da yönetime yeğeni geçmiş. Bu amcadan yeğene tahtın nakli sonra da devam etmiş. Vladike 1. Petar ve sonraki takipçisi 2. Petar Petrovic Njegos Karadağı, merkezi yönetimi olan bir devlet haline getirmişler. Osmanlı-Rus savaşlarının olduğu bir dönemdeTürklerin elinde olan bazı bölgeler 2.Petar sayesinde Osmanlılardan alınmış ve siyasi başkenti Cetinje olan bağımsız bir devlet olmuşlar. Devletin başına geçen 1. Nikola ise evlenmeme geleneğini bozup, bir de üstüne çok sayıda çocuk sahibi olmuş. Çocuklarından 6 kız çocuğunu Avrupa’nın aristokrat ailelerine gelin verince Karadağ’ın devlet olarak durumu daha da sağlamlaşmış ve Cetinje’de bazı büyük devletlerin elçilikleri açılmış. 1910’da 1. Nikola kendini kral ilan edince Karadağ’a monarşi gelmiş. Dört yıl sonra Karadağ savaşa girmiş ve 4 yıl sonra da Sırp boyunduruğu altına girilmiş. 1919 yılında Kral 1. Nikola’nın desteklediği bir başkaldırı olsa da başarılı olamamış. İkinci Dünya savaşında Partizanlara yaptıkları yardımlar karşısında Tito, Karadağ’a ödül olarak Cumhuriyet statüsü vermiş. 2006 yılında ise Karadağ, özgürlüğünü ilan edip, Dünyanın 192. Devleti olmuş.
Halen kendine has bir para birimi olmayıp, Euro resmi para olarak kullanılıyor. Ülkenin başkenti Podgorica’ya taşınmış. 2014’de tahmini nüfusu 650.000 ve yüzölçümü ise 13.812 km².
Dubrovnik’ten çıkışta son bir kez daha Dubrovnik fotoğrafları almak için durduk. Sabahın bu saatlerinde bu ışıkta bir başka güzel gözüküyor, Dubrovnik.
Dubrovnik’ten 45 km sonra Karadağ sınırına geliyorsunuz. Sınırda biraz beklemek zorunda kaldık. Sınırı geçtikten birkaç kilometre sonra bir benzin istasyonunda durduk. Kilometre olarak biraz erken olan ama sınırda kaybettiğimiz zamana göre yerinde bir molaydı. Karadağ tahmin ettiğim gibi yemyeşil bir ülke. Hele de gittiğimiz zaman yeşilin en canlı zamanı olunca, manzaraya doyum olmuyor.
Kısa mola sonrası Kotor’a doğru yola düştük. Avrupa’nın bu en güneyindeki ve dünyanın en büyük fiyortlarından birini görmek heyecan veriyor. Kotor Körfezi, aslında Bokelj adlı Orenj Dağlarından gelen bir nehrin yaptığı kanyon. Yani bu kanyonu dolduran Adriyatik denizinin altında bir nehir akıyor. Bu nedenle burada sular soğuk oluyormuş.
Kotor körfezini kestirmeden vapurla da geçebiliyorsunuz. Ancak bizim amaç yolu uzatmak ve Kotor’da şehri turlamak olunca tüm körfezi dolaştık. Kotor körfezi kıvrıla kıvrıla önümüzde akıp gidiyor. Gerçekten çok güzel görüntüler var ama yol o kadar dar ki, koca otobüsü kenara çekip de doya doya fotoğraf alma imkanımız olmadı. “Buraya kendi kullandığın bir araçla gelmen şarttı” diye düşündüm.
Kotor Körfezine girişteki ilk yerleşim yerleri Herceg Novi sonra da Perast. Risan adlı şehir ise Kotor körfezinin en eski yerleşim yerlerinden birisi ama bu üç şehri de doğrudan geçmek zorunda kaldık. Önceleri durmadık diye biraz kızmıştım ama Kotor’dan sonra 25 km tırmandığımız, neredeyse ancak bir arabanın geçebileceği yolları ile dağları görünce “Durmamamızın sebebi varmış” dedim. Karadağ’ı bir gün daha gezmeliydik.
Sonunda güzel bir yolculuk sonrası Kotor körfezinin Unesco’nun Dünya Kültür Mirası listesinde bulunan Kotor adlı şehrine geldik. Surlarla çevrili Kotor şehrinin limanında kocaman bir yolcu gemisi vardı. Bu şehir Avrupa’nın en güneydeki, en derin fiyordun ucunda kurulmuş. Osmanlının meşhur kaptanıderyası Barbaros Hayrettin, Kotor’a kadar gelip bu korunaklı şehri almayı denemiş ama becerememiş.
Şehre deniz kapısından girdik. Şehre girdikten sonra karşınıza gelen alan (Oruzia) şehrin en işlek yeri ve bir de 1602 yılından kalma saat kulesi var. Şehrin dar sokaklarında hızlıca bir bilgilenme ve gezinti yaptık. İçini gezdiğimiz St Tryphon Katedrali, Kotor şehrinin koruyucu azizi Tryphon için yapılmış olan bir katedralmiş. Yapımı 11 yüzyıla kadar gidiyor ancak depremlerle yıkılmış ve yeniden yapmışlar. Gotik-Romanesk tarzdaki bina içinde, ince sütunların bir araya gelmesi ile tavan desteklenmekte. Yerel rehber bizi St Mary adlı bir diğer kiliseye götürdü. Bizi bu kilisenin kapılarındaki oymaları göstermek istediğini anlattı. Vasko Lipovac adlı bir sanatçı buradaki oymaların bir tanesinde Barbaros Hayrettin’in savaş gemilerini oymuş ve yengilerini anlatmış.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Kotor şehrinde birkaç saati rahatlıkla geçirebilirdik. Doğrusu burası için mutlaka vakit ayırmak lazımdı. Hele şehrin yukarılarında bulunan kale surlarına çıkıp, şehri yukarıdan fotoğraflayamamak çok kötü oldu.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Sonrasında otobüsümüz 25 kilometrelik, keskin virajlarla dolu Dinar Alpleri’ne yani dağlara doğru yükselmeye başlayarak, Cetinje’ye doğru yöneldi. Altımızda Kotor körfezi her bir virajı dönüşümüzde ufaldıkça ufaldı, manzara daha da bir güzelleşti. Ancak neredeyse bir otobüs genişliğinde olan yolda, karşıdan gelen araçlar nedeni ile oldukça sıkıntılar yaşamadık değil. Kâh biz bekledik, geriye gittik, kah da karşıdaki araba. Sonunda uygun bir yerde durulabildik ve aşağıda tüm güzelliği ile duran Kotor Körfezi ve Adriyatik manzarası karşısında heyecanlandık. Tabii ki bol bol fotoğraf çektik.
Lovcen Dağlarında uzun bir tırmanış sonrasında tepede Njegusi denen bir köyde durduk. Öğle yemeğimizi geç yiyebileceğimiz için bu köyde, Konoba adlı bir restoranda hazırlamış oldukları sandviçleri yedik. Bu köyün iki özelliği var; bir tanesi 1696-1918 yılları arasında Karadağ’ı yönetmiş olan Petrovic sülalesinin çıkış yeri olması ve diğeri de bu köyün ürünlerinin tamamen organik ürünler olması. Gerçekten o küçücük sandviçin içindeki peynir ve et muhteşem bir tada sahiptiler. Hata yaptım, orada satılan peynirlerden almadım. 
Tekrar yola düştük dağların zirvesinde Çetinje şehrine vardık. Bu şehir bizim kasabalara büyüklüğe ve nüfusa sahip. Ancak tertemiz ve yemyeşil görünümde. Kısa bir tur sonrası şehir müzesine doğru yöneldik. Yukarıda bahsettiğim Kral Nikola’nın Sarayı şimdilerde müze haline dönüşmüş. Müzesi tek gezilecek yeri olunca bizden önceki grupları beklememiz gerekti. Bizi bir rehber eşliğinde gezdirmeye başladılar. Rehber komünist dönemden kalma bir memur izlenimi bıraktı. İlk lafı “Türkler bizi hiç yenemediler” oldu. Sorduk mu be kadın!
Sonra Abdülhamit ile Nikola arasındaki derin muhabbet ve bizimkinin Nikola’ya verdiği değeri ve hediyeleri anlatmaya ve göstermeye başladı. O zamandan karar vermiştim “Bu ne biçim bir dostluktur, sadece bizimkisi vermiş. Bu konuyu İstanbul’a dönünce araştıracağım” diye. Dediğine göre Nikola ile Abdülhamit Paris’te Askeri Okuldan arkadaşmışlar! Abdülhamit Paris’e gezmeye gitti ama Askeri Okulu hiç duymamıştım. Yaptığım araştırmaya göre Prens Nikola 1883 ve 1899 yıllarında iki İstanbul ziyareti yapmış. İlk gezisini 20 Ağustos 1883 yılında gerçekleştiren Prens Nikola ve beraberindeki heyet Göksu Kasrında misafir edilmiş. Abdülhamit, ayrıca İstanbul’da kaldığı müddetçe masrafları için 10.000 altın tahsis ederek bütün masrafların hazine-i hassa tarafından karşılanmasını sağlamış. Prens Nikola, ikinci İstanbul seyahatini 1899 yılında Abdülhamit’in cülus günü kutlama merasimleri münasebetiyle ve bir dizi temaslarda bulunmak üzere gerçekleştirmiş. 17 gün süren bu ziyarette, eşi Prenses Milena ve oğlu Prens Mirko da hazır bulunmuş. Konuk devlet lideri, muhteşem bir şekilde karşılanmış ve aynı şekilde ağırlanmış. Kendisine bizzat Abdülhamit tarafından hediye edilen ve bugün Sabancı Müzesi olarak kullanılan boğaza nazır Emirgan Yalısı’nda ikamet eden Nikola, İstanbul’a hayran kalmış. Yani bizim rehber hanım biraz haklı galiba. “Neden bu muhabbet ?” derseniz, Abdülhamit’in Nikola’nın kızlarının gelin gittiği Avrupa soyluları ile arayı hoş tutmak istemesi olabileceğini düşündüm. Kim bilir ? Vardır bizim Kızıl Sultan’ın bir bildiği.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Cetinje sonrasında otobüsümüze tekrar binip bu sefer Budva’ya doğru yola çıktık. Otuz kilometre sonrada Budva’ya vardık. Budva Karadağ’ın en turistik mekanlarından birisi. On bin nüfuslu çok şirin bir şehir. Ancak tam bir şantiye yeri olmaya doğru gidiyor izlenimini aldık. Çok uluslu şirketler burada da cirit atıyor.
1572 yılında Uluç Ali Paşa tarafından Venediklilerden alınarak Türk topraklarına katılan Budva, Venedik ile 1573 yılında yapılan anlaşma ile tekrar bu ülkeye verilmiş.
Budva’da önce yemek yiyeceğimiz lokantaya gittik. Sahilde çok güzel bir lokantada, güzel bir yemek yedik. Sonrasında eski şehir (Stari Grad) içinde kısa bir tur attık. Kalesi, surları, daracık sokakları ile bu eski şehirler artık hep birbirlerine benzemeye başladılar. Ama bıktırmayacak bir sevimliliğe de sahipler. 1979’da iki deprem sonrası olan büyük hasarlar, sonradan tamir edilmiş ve bugün ki hali ortaya çıkmış. Akşam için bir kafeyi gözümüze kestirip otobüsümüze geri döndük. Bu gün daha bitmedi, sırada Sveti Stefan var.

Sveti Stefan, Budva’dan 15 km kadar dışarıda olan aslında bir zamanlar minicik bir yerleşim yeri iken, Sophia Loren ve Carlo Ponti’nin tatillerini burada yapmaları ile ünlenen bir yer. Bir zamanlar küçük bir balıkçı köyü olan bu ada, Ana karaya kısa ve dar bir yolla bağlanmış ve şimdilerde Japonlar burayı tamamen satın alıp otel yapıyorlarmış. Buraya ziyaret yok, bu nedenle biz tepeden bakıp, fotoğraflayacağız. Buradan gün batımı da çok güzel oluyormuş. Gittiğimiz saat çok uygun ama bulutların ardındaki güneş yüzünü hiç de göstereceğe benzemiyor. Bol bol fotoğraflayıp, kalacağımız otele yerleştik. 
Bugün aslında epey yorulmuşuz, yatağa girince anladık. İki saat kadar uyumuşum. Arkadaşlarla gece eski şehre gitmeye karar vermiştik. Hanımı derin uykudan uyandırmanın imkanı yok ama ben bir gayret giyinip otel lobisine inince bizim ekibin hazır kıta beklediğini gördüm. Seviyorum bu gezginleri!
Gece ancak 2 saat kalıp, kısa bir tur ve bir kahve sonrasında otele döndük. Yarın yine yolardayız ve bu sefer başka bir ülkeye Bosna-Hersek’e doğru gideceğiz.

Gezekalın
Dr Ümit Kuru
İlk yayın tarihi 09.06.2010
Gözden geçirilmiş son basım tarihi 20.11.2014 Saat 00:20