Tüm Çekincelerinizi Bir Kenara Bırakın! İRAN GEZİ YAZISI: Tahran-Son

Sadabad Sarayı (Kompleksi) 180 hektarlık bir alana kurulmuş Kaçar ve Pehlevi Dönemleri hanedanlık iskan yeri, daha doğrusu sarayı olarak geçiyor. Tahran gezimizin, aynı zamanda İran gezimiz programının son günü içinde gezdiğimiz ilk yer bu saray kompleksi oldu.

Sadabad Sarayı 19. yüzyıl Kaçar Döneminden başlayan bir tarihe sahip. Alanda 10 tanesi halkın ziyaretine açık, toplam 18 tane bina mevcut. Halka açık olmayan binalardan dördü şimdiki cumhurbaşkanlığı teşkilatının tasarrufunda, üçü ise külliyenin yönetimine ev sahipliği yapıyor.

En dikkate değer iki bina Beyaz Saray (Millet Sarayı-Mellat Sarayı) ve Yeşil Saray (Şahvand Sarayı). Beyaz Saray ya da devrim sonrası adı ile Mellat (Millet) Sarayı kompleksin en büyük ve en lüks sarayı. Saraya, Zaferanieh Kapısı‘ndan girerseniz yürüme mesafesinde. Sarayın beyaz cephesinden dolayı Beyaz Saray olarak adlandırılmış. Beyaz Saray 1930’ların başında Rıza Pehlevi tarafından yaptırılmış ve yazlık olarak hizmet vermiş. Muhammed Rıza Pehlevi ve ailesi 1970’lerde oraya taşınarak yaz kış yaşamışlar.

Girişin hemen dışında, yan tarafta, sanki daha büyük bir heykelin parçasıymış gibi yere yapıştırılmış bir çift çizme heykeli göreceksiniz. Bu konuda birçok hikaye var ama hepsi de bunların aslında Rıza Şah’ın çizmeleri olduğunu doğruluyor. Bazıları bunun tam bir heykel olduğunu ve devrim sırasında yıkıldığını söylerken, bazıları ise güç ve kuvvet sembolü olarak orijinalde de sadece çizme heykeli olduğunu söylüyor. Dikkat çeken bir başka heykel ise binanın karşısında bulunuyor. 5 metreden uzun bu heykelin ismi Okçu Arash. Arash, İran’ın zengin kültür ve edebiyatını da temsil eden mitolojik bir karakter.

Yaklaşık 10 farklı salonu bulunan Beyaz Saray’ın 54 odası bulunuyor. Pehlevi Hanedanının ilk kralı Rıza Şah, 1932’de bu sarayın yapılmasını emretmiş ve 1937’de saray tamamlanmış. Rıza Şah ancak üç yıl sonra etkin bir şekilde sarayı kullanabilmiş. Sonra Muhammed Rıza Şah ve kraliçesi Farah’ın yazlık inziva yeri olarak kullanılmış. Tören ve resmi işler de bu görkemli sarayda yapılırmış.

Giriş holünde ünlü İranlı ressam Behzad ve öğrencileri tarafından yapılmış ve Şehname’nin hikayelerinden esinlenilen tablolar ve duvar boyamaları var. Birinci katta iki bekleme odası, Rosenthal ve Moser kristallerinin bulunduğu küçük bir kabul odası, Muhammed Rıza Şah’ın ofisi bulunuyor. İkinci katta, Christian Dior’dan eşyalarla döşenmiş Farah Diba’nın dinlenme odası, özel oturma odaları, Muhammed Rıza Pehlevi’nin dinlenme odası gibi odalar var.

Binadaki en büyük oda, en büyük avizelerin ve halıların bulunduğu Büyük Resepsiyon Salonu. Sarayın tören salonları Fransız tarzında dekore edilmiş ve eşyaların çoğu Fransa’daki sanat müzayedelerinden ve antika mağazalarından satın alınmış.

Pehlevi Ailesine ait şatafatı ve batılı yaşam tarzını gösteren Beyaz Sarayı gezmişken son olarak Pehlevi Ailesinden bahsedelim.

Kaçar Hanedanlığı son döneminde İran’da halk arasında büyük bir huzursuzluklar olduğundan bahsetmiştim. Emperyalist bir ülke başka bir ülkeye girerse, çıkarı ve var olmasının gereği, onun öz varlıklarını yönetmeye ve sömürmeye çabalar. Ayrıcalıklar elde ederse, yani sömürmenin dayanılmaz hafifliğini yaşarsa, o ülkeden bir daha kolay kolay çıkmaz. Hele bu işe çanak tutan iktidar sahiplerini de yanına çekmişse, değmeyin keyiflerine! Safevilerden Şah Abbas döneminde ham ipek ticareti ve Hürmüz limanlarında ticari ayrıcalıklar, Kaçar Hanedanı Nasüreddin Şah Kaçar döneminde tütün için verilen ayrıcalıklar İran’ı adım adım toplumsal fakirliğe ve hoşnutsuzluğa taşımış. Yönetenlerin hesapsız harcamaları sonunda ortaya çıkan ekonomik sorunlar, İran üzerinde büyük devletlerin emperyalist oyunları ve hemen yakındaki Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşanan gelişmeler İran halkında ve İran okumuş kesiminde büyük huzursuzluklar yaratmış.

Rusların kuruluşuna ön ayak olup, askerlerini eğittiği ve sonradan komutasını çekirdekten yetişme, eğitim hayatı olmayan ama iyi bir asker olan Rıza Han’a bıraktıkları İran Kazak Tugayı, İran’ın tarihinde özel bir yere sahip. Aristokrasiden olmayan ama iyi bir asker olması ile askerin başındaki Rıza Han (1919 yılında Pehlevi soyadını almış) toplumsal tepkinin verdiği ivme, diğer emperyalist güç olan Rusları aradan çıkartmak isteyen İngiltere’nin desteği ile son Kaçar Şahı olan Ahmed Şah Kaçar’a, 1921 yılında darbe yapmayı başarmış. Darbeyi yaparken yanında olan en önemli kişi ise daha önce Kaşan’da evini gezdiğimiz Tabatabayi. Başlangıçta Kaçar Hanedanından şikayet eden halk, bir süre sonra başka bir hanedan sülalesini, Rıza Pehlevi ile başlayan, Pehlevi Hanedanlarını başlarında bulmuş. 1925 yılında kendini İran Şahı ilan eden Rıza Pehlevi koyu bir Mustafa Kemal Atatürk hayranı. Onun yaptıklarını İran’da yapmaya, İran’da cumhuriyet ilan etmeye niyetlenmiş. Niyet güzel olmasına güzel de gelgelim Rıza Pehlevi’de, Mustafa Kemal Atatürk’de olan vizyon, savaş meydanlarında bile çok kitap okuyup, dünyada olan biteni iyi takip etmekle sentezlenmiş bilgi birikimi, halkını ikna kabiliyeti ve gerçekçilik olmayınca başarılı olamamış. Boşuna dememişler; “DÜNYA HER 100 YILDA BİR DAHİ YETİŞTİRİR, BU YÜZYILDA O DAHİYİ TÜRKLER YETİŞTİRMİŞTİR.”

Rıza Pehlevi örnek aldığı Atatürk Devrimlerinden tam bağımsızlık kısmında İngiltereyi, eğitim, kılık kıyafet gibi kısımlarda ise mollaları karşısında bulmuş. Bakmış ki sonu fena ve direnirse gidici, hem mollaları hem de İngiltere’yi ikna etmiş. Böylece kendini Şah ilan etmiş. Baba Rıza Şah yine de inandıklarını (ülkeyi modernleştirme, tam bağımsızlık gibi) zaman içinde uygulamaya da çalışmış ve bazı başarıları da olmuş. Ama İngiltere’nin İran’daki Petrol çıkarlarına zarar veren kararlar alması, İkinci Dünya Savaşında müttefiklere İran topraklarını kullanma izni vermemesi baba Rıza Pehlevi’nin sonunu getirmiş. 1941’de tahtı oğlu Muhammed Rıza Pehlevi’ye terk etmesi istenerek ülkeden çıkarılmış. Hiç alışık olmadığı bir iklime sahip topraklarda hastalanmış ve Güney Afrika’da ölmüş. Mısır’da cesedi mumyalanmış, İran’a getirilmiş ve sonradan Humeyni Rejimi tarafından yıkılacak olan mozolesine gömülmüş. Oğlu Muhammed Rıza Pehlevi babası kadar özgürlük ve bağımsızlık peşinde olan birisi değil. Şatafatı sevmesi ve iktidarı için SAVAK gibi gizli örgütleri siyasi karşıtları üzerinde baskı aracı olarak kullanması ve diğer bazı nedenler sonucu 1979’da İran İslam Devrimi gerçekleşmiş. Sonrası Pehleviler için sürgün hayatı.

Dönelim Sadabad Kompleksi’ne. Yeşil Saray, Kaçar döneminin son yıllarında inşa edilmiş ve Şah Rıza tarafından restore edilmiş. Bu sarayı gezmedik ve görmedik. 15 gündür İran’da gördüğümüz şatafatlı sarayların yettiğini ve İran Ulusal Müzesi’ne zaman ayırmayı uygun gördük. Ama uzaktan da olsa görebilirmişiz. Kompleksin diğer binaları çeşitli müzeler. Bunları ancak çok zamanınız varsa görün derim. Sarayın bahçesi çok güzel. Bizim yaptığımız gibi Beyaz Saray gezisi sonrasında saray bahçesini gezmek de size güzel gelecektir.

Daha sonra İran Ulusal Müze ziyaretimiz oldu. Bu müze sadece İran için değil, aynı zamanda dünyanın en önemli müzelerinden bir tanesi sayılıyor. İran Ulusal Müzesi, birbiri ardına inşa edilmiş iki binadan oluşuyor. Etkileyici kemer şeklindeki girişi olan Antik İran Müze (İslam Öncesi Eserler) binası, Fransız mimarlar André Godard ve Maxime Siroux’nun eseri. Proje, Sasani mimarisinden ilham almış ve kırmızı tuğla kullanılmış. 1935 yılında yapımına başlanan müze 1937 yılında faaliyete geçmiş. İslam Devri Müzesi binası ise girişi süsleyen beyaz traverten ve koyu renkli revaklarla modern bir tasarıma sahip. Bu sergi, 1979’daki İslam Devrimi’nden sonra çalışmaya başlamış.

İslam Öncesi Eserler binasında Suş, Rey, İsmailabad, Persepolis başta olmak üzere eski uygarlıkların yaşadığı yerlerden çıkartılan eserler sergileniyor. Ayrıca burada dünyanın ilk yasası olan Babil Hammurabi Yasası’nın bir kopyası da sergileniyor. Güzel ve zengin bir müze.

İslam Devri Müzesi’ni ben biraz ihmal ettim. İslam öncesi bölümüne daha fazla vakit ayırdım. Ama İslam sonrası bölümü beni daha fazla etkiledi. Koşa koşa katları gezmek zorunda kaldığıma çok üzüldüm. Müzede fotoğraf çekmek yasak ama çaktırmadan çekebildiklerimi sizlerle paylaştım. İran Ulusal Müzesine iki saatten fazla zaman ayırmalısınız.

Tahran Kapalıçarşısı gezdiğimiz çarşılar içerisinde en güzel olanı değil. Tarihi eskilere dayanmakla birlikte çarşıdaki çoğu kısım son 200 yıllık. Çarşının bazı bölümleri Muhammed Rıza Şah’ın Tahran’ı modernleştirme çalışmaları sırasında yok edilmiş.

Çarşı esnafının İslam Devriminin en büyük maddi ve manevi destekçileri arasında olduğunu öğrenmek beni biraz şaşırttı. Bu desteğin temeli Pehlevilerin İran’ın sanayileşmesini istemeleri ve bu yönde ciddi adımlar atmaları. Gelir kaynaklarının azalacağını düşünen esnaf, devrimle özgürlük geleceğini düşünen sosyalist ve komünistler, İslam Devriminde mollaların yanında saf tutmuşlar.

Çarşı alışverişleriniz için ideal bir yer. Hele de buradan ülkeye dönüş yapıyorsanız baharatları ve tatlılarınızı buradan alabilirsiniz. Biz fiyatları burada daha ucuz bulduk. Pazarın sebze bölümü kapısından giriş yaptık ve pazar boyunca yürüdük. Klasik kapalı çarşılardaki kemer tarzı yapılar, diğer çarşılara göre daha az.

Darbant (Derbent), “Dağın Kapısı” anlamına gelen bir kelime. Bir kayak merkezi olan Tochal Dağı, Tahran’ın kuzeyinde bulunan ve Elburz Sıradağlarının bir parçası. En yüksek zirvesi, 3.963 metre olan bu dağın eteklerinde Darbant adlı bir mesire yeri var. Tahran’da yaşayanların şehrin gürültüsünden kaçıp kısa tatillerini yaptıkları bir yer. Tahran’da öğle yemeğimizi burada yedik ve sonra da kısa bir yürüyüş yaptık.

Yol boyu kafeler, nargile salonları var. Tahran’da yaşayanların dinlenme ve yemek yemek için tercih ettikleri bir yer. Her taraftan sular akıyor, bazı kafeler akan bu küçük derecikler üstüne sedirler yapmışlar. Bu alanın biraz daha fazla korunması gerek bence. Tahran’da ziyaret edebileceğiniz yerlerden.

Tabiat Yaya Köprüsü Tahran’da gezdiğimiz son yer oldu. 2010-2014 yılları arasında yapılan ve tasarımı ile ödüller almış bir köprü. Tasarım sanatçısının adı Leila Araghian.

Köprü, otoyollarla bölünmüş ve halka açık iki park arasında yayaların erişimini iyileştirmek için tasarlanmış. 270 metre uzunluğundaki asma köprüyü yapanların temel amacı sadece iki noktayı birbirine bağlamak yerine, her parkta insanları köprüye götürecek birden fazla yol oluşturup, köprüye yönlendirmek olmuş. Böylece sadece geçmek için değil, oyalanmak için de bir yer olması amaçlanmış.

Köprünün her yerinde oturma alanları ve yeşil alanlar, ayrıca alt katın iki tarafında da restoranlar var. Köprüyü kullananların onun üzerinde daha fazla kalmasını sağlamak ve başka şekilde göremeyecekleri Tahran manzarasının keyfini sürmeleri istenmiş. Eğri bir yol oluşturularak köprüyü kullananların manzarada tek bir perspektife mahkum olmaları önlenmiş. Köprünün üstüne oturduğu taşıyıcı üç ana sütun üste doğru genişleyen bir ağaca benziyor. Büyük bir otoyolun yüzlerce metre yukarısına 2 bin ton çeliği yerleştirmek büyük bir başarı.

Burada yürümekten zevk alacak ve Tahran’ın en azından büyük kısmının başka yerde göremeyeceğiniz panoramik manzarasına şahit olacaksınız. Bence İran gezimizin finali olarak da bu köprü ziyareti çok güzel oldu.

Sevgili Gezgin Dostlarım…

Bu son yazı ile 24 kısımda İran gezimizi sizlerle paylaşmış oldum. Yazdığım en uzun gezi yazısı oldu sanırım. İran gibi uzun geçmişi, kozmopolit yaşam tarzı, her köşesinden sürpriz çıkabilen, renkli ve sevecen insanlara sahip ülkeleri hep sevdim. Özet geçecek olursam; “Tüm Çekincelerinizi Bir Kenara Bırakın! İran için gezi programınızı en kısa zamanda yapın” derim.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

11.08.2022

Tüm Çekincelerinizi Bir Kenara Bırakın! İRAN GEZİ YAZISI:Tahran

Son gezimizi yaptığımız Kaşan şehrinden, Tahran’a kadar ki mesafe 245 km. Yol üzerinde Kum Şehrini pas geçip akşamın ilerleyen saatlerinde otele yerleştik. Tahran’ın trafiği gerçekten çok kötü. Mesafeler kısa olmasına rağmen trafikte dakikalarca beklemek zorunda kalabiliyorsunuz.

İran’ın 18 milyonu bulan nüfusu ile en büyük kenti ve başkenti olan Tahran, Elburz Dağları’nın eteklerindeki yaylaya kurulu bir kent. Kaçar Hanedanlığının ilk üyesi olan Ağa Muhammed Şah başkenti 1788 yılında Tahran’a taşımış ve o gün bugündür de Tahran başkent kalmış. Hem Kaçar Hanedanları ve hem de Pehlevi Hanedanları şehri büyütmüşler ve modernleştirmişler.

Tahran’da ilk gezi durağımız Gülistan Sarayı oldu. Burası 2013 yılından beri UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi içinde olan bir yer.

Gülistan Sarayı rahatlıkla yarım gününüzü geçirebileceğiniz, vaktinizin dar olduğu bir zamanda bile en az 3 saatinizi vermeniz gereken bir ziyaret yeri. Vakti ile burada 1500’lü yılların ortalarında Safeviler zamanından kalma, kilden sazdan yapılma, bir kale saray varmış. Sonra Zend Hanedanından Kerim Han bu kaleyi yenilemiş. Ama burayı şu anki görkemine kavuşturan Kaçar Hanedanları olmuş. İlk Kaçar Hanı olan Ağa Muhammed Han Tahran’ı başkent seçince hanedanlığına yakışır bir saray istemiş. Sonunda daha önceki Pers el sanatları ve mimarisinin, Batı etkileriyle başarılı bir şekilde bütünleşmesini bünyesinde barındıran Kaçar döneminin başyapıtı Gülistan Sarayı ortaya çıkmış. Burada şahlar taç giymişler, törenler yapmışlar.

Pehleviler Döneminde sarayın bazı bölümleri, maalesef, modernleşme uğruna gözden çıkarılmış ve yıkılmış. Sarayın şu anda var olan bölümleri; Şems-ül İmare (Güneş Konağı), Takht e Marmar (Mermer Taht Salonu), Talar e Salam (Kabul-Karşılama Salonu), Negar Khaneh (Müze Salonu), Talar-e Ayaheh (Aynalı Salon), Havuz Odası (Howz Khaneh), Kerim Han Köşesi (Khalvat e Karim Khani), Fildişi Salonu (Talar e Adj), Berelyan Salon (Talar e Brelian), Badgir Binası (Emarat e Badgir), Elmas Salonu (Talar e Almas), Abyaz Saray (Ebyez Sarayı-Antropoloji Müzesi). Sarayın her bölümü için ayrı bilet almanız gerekiyor. Gezmeyeceğiniz yerler için gereksiz yere para vermeyin. Koyu renk karakterli olanlar içini de gezdiğim yerler. Diğer bölümlerin ise dışarıdan görüntüleri ile yetindik.

Saraya girişte büyükçe havuzun yanından geçerek ulaştığınız ilk yer Mermer Taht Teras’ı olacaktır. Alanda bulunan taht 1747’den 1751’e kadar inşa edilmiş. Taht Yezd’deki bir madenden çıkarılan 65 adet mermer taş parçasından oluşturulmuş ve dönemin en ünlü sanatçıları bu işte görev almışlar. Mermerden oyulan erkekler, kadınlar, periler ve şeytanlar tahtı alttan destekliyorlar. Teras, tablolar, mermer oymalar, çini işleri, aynalar, ahşap oymalar ve kafes pencerelerle süslenmiş. Yani İran mimarisinin en güzel örneklerini bir arada görebileceğiniz bir yer burası.

Bu bina Kaçar Şahlarının taç giyme, valileri kabul etme ve Nevruz selamlaşma yeri olarak kullanılmış. Bu yerde yapılan son taç giyme töreni Aralık 1925’te Rıza Pehlevi’nin taç giyme töreni olmuş.

Mermer Taht Terası yanında Kerim Han Köşesi bulunuyor. Mermer Taht Terası’na göre daha küçük ve daha mütevazi. Kerim Han Zend’in konutunun bir bölümü olan bu teras Nasr al-Din Şah için nargilesini içtiği gözlerden uzak ve yalnızlığı yaşadığı bir mekan olarak biliniyor.

Kerim Han Köşesi ile ilgili okuduğum en ilginç bilgi Ağa Muhammed Han Kaçar’ın, babasını öldüren, kendisini esir olarak tutan ve hadım eden Kerim Han’a olan nefretinin ifadesi olarak onun Şiraz’da bulunan mezarından kemiklerini çıkarttırıp, Kerim Han Köşesinin merdivenleri altına gömdürüp, her gün üstünden geçmesi oldu. Rıza Pehlevi iktidara geldiğinde buradan kemikleri çıkarttırıp Kum Kentine gömdürmüş. Bu terasın ortasında bir havuz var. Tavandaki süslemeler müthiş.

Mermer Taht Terasından sağa doğru yürüdüğünüzde karşınıza ana bina çıkacak. Binada ilk gireceğiniz yer Negar Khaneh (Müze Salonu). Nasr ed Din (Nâsırüddin) Şah Kaçar Avrupa’ya çıkan ilk İran Şahı. Avrupa kentlerini gezerken müzelerden ve tiyatro salonlarından çok etkilenmiş. Gülistan Sarayı içinde de bu şekilde bölümler yapılmasını istemiş. Müze salonunda çeşitli tablolar ve objeler sergileniyor.

Binanın aynalı merdivenlerinden yukarı salonlara çıkılıyor. Yukarılarda Kabul (Karşılama) Salonu, Aynalı Salon, Fildişi Salon gibi salonlar var. Bir salondan diğerine geçiş yapılabiliyor.

En görkemli salon Kabul Salonu. Bu salonda zamanında Güneş Tahtı (Tavus Kuşu Tahtı) denen taht varmış. 1980’lere kadar Gülistan Sarayında bulunan bu taht, üzerinde bulunan değerli taşlar yüzünden İran Merkez Bankası kasalarına kaldırılmış. Bu taht Feth Ali Şah Kaçar için yapılmış. Sonrasında da İran kralları bu tahtta taç giymişler.

Kabul salonunda kralın huzurunda törenler ve resepsiyonlar yapılmış. Hem zamanında bu sarayı ziyaret eden Avrupalı elçiler ve ziyaretçilerin, hem de bizim gibi bugün ziyaret edenlerin bu sarayın Kabul Salonu’ndan etkilenmemeleri mümkün değil. Avrupa’nın en ünlü sarayları bu saray yanında mütevazi kalır. Enfes ayna çalışmaları var. Tavan ve duvarlar alçı sıva ile süslü, zeminler mozaik kaplı.

Duvarlarda Kaçar Hanedanlarına hediye edilen ya da onların yaptırdıkları tablolar var. Salonun bir köşesinde bal mumundan heykeli ile taht üzerinde oturan Şah var.

Aynalı Salon, Feth Ali Şah’ın emriyle inşa edilen ve rutubetten dolayı harap olan Kristal Salon yerine Nasr ed Din (Nâsırüddin) Şah döneminde yapılmış. İnşası 3 yıl ama ayna işleri 4 yıl sürmüş. Ayna ve kristal avizeleri ile ünlü bu salonun ismi de aynalardan geliyor.

Bu salonun tüm duvarları renkli ve el yapımı aynalarla süslenmiş. Salonda kullanılan tüm renkli aynalar İranlı sanatçılar tarafından tasarlanmış ve yapılmış.

İran’lı ressam Kamal-ol-Molk tarafından yapılan ve sarayın duvarına asılı “Aynalı Salon” resminde, Nasr ed Din Şah, Aynalı Salon’da ortadaki bir sandalyeye oturmuş ve pencerenin dışındaki Gülistan bahçesini seyrederken resmedilmiş.

Fildişi Salon yemek için kullanılan büyük bir oda. Kabul Salonu ve Aynalı Salon’dan önce yapılmış ve Nasr ed Din Şah dönemi yapılarından bir tanesi. Ancak daha sonra cephesi diğer iki salonla uyumlu olacak şekilde değiştirilmiş.

Salon, Avrupa hükümdarları tarafından Nasr ed Din Şah’a sunulan bazı hediyelerle süslenmiş. Pehlevi döneminde Fildişi salonu, kabul ve resmi partilerinin yeri olmuş. Bu nedenle, Pehleviler Döneminde salonun iç düzenlemesinde büyük değişiklikler yapılmış.

Bu binada Kaçar ve Pehlevi dönemlerinde kullanılan mutfak gereçlerinin sergilendiği bir salon da var; Talar-e Zoruf. Dünyanın her yerinden çok güzel porselen tabak çanak gibi mutfak eşyaları sergileniyor. Bu salonu Muhammed Rıza Şah düzenlettirmiş. Sonrasında bu binayı terk ediyorsunuz.

Kompleksin doğu tarafında Şems ül İmare (Güneşin Konağı) adlı bir başka güzel bina daha var. Burası Nasr ed Din (Nâsırüddin) Şah zamanında 1903-1905 yılları arasında yaptırılmış. Nâsırüddin Şah Avrupa mimarisini yakından takip edermiş. O zamanların Tahran’ı için gökdelen sayılabilecek yükseklikteki bina ile Tahran panoraması görülebiliyormuş. Bu binanın bir diğer özelliği ise yapımında metal kullanılan ilk bina olması.

Bina Moayer al-Mamalek olarak bilinen büyük bir mimar tarafından yapılmış. Tasarım olarak İsfahan’daki Ali Kapı Sarayına benziyor. Her biri iki katlı bir terasa sahip iki kule ve altı ince sütun var. Yapının öne çıkan özellikleri olarak ortada bir saat kulesi ve cepheyi süsleyen çok renkli çini işçiliği ilk bakışta dikkati çekiyor.

Birinci kat, yanlarda iki kanatlı pencere bulunan sütunlu bir teras ile ön plana çıkan zarif bir ayna salondan oluşuyor. Nâsırüddin Şah günlük hayatını ikinci katta geçirirmiş. Birinci kat daha çok törenlere ayrılmış.

Dış pencereler kısmında, Kaçar dönemi sembolü olan Güneş ve Aslan figürlü çiniler var. Yan odalarda da hatırı sayılır ayna işi, kafes işi ve fresk süslemeleri bulunuyor.

Bu bina ile komşu olan Badgir Kulesi (Emarat-e Badgir). Gülistan Sarayı’nın güney kanadının doğu köşesindeki son derece gösterişli bir yapı. Rüzgar Kulesi Salonu Feth Ali Şah Kaçar döneminde inşa edilmiş. Nâsırüddin Şah döneminde ise eklemeler yapılmış. Nâsırüddin Şah’ın oğlu Muzaffer al-din Şah’ın taç giyme töreni, 1896’da yaz sıcağına denk geldiği için bu yapının ana salonunda yapılmış.

Pehlevi döneminde bu bina Başbakanlık makamı olarak kullanılmış ve II. Pehlevi taç giyme töreninde tamamen yenilenmiş. Bodrum katında güzel bir antre var.

Beyaz Saray (Kakh-e Abyaz), Nâsırüddin Şah’ın saltanatının sonlarına doğru, kendisine gönderilen mobilya, halı, perde ve heykel gibi birçok değerli hediyeyi barındırmak için yapılmış. Buranın bir diğer adı Sultan Abdülhamid Salonu. Bizim Sultan Abdülhamid, nedense, Nâsırüddin Şah’a bir sarayı donatacak kadar eşya ve halı hediye etmiş. Şah da bu kadar hediye için kendisine küçük bir saray inşa etmek zorunda kalmış. Kompleksin diğer yapılarından çok daha basit bir bina.

Sarayın bazı bölümlerinin içini gezmeye vaktimiz olmadı. Son anlarımızı sarayın bahçesinde gezerek, Beyaz Saray (Kakh-e Abyaz) önünde oturarak ve sarayı ziyarete gelen okul çocukları ile poz vererek geçirdik.

Bence Tahran’da ihmal edilemeyecek en önemli gezi yeri Gülistan Sarayı’dır. Mutlaka ve mutlaka görmelisiniz.

Gülistan Sarayı sonrasında Rıza Abbasi Müzesi ziyaretimiz oldu. Rıza Abbasi, Safevi döneminin çok önemli bir ressamı ve bu müze de onun adına açılmış olan bir müze. Son İran Şahı olan Muhammed Rıza Pehlevi’nin 3. eşi olan Farah Diba’nın çabaları ile ortaya çıkarılmış bu müze içinde M.Ö 2000 yılından, Kaçarlar dönemi sonuna kadar çok sayıda eser sergileniyor.

Farah_Diba (1959)

Farah Diba, ilginç ve üzerinde konuşulmaya değer bir insan. Pehlevi Hanedanından bahsetmedim ama onları konuşmayı bence sonraya bırakalım. Benim izlenimim Pehlevi Hanedanın İran’a kazandırdığı en önemli katkı Farah Diba’nın kraliçe olarak seçilmesidir. Kaderin kraliçelikten, sürgüne yolladığı bu zarif insan, İran’da da hala çok seviliyor. İranlılar kendisine Farah Pehlevi değil de, Farah Diba demeyi tercih ediyor. Tahran’dakiler başta olmak üzere birçok müzede onun parmağı var.

Farah Diba, Muhammed Rıza Pehlevi ile evlendiği 1959 yılından, 1979 yılına kadar İran Kraliçeliği, yapmış, Şahbanu olmuş. Kendisinden önceki 2 güzel kraliçe (Fevziye ve Süreyya) Pehlevi Hanedanlığını sürdürecek erkek varis veremeyince Paris’te mimarlık eğitimi alan Farah Diba, Şah Muhammed Rıza’ya aday kraliçe olarak tanıştırılır. Hemen evlenirler ve ardında da bir erkek çocukları olur. Muhammed Rıza Pehlevi “hanedanlık kurtuldu” diye boşuna sevinir. 1978’de İran İslam Devrimi ayak seslerini duyurmaya başlar. Pehlevi çifti İran’da devrim olursa sonlarının idam olması olasılığı ile ülkeyi terk ederler. Sonrası sürgün hayatı.

Esas konu etmek istediğim kısım Farah Diba’nın sosyal faaliyetleri. Erkek çocuk doğurduktan sonra saraydaki ve Pehlevi’nin gözündeki konumu farklı bir yere oturan Farah Diba’nın politik konulara girmesine izin verilmemiş. Ancak bunun dışındaki her türlü faaliyete dahil olmasına da karışılmamış. Farah Diba eğitimden, sağlık sorunlarına, kültür ve sanat konularına kadar bir çok alanda İran için çok güzel işler başarmış. Bence en önemli işi ise tarihsel, kültürel açıdan zengin bir ülke olan İran’ın, 1960’larda gösterecek, sergileyecek çok az şeyinin olduğunu fark etmesi olmuş. 5000 yıllık tarihi boyunca üretilen büyük sanat hazinelerinin çoğu, o zamana kadar yabancı müzelerin ve özel koleksiyonerlerin eline geçmiş. Kendi tarihi eserlerinin çoğunu İran’a geri getirmek ve onları sergileyebilecek müzeler açmak İmparatoriçenin başlıca hedeflerinden biri haline gelmiş. Bu amaçla, yabancı ve yerli koleksiyonlardan çok çeşitli İran eserlerini geri satın almak için kocasının hükümetinden izin ve fon sağlamayı başarmış. İyi işlere harcanmış milyonlarca dolarlık fonlardan bahsediyorum. Farah Diba’nın bir dönem Fransa’da yaşaması onun avantajı olmuş ve Fransız devlet başkanı eşleri ile kurduğu iyi ilişkiler sayesinde de, özellikle Fransa’ya kaçırılmış eserlerden bir kısmını ülkeye geri getirtmeyi başarmış. Onun rehberliğinde oluşturulan müzeler ve kültür merkezleri arasında Negarestan Kültür Merkezi, Rıza Abbasi Müzesi, Hürremabad Müzesi, Ulusal Halı Galerisi ve İran Cam Eşya ve Seramik Müzesi bulunuyor.

OL

Tahran Rıza Abbasi Müzesi, İran sanat ve medeniyetinin tarihini izlemek isteyenler için İran’daki en iyi koleksiyonlardan birisi olarak gösteriliyor. Bu değerli müze, 1977 yılında Farah Diba’nın çabalarıyla ziyarete açılmış. Bu müze, İran’ın MÖ 2. bin yıldan, 20. yüzyılın başlarına kadar olan kültürel mirasını ortaya çıkaran paha biçilmez sanat eserlerinin sergilendiği bir müze. Müze birkaç kez kapatılıp yeniden açılmış, değişiklik, tadilat ve genişletmelerden geçmiş. Ancak 2000 yılından bu yana müze kesintisiz bir şekilde ziyarete açık. Pazartesi ve resmi tatillerde (dini yas günleri) kapalı.

Eserler kronolojik olarak düzenlenmiş. Ziyaretçiler bu zaman aralığında sanat, kültür ve teknolojinin gelişimini ve değişimlerini gözleyebiliyorlar. Beş katlı olan müzenin bir katı İslam öncesi döneme ait. Bu bölümde sergilenen eserler arasında prehistorik dönemlerden çömlek ve metal objelere kadar pişmiş kil, metal ve taş eserler var.

İslam sonrası dönem eserleri, resimler ve kaligrafik eserler diğer katlarda sergileniyor.

İran Cam ve Seramik Eserleri Müzesi gün içinde ziyaret ettiğimiz diğer müze oldu. Bu müzede de Farah Diba’nın emekleri var. Müzenin bilinen bir diğer ismi ise Abgineh Müzesi. Binanın gerçek sahibi 1921 ve 1952 yılları arasında beş kez İran Başbakanı olan İranlı bir politikacı Ahmad Qavam. Daha sonra bina el değiştirip Mısır Büyükelçiliği olarak hizmet vermiş.

1976 yılına gelindiğinde ise bina Farah Diba tarafından müzeye dönüştürülmek üzere satın alınmış. Bu müzenin mimarisi için İran, Fransız ve Avustralya’dan birçok ünlü mimar getirtilmiş. Fakat müzenin inşa aşamasında yaşanmış olan Devrim hareketleri nedeniyle inşa süreci uzamış ve ancak 1998 yılında açılışı gerçekleştirilebilmiş.

Müzede adından da anlaşılacağı gibi cam ve seramik eserleri çok güzel bir sergileme biçimi ile sergileniyor. Müzede toplamda 6 salon ve 2 adet koridor yer alıyor.

Günümüzün son aktivitesi ise Azadi Meydanı ve Kulesi ziyareti oldu. Burası Tahran’ın en geniş, İran’ın ise İsfahan’daki Nakş i Cihan’dan sonraki ikinci büyük meydanı. Muhammed Rıza Pehlevi’nin, İran İmparatorluğunun 2500. yıl kutlamaları sırasında 1971 yılında yaptırdığı bir meydan.

Meydanın ortasında 45 metre yüksekliği ile Özgürlük Kulesi yükseliyor. Kulenin ve çevresinin tasarımı, İran-İslam mimarisinin ve estetik geometrinin bir örneği. İran bahçelerinden esinlenmeler de dikkat çekici.

Günün sonunda burada bol bol fotoğraf çekip günü bitirdik.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

09.08.2022

Tüm Çekincelerinizi Bir Kenara Bırakın! İRAN GEZİ YAZISI: Abyaneh Köyü/Kaşan

Bugün İsfahan’dan Tahran’a doğru uzun bir yolculuğumuz olacak. Tahran’da 2 geceleme ve gezilerimiz sonrasında da İran gezimiz tamamlanacak. Sayılı günler çabuk geçiyor.

İsfahan’dan 180 km kadar yol yaparak önce Abyaneh Köyü denen bir yere uğrayacağız. Abyaneh, İran’ın en ilginç ve en fazla turist çeken yerlerinden bir tanesi. “Neden ?”diye sorarsanız, Abyaneh Köyü özgün kültürünü koruması ve kendine has mimariye sahip olması nedeni ile bolca turist çekiyor.

7. yüzyılda Araplar, Pers ülkesini ele geçirdiklerinde bir kısım Zerdüşt halk çevre dağlara ve çöllere kaçıp kendi köylerini kurmuşlar. İşte Kaşan’ın 80 km güneydoğusundaki Karkas Dağlarının eteklerinde yer alan bir vadide varlığını sürdüren bu köyün ismi Abyaneh. Köye vardığınızda özellikle büyük araçların köyün içine park etmesine müsaade edilmiyor. İranlılar tatil günlerinde gezmeyi gerçekten çok seviyorlar. Bizim Abyaneh ve Fin Bahçesi gezimiz cuma gününe denk geldi. Hem bu köyü ve hem de bahçeyi çok kalabalıkla gezmek zorunda kaldık. Daha sakin bir günde çok daha keyif alabilirdik.

Abyaneh Köyü halkı binlerce yıldır farklı hanedan ve krallıkların değişen kurallarına maruz kalmalarına rağmen kültürel miraslarını, geleneklerini ve benzersiz güzelliklerini muhafaza etmeyi başarmışlar. Bu köy adeta canlı bir müze gibi. Abyaneh adı “söğütlük” anlamına gelen “Viona” kelimesinden türetilmiş.

Araç park edilen yerle, köy arasında epey mesafe var. Yokuş aşağı inmesi kolaydı ama yokuş yukarı, bir de sıcağa kalmışsanız zorlanacaksınız. Yokuşun başında, toprak altında olan daracık bir girişe sahip mağara gibi yapılar gördüğünüzde garip bir yere geldiğinizi anlıyorsunuz. Bunlar aslında yer darlığı nedeniyle kendi evleri dışında ve uzağında köy sakinlerinin kışlık depo olarak kullandıkları yerler. Köyün başındaki evler daha yeni olanlar. Sonra genişçe bir köy meydanına geliyorsunuz. Burada üzerinde büyük çaydanlıklar bulunan sobalar tütüyor.

Bu bölümden itibaren de esas görmeniz gereken köy başlıyor. Bu köyün 1500 yıllık bir tarihi olduğu yazılıyor. Ev sayısı ise 500 civarında. Yakınlarda çıkartılan demir oksit mineralinden zengin toprak , kerpiç evlere kırmızı rengini veriyor. Ahşap kanatlardan yapılmış pencereler, daracık sokaklara bakan veranda ve teraslar dağın eteklerinden başlayıp daha yukarılara doğru uzanıyor. Bu köy halkı evlerini yabancılara satmazlarmış. Sokağın ortasından su akması için küçük bir kanal yapılmış. Evlerin kapı tokmakları, İran’da çoğu ahşap kapıda olduğu gibi kadın ve erkekler için farklı.

Abyaneh Köyünde 300 kadar yaşayan varmış. Bu insanların geçim kaynağı geleneksel yöntemlerle yapılan tarım, bahçecilik ve hayvancılık. Kadınların çoğu ekonomik işlerde erkeklerle birlikte çalışıyorlar. Normal bir günde geleneksel giysileri ile, bizim o gün gördüğümüz kadar çok köy halkını görmezmişiz. Ama köy özgün olunca hafta sonları ve tatil zamanlarında iç turizm çok hareketli ve köyün ziyaretçisi de çok oluyormuş. Haliyle de yerel ürünlerini, dokumalarını ve yiyeceklerini satmak için daha çok insan ortalıkta görünüyor.

Geleneksel olarak erkekler keçe şapka takıp, “Ghaba” adında uzun bir giysi, şalvar gibi bol pamuklu pantolon ve “Giveh” olarak adlandırılan özel yapım bir çift ayakkabı giyerlermiş. Kadınlar ise saçlarını ve omuzlarını tamamen kapatan uzun çiçek desenli, beyaz bir eşarbın altına renkli elbiselerle birlikte özel bir çift pantolon giyiyorlar. Bu renkli çiçek desenli başörtülerle dolaşan köylü kadınların görünümü, İran’ın herhangi bir köyünde giyilen tipik düz siyah örtünmeyle zıt. Bu köyün halkı Orta Pehlevice lehçesi ile konuşuyorlar.

Köyün 11 camisi arasından en eskisi, Selçuklular zamanından kalma Cuma Camisi. Kapısında cami yazmasa, cami olduğunu anlamanız mümkün değil. Bu köyün daracık sokakları arasında gezip kaybolmalısınız. Biz de öyle yaptık zaten.

Abyaneh Köyü’nden 80 km sonra Kaşan’a varacaksınız. Burada iki önemli yer ziyaretimiz olacak. Bunlardan bir tanesi Tabatabayi Tarihi Evi ve bir diğeri ise Fin Bahçesi.

Kaşan, İsfahan Eyaleti’nin bir şehri. Çok eski zamanlardan beri yerleşim yeri olmuş bir kent. Selçuklular zamanında Kaşan’a kale yapılmış. Şehir çanak, çömlek, çini ve halısı ile meşhur. Kaşan her daim devlet büyükleri için sayfiye yeri olmuş. Fin Bahçeleri, Şah Abbas için yapılmış. Bu şehirde Kaçar Döneminden de güzel evler var. İşte gezeceğimiz Tabatabayi Evi bu özel evlerden bir tanesi. Ameri Evi, Borujerdi Evi sadece Kaşan’ın değil, İran’ın önde gelen tarihi evleri arasında sayılıyorlar.

Tabatabayi Evi , İran’ın Kaşan kentinde tarihi bir ev müzesi . 1880’li yıllar civarında, Kaçar Hanedanlığı döneminde, varlıklı Tabatabayi ailesi için inşa edilmiş. Aslında bu evi gezerken şahidi olduğunuz olay, Kaşan’lı zengin ailelerin yaşam tarzı. Evi karısı için yaptıran Seyed Jafar Tabatabaei bir halı tüccarı. Evin mimarı, dönemin en ünlüsü Ustad Ali Maryam.

Ev beş dönüm arazi içine yapılmış. Dört avlulu evin bir bölümü dışarıdan gelenlerle temas edilen kısım, diğer bölüm ise ev halkına ayrılmış özel bölüm. 40 odası, 3 adet badgiri ve su taşıyan kanat sistemi mevcut. Ev içindeki şatafat hayret veren boyutlarda. Evin dış cephesi alçı süslemelere, çok güzel teraslara sahip. Kapılar ve pencereler oyma ahşaplarla dekore edilmiş. Evin içinde renkli mozaik pencereler var. Tüccarın karısının adı Homa olunca, adam eve dekorasyon olarak efsanevi kuş, Homa sfenksi yaptıracak kadar işi abartmış.

Daha Tahran’a kadar uzun yolumuz olunca civardaki Borujerdi Evi, Abbasi Evi, Ameri Evi , Sultan Amir Ahmed Hamamı, Ağa Bozorg Cami ve Kaşan Çarşısı gibi Kaşan’ın yürüme mesafesi içinde gezilecek yerlerine uğrayamadık. Ancak türbenin ve hamamın foto

Bunun yerine gezimiz için otobüse doluştuk. Tatil günü olunca Fin Bahçelerine araçla ulaşmak bile mümkün olmadı. Belirli bir yerden sonra ring sefer yapacak şekilde düzenlenmiş belediye otobüsü ile bahçenin kapısına kadar gidildi.

Bahçenin kalabalığı anlatılacak gibi değil. Büyük hayalle beklediğim bahçe gezisi kalabalık yüzünden hüsran oldu. Bu nedenle Fin Bahçesi gezisinin zamanlaması mümkünse sabah ve mutlaka tatil günleri dışında olmalı.

Fin Bahçesi’nin geçmişi I. Şah Abbas dönemine, 1590’lı yıllara kadar uzanıyor. Şah Abbas’ın ardılları da bahçeyi genişletmişler. Kaçarlar Döneminde hanedanın 2. şahı Fath-Ali Şah Kaçar zamanında bahçe en güzel halini bulmuş. Bahçe sonraki dönemlerde ihmal edilmiş. Bahçe UNESCO Kültür Mirası Listesi içinde yer alan Pers Bahçeleri arasında en önemli olanı.

Klasik tüm Pers Bahçeleri düzeni bu bahçede de var. Yüksek duvarlar ardında, dört bahçe düzenli ve sulama kanal sistemlerinin ve havuzların en güzel şekilde kullanıldığı bir bahçe burası. Tek kötü tarafı gezdiğimiz zamandaki kalabalık.

Fin Bahçesi gezisi sonrasında otobüse doluşup Tahran’a doğru yollara düştük.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

Tüm Çekincelerinizi Bir Kenara Bırakın! İRAN GEZİ YAZISI: Ali Kapı-Kapalı Çarşı/İsfahan

Ali (Ālī-Aali) Kapı, Safevi Devletinin yeni başkenti olan İsfahan’daki kraliyet sarayının adı. Ali (Ālī-Aali) “büyük, üstün” anlamında Arapça’dan geçen bir kelime. Ali Kapı ile “imparatorluk yönetimine giriş kapısı” anlatılmak istenmiş. Nakş-ı Cihan Meydanı’nın batı tarafında, Şeyh Lütfullah Camisi’nin karşısında yer alıyor. Şatafatlı bir meydan kompleksi yaratmış olan Şah Abbas’ın, dışarıdan baktığınızda böylesine küçük bir sarayda oturması size uygun gelmeyebilir. Bu saraydan geriye doğru uzanan ve Çarbağ (Chahar Bagh) Bulvarı denen 6 km’lik yol üzerinde, Çehel Sütun ve Heşt Beşt Sarayları gibi başka saraylar da bulunuyor. Yani bu sarayı Safevi Saraylarına giriş kapısı olarak değerlendirmek lazım.

Saray, Safevi Hanedanının resmi ikametgahı olarak kullanılmış. Saray 48 metre yüksekliğinde. Her bir kata daracık, zorlu bir döner merdivenle erişilebilen altı katı var. Ali Kapı Sarayı’nı benzersiz kılan, aslında mimari özellikleri. Ali Kapı, bir zamanlar İran’ın en yüksek binası, yani tabiri caizse gökdeleniymiş. Bu sarayda onu bir mimari şaheser yapan pek çok nokta var. Yıllar içinde çeşitli ilaveler olmuş. Bu yüzden binaya dışarıdan farklı yerlerden bakarsanız, sarayın farklı sayıda katlarını da görebilirsiniz. Yani saraya tam ön cepheden bakıldığında sarayın balkonlu ve sadece iki katı olduğu görülmektedir. Ancak yanlardan bakarsanız sarayını üç katını, arkadan bakarsanız beş katın tamamını görebilirsiniz. Müzik salonu olan altıncı kat dışarıdan görünmüyor.

İlginç bir not buldum ama doğruluğunu sağlayacak başkaca yazıya rastlamadım. Buna göre sarayın kapıları aslında Necef’teki kutsal İmam Ali Türbesi’ndenmiş. Şah Abbas, Necef’ten aldığı bu kapıların yerine de altın kapılar yapılmasını emretmiş.

Tonozlu bir kapıdan giriş yapılan saray ilk halinde, yani 1.Şah Abbas döneminde, 2 katlı olarak yapılmış. Sarayın ilk katı yabancı elçilere ve onlarla görüşmelere ayrılmış. Kapıdan geçtikten sonra bir koridora ulaşıyorsunuz. Bu koridor, köşelerindeki kubbeleri sayesinde, yankı işleviyle ünlü. Buna göre, bir köşede fısıldayarak konuşmalar, bitişik köşedeki kişi tarafından duyabiliyor. Yani bu sarayda gizli konuşmalara yer yokmuş.

Koridordan geçtikten sonra kiremit kaplı basamakları kullanarak birinci ve ikinci katlara ulaşabiliyorsunuz. Bu katlar, kralın konuklarının kralla tanışmak için onay bekledikleri bekleme odalarıymış. Sarayın bugünkü hali  II. Şah Abbas, Şah Süleyman ve Şah Sultan Hüseyin dönemlerinde yapılan eklemeler sonrasında ortaya çıkmış.

İkinci Şah Abbas döneminde saraya, 18 yüksek sütunlu bir balkon eklenmiş. Geniş terasın ortasında bir havuz bulunuyor. O andan itibaren Ali Kapı, kralların ve ailelerinin boş zamanları için bir saray haline gelmiş. 18 sütunlu terasa açılan ve Şahın elçileri kabul ettiği büyük salon da 3. katta. Burası en güzel olan salon. Duvarlar saray ressamı-hattatı Reza Abbasi ve öğrencilerinin çizimlerine ve küçük aynalarla yapılmış dekorasyona sahip. En çok burası için uğraşılmış. Buradaki balkondan tüm Nakş-i Cihan Meydanı ayaklarınızın altında olarak görülüyor.

Altıncı katta, müzik salonu bulunuyorsa da bizim gezdiğimizde tadilattaydı ve gezemedik. Bu katta, kraliyet resepsiyonu ve ziyafetler düzenlenirmiş. Tong Bori denen oda içi çok sayıda nişli bir tür mimari özellik kullanılarak oda içinde müziğin yankılanması sağlanmış.

Sasani İmparatorluğu zamanı Pehlevi (Orta Farsça) dilinde “waazaar” ticaretin yapıldığı veya cemaatin toplandığı yer anlamında, pazarı tarif etmek için kullanılmaktaymış. Kelime zamanla “pazar”a dönüşmüş. Üretim toplumlarının olduğu dönemlerde insanlar kendi ihtiyacından daha fazlasını üretmeye başlayınca, üreticiler kendi aralarında ürün takasına başlamışlar. Ticaretin ve ticaret mekanlarının oluşmasında başlangıç noktası da bu olmuş. İşte her yerde olduğu gibi, İran’da da kapalı pazarlar bu türden ihtiyaçlar sonucu ortaya çıkmış. Pers toprakları kapalı çarşılar bakımından zengin bir coğrafya. Kapalı çarşıların zaman içinde gelişen ve kalıplaşan belli bir mimari yapısı ve düzeni mevcut. Pazar civarında da kervansaraylar, hamamlar, ambarlar gibi, pazarların tamamlayıcı unsurları da zamanla gelişmiş.

Selçuklu ve Safevi dönemi mirası olan İsfahan Kapalı Çarşısı, dünyanın en uzun kapalı çarşısı kabul ediliyor. Şah Abbas’ın Nakş i Cihan Meydanı ve kompleksini inşa ettirmeden önceki İsfahan Çarşısı, Cuma Cami taraflarındaydı. Şah Abbas yeni meydan ve çarşıyı yaptırdığı halde, başlarda tüccarları buraya getirmek, Şah Abbas Camisi’nde cumaları cemaati toplamak mümkün olmamış. Eski alışkanlıklar bir süre devam etmiş. Ama Şah Abbas vakıf aracılığı ile tüccara dükkanları bedelsiz olarak devredince buradaki dükkanlar dolmuş ve alışverişin merkezi de burası olmuş.

İsfahan Kapalı Çarşısı’na Kayseriye Kapısı‘ndan giriliyor. Kapı üstünde çizilmiş freskler maalesef kötü durumda. Klasik İran kapalı pazarlarında olduğu gibi aynı işi yapan ya da birbirleri ile bağlantılı esnaflar bir arada bulunuyorlar. İki katlı dükkanların üstü ofis, alt taraf ise satış bölümüymüş. Raste denen ana bir koridor boyunca iki taraflı dükkanlar sıralı haldeler. Timce denen sekizgen kapalı alanlarda ise dükkanlar avluya bakar halde dizilmişler.

İsfahan kapalı çarşısı hediyelik ve kendiniz için yapılacak alışverişleriniz için uygun bir yer. Tahran Kapalı Çarşısına göre daha büyük. Altın, gümüş ve çoğunlukla da bakır üzerine işlenecek motifin çizilip, metal keski kaleme inen çekiç darbeleri ile şekillendirildiği “kalemzeni” işleri bu çarşıda bolca bulabilirsiniz.

Bu çarşıda meşhur bir minyatür sanatçısının dükkanına da gittik. Deve kemikleri üstüne müthiş güzel minyatürler yapıyordu. Selçukluların İran’a getirdiği, İran’lıların işi sanata döktükleri işlenmiş cam kaplar, ahşap üzerine kakma ve oyma işleri satan dükkanlar benim en çok ilgimi çekenler oldu. Şekerlemeciler burada da çok boldu. İnce zar gibi şekerlemelerin tadı damağımda kaldı. Şekerleme, İsfahan Kapalı Çarşısı’ndan alınabilecek en güzel ve hesaplı hediye olabilir. Baharat burada Şiraz’a, Tahran’a göre daha pahalıydı.

Tabii ki bolca da halıcı dükkanı vardı. Yalnız halılara burada değil, kapalı çarşının arka sokaklarında bir yerdeki dükkana giderek baktık. Eğer hanım tutmasaydı İran’dan halı ile dönmüştüm. Burada halılar muhteşem. Beğendiğim halı 500 USD civarındaydı. İpek halılar ise insanın aklını başından alacak kadar güzeller. Bana burada halı fiyatları, bizim ülke halılarından daha ucuz gibi geldi.

Son olarak size burada bulunan bir çaycıdan bahsedeceğim. Meydanda, Azadegan Çay Evi adlı bir yerde çay, kahve içip ortamı bir görmenizi tavsiye ederim. İnsanı boğan antikalar arasında bile olsanız, yerel halkı gözlemek için tavsiye edeceğim bir yer. Çay ve kahve yanında çok güzel şekerlemeler geliyor.

Bu son bölümle İsfahan’ı da anlatmayı bitirmiş oldum. Sonuç; İsfahan çok güzel bir şehir ve İran gezilerinin olmazsa olmazıdır.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

Tüm Çekincelerinizi Bir Kenara Bırakın! İRAN GEZİ YAZISI: Nakş i Cihan Meydanı/İsfahan

Nakş i Cihan, Şah Meydanı ya da 1979’dan sonraki ismi ile İmam Meydanı, İsfahan’ın en önemli gezi yeridir. Ben en çok Nakş i Cihan adını sevdiğimden, bundan sonra da bu şekilde anlatacağım. “Dünyanın Süsü-İmgesi” anlamında Nakş i Cihan adı buraya ne kadar da yakışıyor.

Burası I. Şah Abbas’ın 1598 ile 1629 tarihleri arasında yaptırdığı bir meydan. Tabii ki meydanın gelişimi sadece Şah Abbas’la kalmamış, ondan sonra gelen ardılları da meydana hep bir şeyler eklemiş. 560 metreye, 160 metre boyutları ile dünyanın en büyük meydanları arasında ikinci sırada bulunan Nakş i Cihan, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi arasında yer alıyor.

1598’de Şah Abbas Pers İmparatorluğunun başkentini, daha güvenli ve uygun bir yer olduğunu düşünerek, Kazvin’den İsfahan’a taşımaya karar veriyor. İsfahan’ın hem yeni başkent rolüne yakışır hale gelmesini sağlayacak ve hem de ulusal etkinliklerin düzenleneceği bir yer yaratmak için Nakş-i Cihan Meydanı gibi devasa bir komplekse ihtiyaç duyulmuş. Bizim Mimar Sinan’ın, Safevi Devletinde karşılığı olan baş mimar Şeyh Bahai projenin başına getirilmiş ve onun önderliğinde de çalışmalar başlamış. Şeyh Bahai çok değerli bir bilim insanı. Astronomi, mimarlık, felsefe, matematik, edebiyat gibi bilimler yanında, dini ilimlerle de ilgili, dolu dolu bir insan. UNESCO, 2009 yılını “Astronomi ve Şeyh Bahai yılı olarak ilan etmiş.

Şah Abbas’ın devletin yönetimini ve gelirlerini bir merkezde toplama gibi bir politikasının olduğundan önceki yazılarda bahsetmiştim. Ana fikir bu olunca iktidarın tüm bileşenlerinin varlığı bu meydana yansıtılmış. Şah (İmam) Cami din adamlarının gücünü, Kapalı Çarşı tüccarların gücünü ve Ali Kapı (Kapu) Sarayı Şah’ın gücünü, Şeyh Lütfullah Medresesi ise medreseyi temsil ediyor. Tüm bunların hepsi de bir büyük meydanın dört bir yanına yerleşecek şekilde düşünülmüş. Dükkanlar, Safevi döneminin mimari tarzını yansıtan şekilde iki katlı planlanmış. Ortadaki geniş alanda normal zamanda çok canlı bir ticaret yapılırken, bazı zamanlarda alan boşaltılır ve polo müsabakaları, nevruz kutlamaları olurmuş.

Bu meydan kesinlikle bir tam gün geziyi hak eden bir yer. Hatta “her dükkana bakayım, alışveriş yapayım rahat rahat gezeyim, geceleri de fotoğraf alayım” derseniz 2 tam gününüz burada geçebilir. Meydana yürüme mesafesinde Tarihi Şah Hamamı, Çehel (Chehel) Sütun Sarayı ve Heşt Beşt (Hasht Behesht) Sarayı bulunuyor . Yine yürüme mesafesinde Si-o-Se Köprüsü var.

Ben de anlatımı Çehel (Chehel) Sütun Sarayı’ndan başlayarak Nakş i Cihan Meydanı’na gelecek şekilde yapsam uygun olacaktır. Çehel Sütun adını 40 sütundan alıyor. Bu sütunlardan 20 tanesi sarayın önünde bulunan selvi ağacından yapılma sütun, 20 tanesi ise bu sütunların suya yansımalarından oluşuyor. Bu bahçe UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi içinde yer alan 9 tane Pers Bahçesinin arasında yer alıyor. Bu bahçe Şah Abbas’ın büyük bir saray ve botanik bahçeleri yapma projeleri arasında yer alıyor. Ama bu bahçelerden sadece Çehel Sütun ve Hasht Behesht Sarayı tamamlanabilmiş. Yapımına 1588’de başlanıyor ama tamamlanması 1647’leri bulmuş. Klasik İran tarzı yanında Avrupa ve Çin saraylarından da esinlenmeler var.

Büyük bir havuzun sonunda, bir parkın ortasında yer alan saray Şah Abbas tarafından, şahın eğlencesi ve kabul törenlerinde kullanılmak amacıyla yaptırılmış. I. Şah Abbas ve ardılları mevki sahibi kişileri ve elçileri bu sarayda, ya sarayın terasında ya da kabul salonlarında kabul etmişler.

Sütunlardan sonra aynalı salon karşınıza çıkıyor. Küçük ayna parçalarını yan yana getirerek hem derinlik ve hem de ışıklı bir ortam yaratmışlar.

Bu sarayın içi gerçekten muhteşem. Dört bir yanda bulunan duvarlarda fresklerle önemli olaylar anlatılmış. Bunlar arasında Osmanlı ile yapılan 1514 Çaldıran Savaşı da bulunuyor.

1514 Çaldıran Savaşı

Özbeklerle savaşlar, Özbek Şahının kabulü, Hintlilerle savaş gibi bazı başka tarihsel önemli olaylar çizilmiş. Kaçar döneminden de bir fresk mevcut. Her bir tanesinde ince ince ayrıntılar var. Zamanında seramik üzerine işlenmiş tablolar da varmış ama bugün dünyanın çeşitli ülkelerine kaçırılmış ve koleksiyonlarda yer alıyorlar. Tavanların süslemeleri ise ayrı bir sanat eseri.

1669 yılında Şah Abbas’ın ardıllarından olan Süleyman Şah tarafından inşa ettirilmiş Heşt Beşt (Hasht Behesht) Sarayı, bugün pek anlaşılmasa da, zamanında “Dünyanın en güzel sarayı” olarak anılmış. Hasht Behesht kelimesi Farsçada “Sekiz Cennet” anlamına geliyor (gerçi bir başka kaynak aynı kelime için “Cennete giriş anlamındadır” diye yazıyor. Sonuçta ortak olan, “cennet” benzetmesi). Hasht Behesht Sarayı sekizgen köşeli bir bina. Biz ancak dışarıdan ziyaret edebildik. Bahçesi o kadar bakımlı halde değil.

Sonrasında güzel bir park içinden, büstlerin arasından geçerek Nakş i Cihan’a geliyorsunuz. Alana girer girmez kendinizi farklı bir ortamda hissedeceksiniz.

Alanın güney tarafında, tüm alanla birlikte, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesinde bulunan ve İran’ın İslam dönemi Pers mimarisinin başyapıtı sayılan Şah Camisini göreceksiniz. Yapımına Şah Abbas 20 yaşında iken, 1611’de, başlanmış. Şah yaşıyorken bir an evvel bitmesi için baskı yaptığı bu eser ancak onun ölümünden birkaç ay sonra 1629’da tamamlanmış.

Caminin ana giriş kapısı meydana bakıyorken, hizası Mekke yönünde değil. Tüm alan projesinin başında olan Şeyh Bahai, hem muhteşem kapının ve hem de cami kubbesinin herkes tarafından rahatça görebilmesi amacıyla ikisini belli bir açı içinde inşa etmiş. Bu deha sayesinde özellikle Ali Kapu terasından Şah Camisine bakınca hem ana kapıyı ve hem de minareler ve kubbeyi rahatça görebiliyorsunuz. Ana kapıdan girdikten sonra camiye ulaşmak için sağa dönüş yapmanız lazım. Şeyh Bahai’nin vizyonu, meydanın neresinden olunursa olunsun caminin görünür olmasını sağlamış. Caminin mimarı ise Ali Ekber İsfahani.

Caminin meydana bakan 27 metre yüksekliğinde, yarım ay şeklinde olan eyvanı büyüleyici. Yedi renkli mozaik karoları ve kaligrafik yazıtlarla süslü. Eyvanın her iki tarafında 42 metre yüksekliğinde iki adet minare var.

Meydana bakan eyvandan giriş yapınca ortada küçük bir havuzu olan bir avluya çıkılıyor. Burada da iki adet güzel eyvan görülüyor. Yine çift minareli eyvanlardan bir tanesi İsfahan’ın en büyük kubbeli camisine girişi sağlıyor. Diğer eyvan ise üstünde “edikül” denen, çatılı çardak mimari yapısı ile ayırt ediliyor.

İran’da minarelerden ezan okunması uygun görülmüyor. Bunun yerine bu çardaklardan müezzin cemaati namaza çağırıyor.

Çifte minareli kubbeli kısımda, kubbenin altındaki merkezi noktada, öyle bir akustik özellik yaratılmış ki ses her taraftan yankılanabiliyor. İmam’ın alçak bir sesle konuşmasında bile konuşulanlar herkes tarafından net bir şekilde duyulabiliyor. Cami içinde bulunan büyük mermer kabın içinde zamanında su veya limonata bulunurmuş. Böylece cemaat isterse buradan su veya limonata içermiş.

Kubbe çift katlı ve 53 metre yükseklikte. Kubbe içten olduğu gibi dıştan da çinilerle kaplı. Bu eyvanın iki tarafında tonozlu yapılarla kış camileri var. Bu kısımlar olduğu gibi çinilerle kaplı. Bu cami öncesinde çiniler küçük parçaların yan yana getirilmesi ile döşenirmiş. Zor, zahmetli ve pahalı bir iş yani. Ama bu camide tek bir çini karoya yapılmış 7 renk içeren çiniler kullanılmış. Bu da hem caminin masrafını düşürmüş ve hem de inşaatın hızlanmasına neden olmuş. Yine de İmam Lütfullah Camisinin çinileri ve işçiliği daha kıymetli olarak görülüyor.

Şah Cami gezisi sonrasında alanın meydana bakan doğu köşesinde Şeyh Lütfullah Cami gezimizi yaptık. Bu cami saray halkına özel olarak yapılmış. Sarayın diğer alt tabakası Şah Camisini kullanırlarken, Şah Abbas’ın kayınpederinin ismini taşıyan Şeyh Lütfullah Camisini Şah Abbas ve yakınları kullanmış. Yapımı 1602-1618 yıllarına tarihleniyor.

Şah Abbas ve sarayın kadınları, meydandan geçip camiye açıktan geçmesinler diye Ali Kapu Sarayı’ndan camiye kadar tünelden bir yol yapılmış. Bu cami de meydana bakan, minaresiz eyvanlı tek giriş kapısına sahip. Ama yönü kıbleye uydurmak için kapalı bir koridor eklenerek, kıbleye bakar hale getirilmiş.

Şah Cami ile karşılaştırıldığında, Şeyh Lütfullah Cami’nin tasarımı oldukça basit. Avlusu ve iç eyvanları yok. Yapı, kare planlı bir oda üzerine oturan basık bir kubbeden oluşmakta. Ancak bu caminin sade yapısının aksine, Caminin kubbesinin iç kısmı ise çok güzel.

Kubbeye yapılmış eş merkezli halkaların boyutu ve motifler, merkeze yaklaştıkça parlaklığın arttığı izlenimini yaratmak için küçültülmüş. Böylece, baktığınız zaman parlaklık ortada toplanıyor. Bir de ışığın açısına göre sanki tavus kuşu şekli gibi şekil oluşuyor.

Bu caminin iyi bir restorasyonu 1930’larda Şah Rıza Pehlevi zamanında yaptırılmış. Pehlevi dönemi de bence İran için önemli. Onu da Tahran’ı yazarken anlatmak gerekecek.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru