Dünya Mirası Listesi-Makedonya

SONY DSC

 

 

MAKEDONYA’NIN DÜNYA MİRASI LİSTESİNDEKİ YERLERİ

  • Ohrid ve civarı-Dünya Kültür ve Doğa Mirası Şehri

Makedonya’nın resmi olarak UNESCO Dünya Mirası Listesi içinde yer alan sadece bir yeri mevcut. Evet, tahmin ettiğiniz gibi Ohrid Makedonya’nın Dünya Kültür veDoğa Mirası Listesine giren tek yeri durumundadır. 1979 Yılında sadece Ohrid Gölü Dünya Doğa Mirası listesine dahil edilmişken, 1980 yılında bir düzeltme yapılarak eski Ohrid Şehri Kültür Mirası Listesine de dahil edildi. Yani Ohrid hem Doğa ve hem de Kültür Mirası Listesi içindedir.

Ohrid Gölü kıyılarındaki Ohrid Şehri Avrupa’nın en eski yerleşim yerlerinden bir tanesidir. Ancak şehrin gelişimi esas olarak 7-19. Yüzyıllar arasındadır. St Pantelejmon en eski Slav Manastırı ünvanını taşırken, 11.Yüzyıldan 14. Yüzyıl sonuna kadar tarihlenen 800’den fazla Bizans stili ikona da bu şehirde bulunmaktadır. Moskova’daki  Tretiakov Galerisinden sonra dünyadaki en büyük ve en önemli ikona koleksiyonunun bu şehirde olduğu kabul edilmektedir.

Ohrid bir gezginin tekrar tekrar görmek isteyebileceği bir şehir. Kesinlikle fazla zaman ayrılmayı hak ediyor.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

27.11.2014 Saat 00:25

 

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Balkanlarda Ataların ve Baharın İzlerinde 5. Gün- Resne-Manastır-Makova Köyü-Prespa Gölü ve Galicica Milli Parkı

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Sabah erken kalktım ve kendimi hemen Ohrid sokaklarına attım. Sokaklar boş, ama her gece yatmadan önce çay içmeye gittiğimiz Arnavut arkadaşın işlettiği kahve açık. Çay içmeyi sonraya bırakıp, dünden gözüme kestirdiğim rotadan yürümeye başladım. Hedef Saint Kaneo Kilisesi. Ara sokaklar çok güzel, bol bol fotoğraf çekme şansım oldu. Dünkü fırtına nedeni ile oluşan dalgaların kıyılardaki lokantaların masalarını, sandalyelerini göle çektiğine şahit olmuştum. Ama bugün çılgın Ohrid Gölünün yerini, ölü sessizliğine sahip Ohrid Gölü almıştı. Ohrid Gölü, dipte çakıl taşları seçilecek kadar berrak suları ile tam da fotoğraflarını gördüğüm Ohrid Gölü haline gelmişti. St. Kaneo Kilisesine ulaşıp, aynı yoldan fotoğraf çeke çeke geri döndüm. Bizimkiler kahvaltı salonuna inmişler, kahvaltı sonuna gelmişler bile.

Bugün de doğa ve tarih ağırlıklı bir gün olacak. Dün Stefan ve lokal Rehberimiz Cengiz’le yapmış olduğumuz görüşme ile, İstanbul’da yapmış olduğumuz planda bazı değişiklikler yaptık. Önce Resne’ye gidip daha sonra Manastır’a gideceğiz. Sonrasında Makova köyü ve devamında Prespa Gölü ve Galicica Milli Parkı yolu ile Ohrid’e döneceğiz.

Ahmed_Niyazi_Rsneliİlk durak Resne. Ohrid-Resne arası 40 km. Resne’ye, Resneli Niyazi’den dolayı gidiyoruz. Hürriyet kahramanı Niyazi, 1873 Resne doğumludur. Arnavut kökenli bir Bektaşîdir.  Askerî okulu bitirdiği yıl, yani 24 yaşında, 1897’deki Yunan savaşında büyük yararlılıklar gösterir ve bir Yunan birliğini toptan esir alır. Ancak Resne’li Niyazi’yi esas olarak iki özelliğinden dolayı biliyoruz. Bir tanesi 1908 devriminin kıvılcımını yakan kişilerin başında gelenlerinden olması, diğeri ise kendisine “rehber-i hürriyet” adını verdiği ve dağlarda bulup yanına alarak beslediği geyiği. Ama aslında bir de bir sözün ona atfedilmesi ile tanıyoruz kendisini; “ ne şehittir ne gazi b.. yoluna gitti Niyazi” . Balkan savaşında alınan yenilgi sonrası gemi ile İstanbul’a dönerken yolda kendi koruması tarafından tek kurşunla öldürülmesinden sonra bu sözün ortaya atıldığı söylencesi var.. SONY DSC

Resne’li Niyazi’nin Sarayı gerçekten müthiş bir yer, bahçesi çok güzel

Resne’de bu kısa mola sonrası, Makedonca Bitola denen Manastır’a geldik. Resne Manastır arası 75 km. Manastır’da saat kulesinin bulunduğu parkta buradaki rehberimiz ile buluşacağız. Bu sefer rehberimiz bir bayan çıktı. Bayan Anetta aslında bir arkeolog ama Türkiye’de de eğitim almış ve Türkçe biliyor. Ayrıca Elveda Rumeli dizisinde de görevli.  Bundan başka ne isteriz?

Manastır’a Türklerin ilk gelişi 1382 yılları. Yani Manastır aslında uzun yıllardır Türklerin elinde kalmış bir şehir. Manastır’da gezimize saat kulesi (1664) ile başladık. Eski Türk yerleşimlerinde Çarşı varsa, başında veya sonunda saat kulesi de  oluyor. Elveda Rumeli dizisindeki Terzi Hasan, Kasap Cabbar ve diğerlerinin dükkanlarının çekimlerini olduğu alan bu çarşıymış. Sağlı sollu dükkanlar, kepenkleri bile eski haliyle duruyor. Bedesten’in artık bir özelliği kalmamış gibi, Haydar (Ajdar) Kadı Camisini (Mimar Sinan tarafından 1561-62 yıllarında yaptırılmış) ise göremedik. İbadete de , geziye de kapalı imiş.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Daha sonra Şirok sokak gezimiz yaptık. Burası Manastır’ın en güzel sokağı. Sağlı sollu Paris tarzı kafeler var. Evler eskinin barok tarzı ve hala bakımlı, belli ki zamanında zenginler buralarda yaşamışlar. Bir alımlı ev önünden geçiyoruz. Ben fotosunu çektim. Sonradan öğrendim ki bu ev sevgili Atatürk’ümüzün ilk aşkı yaşadığı Eleni adlı kız ve ailesinin eviymiş. Hani Manastır Askeri İdadisinde askeri öğrenci iken tanıdığı Mustafa Kemal’e,  sonradan yazdığı ve şu satırlarla başlayan mektubun sahibi olan genç kız;

“Kemal Atatürk’e herhangi bir zamanda ve her hangi bir yerde!

Çok seneler geçti, ben halen her gün içerisinde senden haber bekliyorum. Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla ve kağıttaki göz yaşlarımı görebileceksin. Yıllar ve olaylar geçiyor, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor. Mektubu okurken, başka kadını seviyorsan, mektubumu kopar ve kendine sor: inanabiliyor mu ki, manastır’lı bir Eleni Karinte, bir günlük tanıdığı ve aşık olduğu adama bütün ömrünü harcamıştır?  “

ve Eleni’nin mektubundaki son cümlesi:

“Ebediyen seni seven ve seni bekleyen, senin Eleni Karinte.”

SONY DSC

Manastır Askeri idadisindeki, 2. Kattaki Atatürk Müzesinde, girişte sizi karşılayan ve  duvara asılmış bu güzel dizelerin sahibi olan Manastırlı genç kız işte bu evde yaşamış. Hayatımda bu kadar güzel bir aşk mektubu okumadım. SONY DSC

Şirok Sokağı sonunda Manastır Askeri İdadisine (lise) geliyorsunuz. Daha kapısında yoğun bir duygu seline kapıldık. 1848 yılında kurulan bu okulda Mustafa Kemal Atatürk 1896-1899 yılları arasında okumuş. Balkan harbinde okulun öğrencileri Kuleli Askeri Lisesine nakledilmiş (hani bu günlerde siyasetçilerin göz diktikleri o güzelim bina. Bu arada övünerek söylerim ki, Kuleli Askeri Lisesi benimde okulum olur). Manastırdaki bu okul şu anda arkeoloji müzesi olarak kullanılmakta. Binanın ikinci katında Atatürk Anı Odası bulunuyor. 1998 yılında açılmış.

SONY DSCManastır’da Askeri Okulu gezdikten sonra 10 km Manastır dışında bulunan Heraklis antik kentini gezmeye gittik. Burada hala kazılar yapılıyor. Çıkartılan mozaikler çok değerli.

Bu gezimizden sonra ise hastanemde çalışan ve bir kısım aile büyükleri halen Manastır’da yaşayan bir arkadaşın, bu aile büyüklerini ziyarete gittik. Manstır’da ev gezmesi bile yapmış olduk. Hazırlanan güzel sofrada, demli çaylarımızı içerken Türkiye’den selam götürüp, Manastırdan selam   getirdik. SONY DSC

Sonraki durak ise 40 km ötedeki Makova Köyü. Elveda Rumeli’nin film seti olan bu köyde çok az sayıda yaşayan var. Dizi çekimleri bitmişti, kimse yoktu tabii ki.  Ama Anetta’nın rehberliğinde  köyü iyice tanımış olduk. Harika bir yer.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Tekrar yola düşüp Podmocani denen bir köye geldik. Aslında burası zamanında bir Türk köyüymüş ama şimdi çok çok az Türk yaşıyormuş. Buraya esas olarak Etnografya müzesini gezelim diye gittik. Türkiye’de program yaparken burasını “Lonely Planet de yazıyor, vardır bir bildikleri” deyip yazmıştım. Doğrusu Makova köyü sonrası yeşilden ve ortamdan mest olup dönerken buraya uğrayacağımızı unutmuştum bile. İçeriye girerken de bir şeye benzetemiyorsunuz burasını. Burası aslında özel bir müze ve sahibi çok şakacı bir adam. Ama içeride benim gördüğüm en zengin eski Türk giysisi koleksiyonu vardı. İnanılır gibi değildi. Makedonya ya giden burayı mutlaka gezmeli…

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Günün son gezisi Prespa  Gölüne yapıldı. Burası Ohrid gölüne göre 100 mt daha yukarıda kalan göl. Yol çok güzel ama bir yağmura yakalandık ki sormayın! Oldu mu bu şimdi? Bir taraftan sis, bir taraftan yağmur. Ohrid gölü ile Prespa Gölü arasında Galicica Milli Parkını görmemiz gerekiyordu. Sadece kısa bir alanı görmeye müsaade var, Stefan pür dikkat yola bakıyor. Zevkle bitireceğimiz geziyi, biraz eziyetle bitiriyoruz. Bu kısım için Makedonya’dan alacağım var.

SONY DSC

Akşam otele attık kendimizi, herkes duşa ve dinlenmeye çekildi.  Akşama yemeği şirketten. Çalgılı,sözlü veda yemeğimiz oldu.

Yarın bir başka Ülke ve Elveda Makedonya.

Gezekalın…

Dr Ümit Kuru

Gözden geçirilmiş son yayın tarihi 21.10.2014 Saat 23:28

Balkanlarda Ataların ve Baharın İzlerinde 4. Gün- Makedonya’nın İncisi Ohrid

SONY DSC

Ohrid’de kaldığımız otel eski şehrin tam başında. Hemen karşı kaldırımda Türklerin ve Türkçe konuşan Arnavutlar’ın işlettiği kahvede bol bol çay hasretimizi giderme şansımızda oldu. Otel Cingo güzel bir otel ve kahvaltı menüleri de zengindi.

SONY DSCKahvaltı sonrasında bizi Ohrid’de gezdirecek olan Cengiz isimli rehber geldi. Cengiz’in Türkçesi biraz bozuktu ama konusuna çok hakimdi. Türkçenin yetmediği yerde İngilizce anlaşabildik. Stefan dün tüm gün direksiyon başında olduğundan ve yorulduğundan öğlene kadar dinlenmede. Öğlene kadar yürüyerek yapacağımız  Ohrid gezisi sonrasında onu ve aracımızı alıp St. Naum Kilisesine gideceğiz.

Ohrid şehir turu yaklaşık olarak 4 saat kadar sürüyor. Makedonya’nın Dünya Mirası Listesi içinde olan tek yeri Ohrid Şehri. Dünya Kültür Mirası Listesindeki Ohrid gezisine otelin hemen önünde bulunan eski Türk Çarşısından başladık. SONY DSCDün gece yorgunluktan camekanlara bakamayan hanımlar tam formda bir oraya, bir buraya koşturuyorlar. Önce Halveti Tekkesine girdik ama bu Tekke diğer gördüğümüz örneklere göre iyi bir örnek değil.

Eski şehrin ortasında 600-700 yıllık bir çınar ağacı var. Bunun altında rehberimizden Ohrid hakkında kısaca bilgilendik. Milattan önce 4. yüzyıldan beri bilinen bir şehir ve o zaman ki ismi “Işık şehri” anlamı taşıyan Lychnidos. Ben bu ismi daha çok sevdim. Ohrid ismi ise daha sonra verilmiş. Bu adın, kabaca, “Tepede” anlamına gelen Vo Hrid kelimesinden geldiği sanılıyor. Deniz yüzeyinden 695 mt yüksekte olan bu şehir, 10. yüzyılda Slav Ortodoksluğunun dini merkezi haline bile gelmiş ve söylence o ki her gün için bir kilise olacak şekilde, irili ufaklı 365 kiliseye sahipmiş. Ciril ve Metodyl Slav alfabesini bu şehirde yaratmışlar. Aynı şekilde ilk Slav Üniversitesi de bu şehirde kurulmuş.

SONY DSCOhrid Gölüne gelince; Ohrid gölünün tam 3 milyon yaşında olduğu düşünülüyor. Göl Avrupa’nın en derin olan gölü (288 mt) ve 358 km² lik bir alanı kapsıyor. Yazın burası Makedonların yüzme için tatile geldikleri bir yer. Biz de mayoları yanımızda götürdük ama hava yüzmeye pek müsaade etmedi. Bu göl 200 civarı endemik su canlısını barındırıyor. Galicica ormanlarına komşu olan doğu bölgesi, gölün en güzel yeri.

SONY DSCOhrid gölü, benim fotoğraflarda gördüğüm gibi sessiz sakin değil bugün. Sıkı bir rüzgar var. Sahilde Aziz Clement’in dev bir heykeli var. Aziz Clement şehrin koruyucusu anlamında, heykelinde bir elinde Ohrid şehrini tutarken yontulmuş. Yürüyüşe devaam edip dar bir sokağa girdik. Cengiz, sağ yanımızda olan eski binanın Elveda Rumeli’deki kaymakamın evi olduğunu söyledi. Yola devam ediyoruz, sağda dükkanın bir tanesine girdik. Sabah sabah bu rehber ne yapıyor derken, meğerse eski teknik kağıt yapımını izleyecekmişiz. İlginç bir deneyim oldu.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCSonraki durağımız St Sophia Kilisesi oldu. Bu kilise, içindeki freskoları ile meşhur. Gerçekten çok güzeller. Sonra Antik Tiyatro ve devamında Kaleye çıktık.  Kaleden, Ohrid şehri çok güzel gözüküyor.  Burada gezdiğimiz en güzel kilise Sv. Bogorodica Perivlepta Kilisesi. Burası minicik bir Kilise ama 1295 tarihli ve kilise içinde Rönesans öncesinde, Rönesans dönemi güzelliği ve özelliğinde freskolar var. Ayrıca ilk Slav alfabesi ile yazılan yazılar, kilisenin mermer taşlarına kazınmış. Hemen yan tarafta okul olduğunu öğrendiğimiz bina, Elveda Rumeli dizisinde Kaymakamlık makam binası rolünü oynuyor.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSC

SONY DSCZiyaret ettiğimiz diğer bir kilise de Plaosnik kilisesi. Bu alanda kazı çalışmaları vardı. Burada Bizans dönemine ait eserler çıkartılıyor ve bahçede bu dönemden mozaikler var. Ama buradaki kilise çok yakın tarihte, 2002 yılında yapılmış. Burada aslında bir kilise varmış. Bu kilise yıkılınca, yıkıntılar üzerinde Osmanlı bir cami yapmış. Bu camiyi Makedonlar yıkıp, yerine 2002 tarihinde bu kilise yapmışlar. Sevgili Cengiz bu hikayeyi çok kızgın şekilde anlattı. Makedonların, önce Türklerin burada olan Kiliseyi yıkıp yerine cami yaptıkları için bu olayı gerçekleştirdiğini anlattı ve devam etti “ Aslında burada bulunan kilise Türklerden önce yıkılmıştı ve Osmanlı bu yıkık temel üzerine cami yapmıştı”. Bu olay, bu bölgedeki Türkleri ve Arnavutları çok etkilemiş.   Keşke cami yanında kiliselerini yapsalardı, 550 yıllık camiyi yıkıp yerine yeni bir kilise yapmak en azından tarihe saygısızlık. Bunun adına, kim yaparsa yapsın, “Vandallık” denir.    SONY DSC

Daha sonra St Kaneo kilisesine doğru yürüdük. Burası benim en çok görmek istediğim yerlerden. “Before the Rain” filminin çevrildiği St Kaneo kilisesinin, Makedonya tanıtımlarında çok güzel fotoğrafları vardı. Gerçekten çok güzel bir yer ve harika fotoğraflar aldım. Burayı gezdikten sonra şehre dönüyoruz, aslında programda burada bulunan iskeleden tekneye binip, şehre gölden dönecektik ama ne mümkün! Rüzgar artık tam bir fırtına oldu, tekneleri sahile atıp duruyor. Şu havanın yaptığına bak..

Söz verdiğim gibi bayanları inci dükkanlarına saldık. Ohrid incileri ile meşhur. Hemen hepsi inci kolye, yüzük ya da küpe aldılar. Ufak ufak yağmurda başladı, acıktık da daldık bir lokantaya. Balık çorbalarımızı ısmarladık. Aslında Ohrid’in meşhur bir alabalığı var, Kuran Alabalığı. Çok özel ve sadece burada çıkan bir alabalık.  Ama gölden bu balığı avlamak yasakmış. Arnavutluk tarafında ise avlanıyormuş. Zaten gelen aperatifler ve balık çorbası ile doyduk bile. Yemekler Makedonya da her yerde lezzetli ve ucuz.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSC

Öğle sonrasında otelde Stefan ile buluşup, arabamızla St Naum Manastırına doğru yola çıktık. St Naum, St Clement ile birlikte Ciril ve Metodyl adlı azizlerin öğrencileri. St Clement Ohrid’de kalırken, St Naum  Ohrid’e 30 km kadar uzaklıkta bu yerde öğretisini yaymaya devam ediyor. Burada Manastır ve kiliseyi gezdik, içeride hayatımda görmediğim kadar çok sayıda tavus kuşu vardı.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSC

SONY DSCBurayı gezdikten sonra Kara Drim nehrinin kaynaklarında unutulmaz bir bot turu yaptık. Buradan kaynaklanan Kara Drim, Ohrid Gölüne akıyor. Struga şehrinde ise Ohrid Gölünden ayrılıyor. Kara Drim Nehri, deniz yüzeyinden 750 mt daha yukarıda olan Prespa Gölünün fazla sularını, 650 mt rakımlı Ohrid Gölüne taşıyor. Suyun sıcaklığı yaz-kış 8 dereceymiş. Sular o kadar berrak ki, suyun dibindeki balıkların hepsini seçtiğimiz gibi, suyun dibinde kumun içinden, kayanın dibinden gelen kaynak suyunun çıkışını bile görebiliyoruz. Ekip bu günden çok zevk aldı.   Harika bir tekne turuydu.

Sonrasında hemen kenardaki lokantada kahvelerimizi içtik. Ben zevkten kahvenin yanında bir sigara kaçamağı yaptım. Şöyle berrak sulara, yeşilin en canlı haline karşı. SONY DSC

Oh be, iyi ki gelmişiz Makedonya’ya, gel keyfim gel..

Gezekalın…

Dr Ümit Kuru

İlk Yayın Tarih:i 23 Temmuz 2009, 23:12

Son Gözden Geçirilmiş Yayın Tarihi: 19.10.2014 Saat 20:38

Balkanlarda Ataların ve Baharın İzlerinde 3. Gün- Üsküp’ten-Ohrid’e-Matka Gölü ve Kanyonu

SONY DSC

Bugün gezimizin en güzel günü olacak. Bunu programı hazırladığım gün biliyordum. Üsküp’ten hareket etsek ve hiç durmadan Ohrid’e doğru yol alsak 177 km ve 2,5 saat sürecek. Ama kim hemen gitmek istiyor ki?

Bugün hep yeşilin içinde olacağız. Matka kanyonu ve gölü ile başlayacak yolculuk, Tetova (Kalkendelen) şehri, Movrova Ulusal parkı, Rostuse köyü ve Şelaleleri, Debar şehri ve Gölü, Struga şehri ve en sonunda Ohrid’de bitecek. Küçük gezi grubum bugün beni ya taşlar, ya da yorgun ama aşırı mutlu oluruz. Günün sonunu ben de merak etmiyor değilim. SONY DSC

Otelden sabah kahvaltı sonrası ayrılıyoruz. Üsküp-Matka arası 17 km yani 30 dakika. Çabucak Matka’ya varıyoruz. Aracımızı park ettikten sonra Matka gölüne doğru yürüyüşe başladık. Matka, orta çağ binaları, kiliseleri ve manastırlarının yeşil ve mavi içine, insan tarafından özenle yerleştirilmesi ile tam görsel cennete dönüşmüş bir yer. Burada rafting, kaya tırmanışları ve çeşitli zorluk derecelerinde yürüyüşler yapılabiliyor. Bitki örtüsü ve doğal yaşamı ile özel bir yer. Matka gölü, Makedonya’nın en eski suni gölü. Matka Kanyonu yaklaşık 5000 hektarlık bir alanı kaplıyor.

SONY DSCBenim kağıt üzerindeki planım St Andreas kilisesini görüp, buradan botla karşı kıyıya geçip St Nicolas Manastırına kadar yürüyüş yapıp oradan kanyonu kuşbakışı görüntülemekti. Ama Stefan ile konuşunca bunun yarım gün alacağını öğrendim. Hemen bir B planı yaptık; o zaman St Andreas kilisesi önündeki küçük limandan bota binip Matka kanyonunu botla geçip, mağara gezisi yapıp geri dönmek yeni planımız oldu. Bu da 1,5 saatlik bir vakit harcamak demekti ki, bu bizim günlük programı bozmazdı.

Buraya erken sayılacak bir saatte geldiğimizden etrafta kimsecikler yok. Solda Türkuaz renk, sağda yeşil renk var. St Andreas Kilisesine vardık ama burasının saat 10’da açılacağını artık biliyoruz. Bu 14. Yüzyıl kilisenin çok güzel freskoları varmış. Bunların önemi Rönesans öncesinden, Rönesans dönemi resimlerini andırır kalitede resimler olmasıymış. St Andreas Kilisesinin yanındaki kafede temizlik faaliyetleri var. Stefan, burasının özellikle hafta sonları çok kalabalık olduğunu söyledi. Ne şanslıyız, bu hali bize özel ve çok güzel. Ekip kafedeki masalardan birine oturup, gölün türkuaz mavisine bakıp ve ortamdaki sessizliğin sesini dinlemeye daldı. Herkesin yüzünde güzel bir ifade var. İyi, galiba taşlanmayacağım.

SONY DSC

SONY DSCHemen kayaların oyulması ile yapılmış dar yolda kısa bir yürüyüşe çıktım. Etrafta çok güzel çiçekler var. Bugünün tamamında bülbül sesi vardı ama en yoğun olarak da burada duydum. Bir taraftan video çekimi yapıyorum, bir taraftan makro çekim yapmaya çalışıyorum. Kafeye geri döndüğümde sandalcı gelmiş ve tekne ayarlanmıştı. Hemen tekneye bindik ve sessizliğe aykırı bir motor sesi ile kanyon boyu tekne ile yol almaya başladık. Kanyonda tekne ile 6 km gidilebiliyormuş. Suyun derinliği başlangıçta 66 mt, kanyonun sonunda 22 mt’ye düşüyormuş. Biz 4 km yol aldık sonra bir mağara ziyareti için durduk. Burada çeşitli uzunluklarda mağaralar varmış, sadece bir tanesi şu anda ziyarete açıkmış. Grubun hepsi mağaraya gelmek istemedi, dışarıda durup manzaranın keyfini çıkardılar. Biz 3 kişi daldık mağaraya. Mağara güzeldi ama daha iyi örneklerini gördüğümden çok da etkilendim denemez.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Mağara sonunda su var ve bu su epey derine devam ediyormuş. Tekne ile yolcuğu tamamlayıp geri döndüğümüzde kafenin kalabalıklaştığını gördük. Biz meğerse Matka Gölünün en sakin ve güzel zamanına şahit olmuşuz.

SONY DSC

Tetova ya da Kalkandelen Makedonya’nın 3. Büyük kenti. Arnavut etnik kökenli insanların hakim olduğu bir kent. (Matka-Tetovo arası 35 km). Kosova’da solumuzda kalan Şar dağları bu sefer sağımızda kaldı. Şar dağları eteklerinde, Pena nehri kıyısında kurulu olan Tetovo da ilk uğradığımız yer Alaca Cami. Bu camiyi iki kız kardeş yaptırmışlar. Bir kadının elinin değdiği her şey güzel oluyor galiba. Bu cami iç-dış boyamaları ile meşhur bir cami ve belki de Balkanların en güzel camisi. 1459 da yapılıyor. Camide çok güzel kök boya desenler var.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCKöprü, Hamam ve Harabati Baba Tekkesi diğer ziyaret yerlerinden. Harabati baba tekkesi, balkanlardaki en meşhur Bektaşi tekkesi. 1538 de yapılmış. Tito zamanında burası otel yapılmış, bir ara müze olmuş. 1992 de bir grup Bektaşi tekrar buraya yerleşmiş. 2002 de ise silahlı Sünni bir grup buraya saldırı gerçekleştirmiş. Derviş Tahir Emini ölmüş, şimdilerde yeni bir dervişi var. Çok güzel bir bahçesi var. Rengarenk sardunyalar, küpelilerle dolu. Buraya öğle ezan vakti geldik, bizi Bektaşi tekkesinden bir grup gezdirdi ve bilgilendirdi ama yanda bulunan camiye namaza gelen bazı Arnavut Müslümanlar bu ziyaretten pek hoşlanmadılar nedense. Birisi burayı ziyarete gelenlerin Ergenokoncu olduklarını bile iddia etti. Hey yarabbim ! neler yaşıyoruz, burada da Allahın delisi buldu bizi.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCTetova’dan sonra Mavrovo Ulusal parkına doğru gidiyoruz. (Tetovo-Mavrovo  arası 76 km). 73000 hektarlık alanı ile Makedonya’nın en önemli ulusal parklarından olan Mavrovo’da 1200 mt rakımlarda suni bir göl vardır. Kış turizminin de önemli yerlerinden olan Mavrovo’da yeşil artık gözlerimizi kamaştırmaya başladı. Bizden başka kimse yok gibi. Göl çevresinde bir tur atıyoruz. Stefan’dan aracı durdurmasını rica ettim. Yarım saat kadar süren bir yürüyüş yaptık. O kadar çok fotoğraflanacak şey var ki! Çilekler daha çok yeşil.  Burada bir tam gün geçirebiliriz ama yol uzun. Kışın ne kadar güzel olur burası!    Mavrovo’dan ayrılmak çok zor oldu. Ama hava iyice kapandı. Bulutlar yere fazla yakın, acele etmek lazım. Sırada Rostuse köyü ve Şelalesi ile Sveti Jovan Bigorski Kilisesi var.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSC27 km sonra Kiliseye varıyoruz. Burada bizi tavus kuşları karşıladı. Makedonya’da kiliselerde tavus kuşları bol miktarda var. Yeniden yaşama dönme ile ilgili bir inanış nedeni ile besleniyorlarmış.  Bu kilise öncelikle içinde bulunan ikonaları ile meşhur, sonra da kilisenin kurulu olduğu alanın manzarasının güzelliği ile. İkonaları yapan ustaların ismini ve eserlerini Üsküp’te Sveti Spas kilisesinde duymuş ve görmüştük. İçeriyi fotoğraflamak yasak olunca foto alamadık. SONY DSCİçeride bize rehberlik eden kilise görevlisi ile biraz tartıştık. Kilisenin Osmanlı tarafından yıkıldığını söyledi. Ben öyle okumamıştım ve Osmanlı’nın kiliseyi, cami yaptığını biliyordum ama yıktığını pek duymamıştım. Belki de olabilir. Kilise bahçesinden karşıdaki Rostuse köyüne baktık. Hedef orası. Kısa bir yolculuk sonrası köye geldik, ekipte biraz yorgunluk emareleri var. Öğle yemeğini de ayak üstü yapınca açlıkta başladı. Köyde insanlar turiste alışık ama Türk olduğumuzu görünce “ne işiniz var burada” ifadesi ile bakıyorlar. Bizim kahveleri andıran bir kahvede Türk kahvemizi içip (Makedonya’da her yerde harika kahve yapıyorlar)  Rostuse şelalesi için yürümeye başladık. Bir iki damla yağmur düşmeye başladı. İçimden “Aman Tanrım biraz daha müsaade et de şu şelaleyi de görelim” diye dua ediyorum. Bir kilometre kadar yürümek lazım. Yürüyüş yolu çok güzel ama yağmur hızlandı. Yağmur yapraklardan yol bulup bizi ıslatamıyor. Altı yüz metrede ilk şelaleyi gördük ama yağmur artık  işi abarttı. Bir gözüm insanlarda, Allahları var sesleri çıkmıyor ama işi de zorlamamak lazım. İleri de esas şelale 100 mt yüksekten akıyor ama buradan ileri gitmeyelim dedim. Grup dünden razı, orada kesip, birkaç fotoğraf sonrası dönüşe geçtik. Araca döndüğümüzde ıslanmıştık ama şelalenin gördüğümüz kadarı bile bizi mest etti.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Araca binince Debar şehrine doğru yola düştük. Eşim gelincikleri çok sever. Bol gelincikli bir tarla ve arka fonda da Debar gölü olunca, Stefan’dan aracı durdurmasını rica ettim. Manzara harikaydı.

SONY DSC

Rostuse-Debar arası 16 km. Debar şehrinin pek bir özelliği yok. Ama şehri geçtikten sonra Cami denen ve göl kenarında bir restoran var, burada durup bir kahve molası daha verdik. Çok iyi bir mola yeri.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Aslında programda Vevcani köyü ve şelalesi vardı ama hava hem kararmaya yakın, hem de yağmur var. Hiç teklife açmadan iptal ettik. Daha sonra her yıl şiir etkinliklerine ev sahipliği yapan Struga şehrine geldik. Aracımızı park edip kısa bir yürüyüş yaptık. Aslında benim kağıt üzeri gezi programımda, buraya güneşin batımına şahit olacak saatte gelmek vardı ama ara ki güneşi bulasın..

Struga şehri bugünün son şehri. Hem Ohrid gölüne ve hem de içinden geçen Kara Drim Nehrine kıyısı olan çok güzel bir şehir burası. Ohrid gölünden geçen Kara Drim nehri, Struga şehrinde Ohrid’den ayrılıp Debar gölü ve devamla Arnavutluk’u geçerek Adriyatik Denizine boşalıyor.

Burada SONY DSCDrim nehri kenarı yürüyüş yaptık, civarda mağazalar var ve meşhur Ohrid incileri vitrinlerde tüm cazibeleri ile bizim bayanlara bakıyor. Ama bizim bayanlar hiç yüz vermiyor demek ki artık sıfır tükendi. SONY DSCHemen bir lokantaya girip güzel bir akşam yemeği yiyoruz. Kahvelerimizi içip 14 km ötede ki Ohrid şehrine vararak, kalacağımız otele yerleştik.

Yarın Ohrid gezimiz var.

Gezekalın…

Dr Ümit Kuru

Son güncel yayın tarihi 19.10.2014 Saat 02:39

Balkanlarda Ataların ve Baharın İzlerinde-Makedonya-1. Gün

SONY DSC

Türk Hava Yollarının tarifeli uçağı ile Üsküp’e 1 saat 15 dakika süren yolculuk sonrası indik. Makedonya’ya vize yok, her türlü pasaport ile vize almadan ülkeye girebiliyorsunuz. Gümrükte işlemler çabuk yapıldı ve bavul başına gittik. Havaalanı dışında Visit Macedonia firmasından görevlinin, üzerinde ismimin yazılı olduğu pankartla beklediğini görünce rahatladım. Üç ay boyunca kendisi ile yazıştığım Stefan’la tanışmak şansına sahip olmuştum. Bir de tüm turu birlikte yapacağımız öğrenince iyice sevindim. Tatlı, cana yakın, hoş sohbet bir insan çıktı sevgili Stefan.

Aracımızda yeni ve rahat bir araç çıkınca, en azından başlangıçta arkadaşlara karşı mahcup olmadığıma sevinmiştim. Bavulları hemen otele yerleştirdik. Otel şehir merkezinde bir otel olan Hotel Ambasador. Eski Türk Çarşısına yürüme mesafesinde, rahat ve temiz bir otel ve otel personeli cana yakın.

Üsküp de 2 gece kalacağız ama sadece yarım gün gezeceğiz. Yarın Kosova’ya geçip, Prizren ve Pristina gezilecek. Akşama ise Üsküp e geri döneceğiz çünkü Kosova da oteller daha pahalı.

Makedonya Haritası2Üsküp’e geçmeden Makedonya hakkında bazı bilgileri versem iyi olacak. Küçücük bir ülke olan Makedonya ile gönül bağlarımız var. Atalarımız burayı yaklaşık 550 yıl boyunca yönetmiş ve halklar kardeş kardeş yaşamayı bilmiş. Makedonya yaklaşık 27000 km² yüzölçümü ile bizim Erzurum ilimiz kadar bir ülke. Nüfusu 2.200.000 civarında (Not: 2012 yılında da nüfus sayısında belirgin bir artış yok. %0.08 gibi bir artış olmuş). Aslında tur şirketleri buraya en fazla 3 gün veriyorlar. Ama Makedonya tarihi yanında doğal güzellikleri ile de keşfedilmeyi bekleyen bir ülke olduğundan biz biraz fazla gün ayırdık. Makedonya da bir zamanlar önemli sayıda Türk varmış ancak artık Türklerin nüfus içindeki oranı ancak %4 ler civarı ve belli yerlere yığılmış durumdalar (Not:1953 yılında tüm nüfus içinde %15.6 olan Türk nüfus oranı 2002’de %3.85 e düşmüş.) Nüfusun %66 civarı Slav kökenli Makedon, %22 kadarı Arnavut, %2,2 si Çingene, %2 kadarı Sırp dan oluşuyor. Resmi dili Makedonca ve Arnavutça. Para birimi Makedonya Denarı (MKD), ve 1MKD=21,25 TÜRK LİRASI, 1 USD=48,17 MKD (Not 2014 oranlarıdır). Makedonya’da yemek içmek ucuz. Adam akıllı bir lokantada, iyi bir menü ile yemek yemek 10-12 EUR’ya mal oluyor. Ayrıca karşılaştırma için Makedonya da şişe su yaklaşık 30 MKD, bira 100 MKD, hamburger 50 MKD (2009 fiyatları). 200px-Muradhudavendigar

Makedonya tarihi oldukça eskiye gidiyor ama en meşhur zamanları Büyük İskender ve babası 2. Philip dönemleri. Daha sonra Romalılar bu ülkeyi ele geçiriyorlar ve MS 4 yüzyıla kadar yönetiyorlar.  Bu tarihten sonra Roma ikiye bölününce burası Doğa Roma’ya yani Kostantinopol’e bağlanıyor. MS 7. yüzyıldan itibaren Slav halkı buralara gelmeye başlıyor. 9. Yüzyılda, Çar  Simion burayı ele geçiriyor ve yönetmeye başlıyor.  1014 yılından sonra bu ülke toprakları Bizans, Sırp ve Bulgarlar arasında el değiştirip duruyor. Daha sonra ise 14. yüzyılda Osmanlılar ortaya çıkıyor. Birinci Murat zamanında bu topraklar ele geçiriliyor ve tam 550 yıl yönetiliyor.  Kırım da Osmanlı ya yenilen Rusya, Balkanlardaki Slav kartını oynamaya karar veriyor. Rusya da, Moskova da yapılan toplantı ile Pan Slavizm politikası kabul edilerek, Balkanları huzursuzlaştırmaya başlıyorlar. Örgütlenmelerle ve para, silah yardımları ile yerelde olsa çeşitli küçük ayaklanmalar zamanla bir yangına dönüyor. Osmanlı bu isyanları bastırınca da “Vay sen misin benim soydaşlarımı ezen” deyip, Osmanlı-Rus savaşı çıkıyor.  1877-1878 yılları Osmanlı için tam bir felaket oluyor; hem Balkanlar ve hem de Doğu Anadolu da tam bir felaket yaşıyoruz. Rus ordusu Bulgar, Sırp ve Romen isyancılarla birlikte Yeşilköy önlerine kadar geliyor. Rusların daha fazla ilerleyip boğazları ele geçirmesi Avrupalıların işine gelmeyince Rusları durduruyorlar. Sonraları tam bir dram! Çok sayıda Türk, Balkanlardan göçe zorlanıyor, yollarda ölüm, soyulma, salgın hastalıktan ölüm derken önemli sayıda insan kaybı ile bu insanlar Anadolu’ya geçiyorlar.

surgun1903 yılında yeniden ayaklanmalar olsa da Osmanlı bunları bastırıyor (Milli Kahramanları Goce Dolcev bu ayaklanmaların lideri olduğundan, ulusal kahramanları olarak kabul edilir, Osmanlı bu adamı yakalayıp idam etmiştir) ama 1912 yılında 1. Balkan savaşı patlak veriyor ve Bulgarlar,Yunanlılar, Sırplar ve Karadağ tarafından Makedonya paylaşılıyor. 1913 de 2. Balkan harbi ile Bulgarların elindeki Makedonya toprakları Yunanlılar ve Sırplar arasında paylaşılıyor.  Yani aslında tüm oyunlar Makedonya toprakları üzerinde oynanmış ve Sırplar, Yunanlılar ve Bulgarlar arasında toprak paylaşımı olmuştur. Birinci Dünya savaşı sonrasında,  1929 yılında Yugoslavya  adı altında Sırbistan, Hırvatistan, Karadağ topraklarını içine alacak şekilde yeni ülke kurulur ama bu ülke de Makedon halkı tanımaz ve Makedonca yasaklı bir dil haline gelir. Osmanlı ya karşı başkaldıran Makedonların tüm mücadele sonunda geldikleri yer, yeni yöneticilerdir. Tito 2. Dünya savaşı sonrasında Makedonya’ya Hırvatistan, Sırbistan gibi Cumhuriyet olma sözü verdiyse de bu durum savaş sonrası unutulmuştur.
Yugoslavya’nın parçalanması sonrasında 1991 de yapılan halk oylaması ile Makedonya tam bağımsızlığını ilan etti. Yunanistan diplomatik olarak Makedonya ismi ile tanınmasını geciktirdiyse de 1995’den beri Yunanistan dahil çok sayıda ülke Makedonya’yı bağımsız olarak tanıdı. 2001 yılında Makedonya’da ki Arnavutlar bazı terör olayları ile karışıklık yaratsalar da son zamanlarda Arnavut azınlığa bazı haklar verilmesi ile asayiş sağlanmış gibi gözüküyor.  İşte gezeceğimiz Makedonyanın, Osmanlı dan sonra huzuru pek bulamamış kısa tarihi bu.

Üsküp Makedonya’nın  başkenti. 550.000 kadar nüfusu var. Bugünkü Üsküp şehrinin yakınlarında, Skupi denen başka bir şehir varmış ama bu şehir depremle alt üst olunca, şimdiki yerinde gezeceğimiz Üsküp şehri kurulmuş. Üsküp’ün uluslararası adı olan Skopje de, Skupi antik şehrinden geliyor. 1963 yılında yaşanan büyük depremle şehir çok önemli oranda hasar görünce, bu sefer gelen yardımlarla Japon mimar Kenzo Tange’nin tasarladığı bugünkü Üsküp şehri kuruldu. Yani aslında bu depremde ve sonrasında gelen yeniden yapılanmada önemli sayıda Osmanlı eseri, maalesef ortadan kaldırıldı.

SONY DSC

Bu giriş bölümü biraz uzun olsa da, orada yaşadığımız duyguları anlamanız için gerekli diye yazmak zorunda hissettim. Ne de olsa Atalarımız Anadolu’da Trabzon’u veya Konya’yı  fethetmeden önce oralarda at koşturuyordu.

SONY DSCÜsküp gezimize Üsküp kalesi ile başladık. Üsküp kalesi şehrin en yüksek noktasında kurulu ve tarihi 4000 yıl öncesine kadar gidiyor. Bu kalenin bugünkü şekli Bizans dönemine kadar gidiyor ve 6. Yüzyılda yapılmış. 121 mt uzunluğunda kale duvarlarının yapımında kullanılan duvar taşları, yakındaki da harap edilmiş şehir Skupi den getirilmiş. Osmanlı zamanında tahkim edilmiş ama 1963 depremi ile hasar görmüş. Kaleden çok güzel Üsküp panoraması alınıyor. Aşağıda Vardar nehri süzüle süzüle akıyor. İleride ki dağın ismi Vodno dağı. Ne gereği varsa, bu dağın tepesine 40 km uzaktan görülebilen bir haç dikmişler. Bu mozaikler şehrine, bu simge yaraşmamış bence. Kale içinde çalışmalar vardı (2009 Yılı), bizim restorasyon  görmüş İstanbul Surlarımız gibi yeni bir Üsküp Kalesi inşa ediyorlar. Bir gün önce hava yağmış, o günde kapalı bir hava vardı. Fotoğraf için uygun bir hava olmasa da şehir panoramasını fotoğraflayıp, Stefan’ın anlatımı ile şehir hakkında bilgileniyoruz. Bu arada şehrin panoramik manzarası için bir diğer tavsiye edilen yerde Üsküp te Arka Hotel in çatısıymış, bize vakit kalmadı ama fırsatı olacak olanı bilgilendireyim.

SONY DSC

Kaleden aşağıya doğru inince karşınıza Sveti Spas kilisesi çıkıyor. Sveti kutsal demekmiş.  Osmanlı zamanında yapılan kiliselerin camilerden yüksek olmasına izin verilmezmiş. O nedenle bu kilisenin tabanı derine kazılmış. Sveti Spas kilisesi Osmanlı döneminde yapılan çoğu kiliseler gibi, dıştan gösterişsiz ama içten çok güzel işçiliği olan bir kilisedir. Üsküp’ün en önemli eserlerinden olan bu kilisenin önemi, içinde bulunan benzersiz tahta işi ikonalarından geliyor. SONY DSCSveti Spas kilisesinin tahta oyma (ceviz ağacından) ikonaları önemli. Philipovski kardeşler bu oymalarla 7 yıl uğraşmışlar. Bu kardeşlerin ikonlarını oymakla uğraştıkları bir diğer kiliseyi de sonraki günlerde gezdik. Kilise de görevliler çok güzel bilgiler verdiler. Türk olduğumuz söylenince Makedonların yüzlerinde samimi bir gülümseme oluyor. Bu insanlara kanımız kaynadı. Bu hissi Makedonya’nın her yerinde hissettik. İkonlar gerçekten çok güzeller. Fotoğraf çekmek yasaktı bu nedenle çekemedim. Ama hiçbir fotoğrafta o güzelliği yansıtamaz zaten, görmek lazım.

Kilisenin avlusunda Goce Dolcev adlı Türk’e başkaldıran bir Makedon’un mezarı var. Ayrıca bir de müzesi var. İnsan orada biraz burkuluyor ama ne yaparsınız? Goce Dolcev onların ulusal kahramanı, bizim için ise Osmanlı ya başkaldıran hain! Kişileri ve olayları tarih içindeki yerlerine gör değerlendirmek gerekiyor.

SONY DSCYürümeye devam ediyoruz. Sonraki ziyaret yeri Mustafa Paşa camisi. Yavuz Sultan Selim’in vezirlerinden Mustafa Paşa nın 1492 yaptırdığı cami, restorasyon nedeni ile kapalıydı. Makedonya ve Arnavutluk’ta hayatımda gördüğüm en güzel camileri gördüm. Bu caminin içi de onlar gibi miydi bilmiyorum?

Yürümeye devam ederek Bit pazarı içinden geçtik. Burası bizim pazarlar gibi. Zaten pazarcılarda bizim Türk olduğumuzu anlayınca hemen Türkçe konuşmaya başlıyorlar. İlk alışverişlerimiz daha burada başladı. Bu arada da para bozdurup Makedon Denarı aldık.

Kurşunlu Han, Sulu Han beklediğim gibi çıkmadılar. Kötü olduklarından değil, bakımsız bırakıldıklarından. Makedonlar buraları ve hamamları sanat galerisi haline getirmişler ama kapıları kapalıydı, içeri giremedik. Yürümeye devam edince Türk Çarşısına geldik. Sağlı sollu dükkanlar, ne kadar da güzeller! Ekipte yorulmaya başladı, merkezdeki lokanta-kafe karışımı yerlerden birine oturduk. Türkçe bir hoş geldiniz ile karşılandık. Artık buralarda Stefan yabancı kaldı… Gruptaki insanlar memnun, onlarda rahatlamışlar belli. Güzel bir kahve söyledim kendime, bol köpüklü.. Üsküp’te çay içebileceğiniz tek yer burası. Çay derken bizim anladığımız anlamda çaydan bahsediyorum. Diğer yerlerde çay var mı dediğiniz zaman “Var” diyorlar ama getire getire kuş burnu getiriyorlar. “Siyah çay var mı ?” diye sormalısınız.

Davut Paşa hamamı bir zamanlar balkanlardaki en büyük hamamdır. 15. Yüzyılda yapılmış ve önceleri, Davut Paşa nın haremine hizmet etmiş, daha sonra halka açılmış. Bu hamamda iki büyük kubbe var, gerilerde ise daha küçük kubbeler var. Günümüzde şehir sanat galerisi olarak hizmet veriyor.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Yola devam ederken bir kilise de nikah varmış. Cumartesi-Pazar günleri kilise nikahları oluyormuş. Bizim meraklı tazeler daldılar kiliseye, şeker neyin kaparız diye. Kös kös döndüler tabii ki..

Daha sonra Üsküp’ün bir diğer özgün tarihi eseri olan Taşköprü ye geldik. Taşköprü, Vardar nehri üzerinde bulunuyor ve bu köprü Fatih Sultan Mehmet tarafından 15. Yüzyıl ortalarında bitiriliyor. Eskiden bu köprü yerinde daha eski bir köprü daha varmış ancak bu günkü hali tamamen Türk yapımı. Köprü üzerinde aslında nöbetçi kulübeleri varmış ama bugün sadece bir tanesi ayakta. Köprünün gece görünüşü ışıklandırma altında harika ama ben köprüye gece fotoğraf almak için gidince hayal kırıklığı yaşadım çünkü o gece ışıklandırma yoktu, ne yazık!

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Köprüyü geçince Üsküp’ün yeni kısmına geliyorsunuz. Biz gittiğimizde orada festivalimsi bir şey vardı. Daha çok panayır gibi bir şeydi. Bu meydanı geçince ve eski tren istasyonuna doğru yürüyünce kendini yoksula ve hastalara hizmete adamış Rahibe Teresa’nın müzesine geliyorsunuz. Rahibe Teresa’ya Arnavutlar’da sahip çıksalar da bir gerçek var ki Rahibe Teresa Üsküp de 1910 yılında doğmuş. Kendisi adına, yaşadığı yerde düzenlenmiş müze evi var. Onu ziyaret edemedik. Çünkü cumartesi günü erken kapanıyormuş, dıştan gördük.  Eski tren istasyonuna doğru yürüdükçe yol kenarında heykeller, kafeler ve parklar arasından geçiyorsunuz.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Üsküp’te şimdilerde şehir müzesi olan ama 1963 de geçirilen depremde büyük hasar gören tren istasyonu, bugün için son durak oldu. Burada duvarda duran büyük saat, depremin saatini göstermekte, depremin izleri ise duvarın bazı bölümlerinde hala durmakta.

SONY DSC

Avrupa’nın en fazla Çingenesinin yaşadığı Sutko Mahallesi Yeni Üsküp’te bulunuyor. Buralara pek yaklaşmadık. Üsküp genelde güvenli bir şehir ama gece bize yardım etmeye çalışan ve Üsküp’de bir araştırması nedeni ile bulunan bir Türk arkadaşımızın az daha soyulmasına şahit olacaktık. Bu nedenle gideceklerin dikkat etmesinde fayda var.

Gece ise tekrar yürüyüşe çıktık. Gece meydanda bazı gösteriler vardı. Bu arada artık açlık iyice başımıza vurdu. Bir köfteci tavsiye ettiler, artık köfteler mi çok güzeldi yoksa biz mi çok açtık bilmem ama bir güzel karnımızı doyurduk. Gece otele döndüğümüzde Vodno dağının gece halini göreyim dedim ama karşıma o kocaman haç çıktı.  Uykuya hemen daldık. Yarın yorucu bir gün, Kosova yollarında olacağız.

Şimdilik hoşça kalın, daha doğrusu sağlıkla

Gezekalın..

Dr Ümit Kuru

İlk yayım tarihi 29.06.2009 Saat 22:02

Gözden geçirilmiş yazı yayım tarihi 16.10.2014 Saat 21:46

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.