Ortaya Karışık Orta Amerika-Giriş

09-24 Mart 2023 tarihleri arasında Kosta Rika, Nikaragua ve Panama‘yı içine alan bir tur yaptık. Aslında denizi, gölü, yanardağı, ormanı, benzersiz florası ve faunası, farklı demografik yapılarının getirdiği kültürleri yüzünden sadece bir ülke için bile yetmeyebilecek kadar bir süreye 3 ülke sığdırmaya çalıştık. Yani ortaya karışık küçük bir Orta Amerika turu yaşadık. Dünyanın Renklerine Yolculuk firmasının hazırlamış olduğu programa katılıp, ülkelerin doğasına ve tarihine küçük bir bakış attık, insanlarının yaşamına, kültürüne ve mutfağına kısa süre ortak olduk.

Döndüm memlekete… Fotoğrafları sınıfladım, sevgili rehberimiz Ayşe Aktunalı’nın anlatımlarından notları gözden geçirdim. Gezi öncesi notlarım ile gezide iken “Şuna da bakmalıyım” dediğim konuları bir araya getirdim. Sonunda irmik, su, şeker ve yağ hazır. Helva yapmanın, yani gezi yazımızı yazmanın zamanı geldi.

Zaman içinde gezi yazısı yazmanın en zor tarafının ilk yazıyı yazmak olduğunu öğrendim. “Orta Amerika’nın bu üç ülkesi için ortak olarak ne söylenebilir, konuya nereden başlanabilir?” diye epey bir düşündüm. Sonunda Kristof Kolomb ile başlamanın ve onun açtığı yolu takiben yeni kıtaya akın edenlerin kıtaya ve yerleşik insanlarına, günümüze uzanan etkilerini kısaca irdelemenin uygun olacağına karar verdim.

Başlangıcı, Cenovalı Kristof Kolomb ya da İspanyol adı ile Cristóbal Colon adlı kaşif ile yapmamın amacı onun Orta Amerika gezimizdeki her üç ülkeye de geçmişte bir şekilde dokunmuş olmasındandır. Bu kaşifin sadece bu üç ülkenin değil ama tüm Latin ve Kuzey Amerika’nın kaderinin belirlemesinde katkısı olduğu tartışılmaz gerçektir. Onunla başlayan Yeni Kıta hikayesini bilmeden günümüz Latin Amerikası‘nı anlamak, gezinin tadına varmak pek mümkün değil.

Avrupa ülkeleri için karayolundan baharat ve ipeğe ulaşmak, Fatih Sultan Mehmet’in Konstantinopolis‘i alması sonrası pahalı ve sorunlu hale geldi. İspanya ve Portekiz gibi denizci ülkeler Doğu Hindistan’a deniz yolu ile ulaşmanın yollarını aramaya başladılar. Biraz bilinmeze olan meraklarından, çoğunlukla da hızla zengin olmanın hayali ile bir kısım maceracı insan uzaklara deniz yolu ile seyahat etmeye başladılar. Bunlara “Fatih” anlamında “Konkistador” (İspanyolca “Conquistador) denildi.

Kendine eski kıta Avrupa’nın düzeni içinde yer bulamayan, gelecek görmeyen, kısa zamanda zengin olma hayali taşıyan maceracı çoktu. Bunları bulmak kolay olsa da yolculuk için gereken gemileri hazırlamak, personeli finanse etmek pahalı ve riskli bir işti. Bu nedenle risk almadan ve para harcamadan bu zenginliklere ulaşmak isteyen ortaçağın liderleri bazı sistemleri ve kavramları ortaya attılar. Adelantado, kralın izni ile ve onun adına bu keşiflere katılma ve her türlü ganimetten, belli bir yüzdeyi krala verme şartı ile, faydalanma işine ve fayda görene verilen ad oldu. Konkistadorların bir kısmı kralın verdiği bu izinle keşif ya da yağma gezisini kendileri finanse ederken, bir kısmı da kralın desteğini aldı. Aslında tarihte Amerika’ya gidenlerden ilki olmayan Kristof Kolomb (Kızıl Erik tam 500 yıl öncesinden Amerika’ya ayak basmıştı) Doğu Hindistan’ın zenginliklerine ulaşmanın kestirme yolunun batıya doğru yelken açmak ve efsanevi Kuzey Batı Geçidinden geçmek olduğuna inanıyordu. Bu inancını ilk olarak İngiliz, Fransız ve Portekiz Krallarına açsa da, onlar bu fikri pek bir hayalperest buldular. Aragonlu Kral Ferdinand ve Kastilyalı İsabella bu keşfe sponsor olunca Kolomb vakit kaybetmeden 3 Ağustos 1492’de 3 gemi ile Doğu Hindistan keşfine doğru yola çıktı. 12 Ekim 1492’de Doğu Hint Adaları’na değil ama Bahama Adalarından birine, muhtemelen San Salvador’a ayak bastı.

Aragonlu Kral Ferdinand ve Kastilyalı Kraliçe İsabella

Kolomb, İspanyol patronlarına vaat ettiği incileri, altını, gümüşü, baharatları ve ticari malları aramak için aylarca Karayipler’de adadan adaya yelken açtı. Pek bir şey bulamadı. Ocak 1493’te, birkaç düzine adamı Hispaniola‘da (bugünkü Haiti ve Dominik Cumhuriyeti) derme çatma bir yerleşim yerinde bırakarak yanında birkaç yerli, gözlemlerine ait tuttuğu günlük ve az sayılabilecek ganimetle İspanya’ya geri döndü. Kolomb daha sonra 1493, 1498 ve 1502 yıllarında Atlantik üzerinden Amerika’ya 3 sefer daha yaptı. Hindistan’a kısa yolu hiç keşfedemedi, Hindistan’a hiç ulaşamadı. Düşündüğü kadar altın ve gümüşü o bulamadı ama hem eski ve hem de yeni dünyada çok şeyi değiştirdi. Kendi ne kadar anladı bilinmez ama dönemin dünya liderlerinin iştahları bu yeni dünyanın olası nimetleri için iyice kabardı. Krallar birbirlerine düştüler ama dönemin Papası imdada yetişti ve yeni dünya nimetlerini sadece İspanya ve Portekiz arasında olacak şekilde bölüştürdü. 1494 Tordisalles Sözleşmesi ile Cabo Verde Adalarının 370 fersah batısından, kutuptan kutba çizilen çizginin solu İspanya’ya (Kuzey ve Güney Amerika’nın çoğu) sağı Portekiz’e bırakıldı (Brezilya ve Afrika batı sahilleri).

Aslında Kolomb’dan önce de Yeni Dünya üzerinde milyonlarca yerli insan zaten vardı ve yaşıyorlardı. Topraklarına ayak basan zırhlar içindeki adamlar yerli halkın elinden kıymetli neleri varsa aldı. Bu da yetmedi onları kendi işlerinde çalıştırmayı ve köleleştirmeyi hak gördü. Bu sistemin adına “Encomienda” dendi. Yerli halk işkence ve eziyet gördü. Büyük kaşif Kolomb bile, valisi olduğu Bahamalar’ın yerli halkı olan ve sayılarının başlangıçta 250000 civarında olduğu tahmin edilen Taino yerlilerinin sayısını birkaç yüze kadar indirebilmişti. Bu yüzden suçlanan Kolomb zincirlenerek yargılanmak üzere İspanya’ya götürüldü. Eski kıtada köleliği yasaklayan Ferdinand ve Kastilyalı İsabella, Kolomb’un yeni kıtada yaptıklarını affetti. Zamanla yeni kıtanın içlerine keşif gezileri arttıkça altın için işkence ve soykırım da arttı. Meksika yerlileri olan Aztekleri 1521’de tarihten silen Hernan Cortez ve Peru’da yerleşik İnkaları 1532’de katleden Francisco Pizarro günümüzde sadece kaşif olarak anılmıyor, aynı zamanda soykırımcı olarak da biliniyor.

15. ve 16. yüzyılların konkistadorları dünyanın Avrupalılar tarafından bilinmeyen bölgelerini keşfeden, yerli orduları yenerek, ganimet ve toprak gasp eden İspanyol askeri maceraperestleriydi. 16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, fatihlerin yerini kurumsal yerel yönetim ve kalıcı yerleşimcilerden oluşan daha sistematik bir sömürgeleştirme sürecinin alması gerekti. Sistemli sömürü kıtaya yerleşti, yerli halktan anemist inançlarını terk edip kiliseye bağlanmaları, İsa’ya ve tek tanrıya inanmaları istendi. Yerli halkı kiliseye bağlamak ve tanrı ile korkutmak daha kolay ve daha sağlam bir yayılım aracıydı.

Gelenlerden bazıları yerlilerle evlendi ve ırklar karıştı. İspanya’dan gelerek yerli halktan birisi ile evlenenlerden doğan çocuklara mestizo dendi. Efsanevi şehirler, altın ve gümüş belki hayal edilen kadar bulunamadı ama kıtada yerel halkın iş ve emek gücüne Afrikalı kölelerin iş gücü eklendi. Afrika’dan köleler getirilmeye başlandı. Çünkü Avrupalıların getirdiği ama Amerika yerlilerinin bağışık olmadıkları çiçek, tifüs, influenza gibi hastalıklar ve işkenceler yüzünden geniş tarlaları ekecek, ürünleri biçecek kadar yerli halk kalmamıştı.

Yeni Dünya ile Eski Dünya arasındaki insan, bitki, hayvan, mikro canlıların ve kültürlerin değişimini anlatan Colomb Değişimi kavramında hastalık kısmı yerlilere düşerken, Avrupa’ya kıtada olmayan patates, domates, muz, şeker kamışı gibi tarım ürünleri düştü. Kıtaya ilk giden İspanya, Portekiz gibi ülkelere bir kaç yüzyıl refah içinde yaşamaya yetecek kadar gümüş ve altın götürülmüştü.

Yerleşen istilacılardan bazıları, yerli ırkla karışmamaya özen göstererek birkaç kuşak nesillerini saf halde devam ettirdiler. Artık Amerika kıtasında yerli İspanyollar vardı. Bunlara “Kreol” dendi. Kreoller diğer melez halklara göre kendilerini daha üstün gördüler. Zenginlikten daha fazla pay aldılar. Zaman içinde kıtanın içlerine en kuzeyinden en güneyine, en doğusundan en batısına gidildi. Yollar açıldı, şehirler kuruldu. İspanya’dan gelen İspanyollarla, Latin Amerika’da birkaç kuşaktır var olan kreoller arasında zenginliğin paylaşımı konusunda çekişmeler başladı. Kreoller zenginliğin ve yerlileri yönetmenin kendi hakları olduğunu düşünürken, anakaradan gelen İspanyollar, ırkları saf kalsa ve onlardan olsalar da, yeni kıtayı yerliler kadar sahiplenen kreollere hiç güvenmediler.

Miguel Hidalgo

19. yüzyıla gelindiğinde kreollerinı isyanlar baş gösterdi. İsyanlar başladı başlamasına ama kıtanın gerçek yerlisi ve Afrika’dan getirilmiş köle halk, bir papaz olan Miguel Hidalgo gibi isyancı kreollere destek vermediler. Onların yanında durmaktansa İspanyol Kralının yanında oldular. Yaşanan kreol isyanları etkili olmadı.

Simon Bolivar

Simon Bolivar’ın kendisi de bir kreol olmasına rağmen Latin Amerikalılık konusunu ön plana çıkartan, sınıfsal ayrımı inkar eden söylemleri yerli halk ve Afrikalılardan karşılık bulunca İspanyollara karşı verilen başkaldırı bu sefer sonuç verdi.

Sonrasında kurulan Latin Amerika ülkelerinin birlikteliği ve Büyük Kolombiya ideali kısa sürdü. Ülkeler tek tek bağımsızlıklarını ilan ettiler. Sanayi devrimi ve onun primer ormanların katledilmesi pahasına kereste başta olmak üzere Latin Amerika ülkelerinden ham madde talebi, yeni kıtada alt yapının geliştirilmesi ihtiyacını doğurdu. Haberleşme ağı gelişti, demir yolları genişledi. Avrupa’dan akın akın iş gücü geldi. Kıtanın en kısa yerine kanal açıldı. Gemiler en kısa yoldan, bir okyanustan diğerine ulaşır oldu. Yüzyıllar geçti belki ama sistemin adı değişse de sömürü hiç değişmedi. Emperyalist devletlerin adı değişti, İngiltere ve sonra Amerika oldu. Üretime o kadar odaklanıldı ki insanların emeği daha çok sömürülür oldu, sömürü daha çok baskıyı ve Latin Amerika ülkelerinin yönetimine diktatörleri getirdi. Amerika Birleşik Devletleri, arka bahçesi olarak gördüğü ülkelere gereğinde doğrudan ya da dolaylı yoldan askeri müdahalelerde bulundu. Özellikle Orta Amerika’nın zenginlikleri sadece yerli halka bırakılamayacak kadar önemliydi. Dünyanın en karlı yolu olan Panama Kanalının işletmesi 1999 yılında Panama hükumetine devredilene kadar Amerikalılardaydı.

Bir gringo’yu birkaç muz yemeye davet etmemiz yüzünden şu başımıza gelenlere bak!” Bu cümle Gabriel García Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanında geçen bir cümle. Ama tarihsel bir gerçeğe ışık tutuyor. Orta Amerika ülkelerinin 20. yüzyılda da sömürülmesinin devam ettiğini çok güzel anlatıyor.

Minor Keith adlı bir Amerikalı bir demiryolcunun muzun ticari potansiyelinin farkına varması ile 1899 yılında kurduğu United Fruit Company (UFCO) adlı şirket 1930’lara gelindiğinde tüm Orta Amerika’nın, başta muz olmak üzere, meyve ticaretini tekeline aldı. Bu şirket her ülkede verimli toprakların büyük kısmını satın aldı, yerel hükumetleri gücü ile parmağında oynattı. “Muz Cumhuriyetleri” terimi bu şirket sayesinde literatüre girdi. Muz plantasyonunda çalışmak çok zor bir işti. 20. yüzyılda işçiler, 16. yüzyıldaki köleler gibi kötü şartlarda çalıştırıldılar. 12 Kasım 1928 günü, çalışma şartlarını protesto için Kolombiya’da 30 bine yakın muz işçisi greve çıktı. Şirketin baskısıyla hükümet, grevcilerin üzerine orduyu gönderdi ve ordunun grevcilerin üzerine ateş açması sonucu onlarca işçi öldü. Şirketin adı hem 1928’deki grevdeki ölümler ve hem de Küba, Guetamala ve Honduras’da hükumetleri devirme işleri ile anılır olunca kötü şöhreti isim değiştirerek yok etmeye çalıştılar. United Fruit Company oldu size Chiquita (bildiğimiz çikita). Sistem ise değişmedi ve hala devam ediyor.

Kristof Kolomb 1506 yılında öldü. Öldükten sonra da uzun süre unutuldu. Kolomb’un kemikleri de onun gibi gezdi, durdu. En son bir kısım kemikleri İspanya’da Sevilla kentinde, bir kısım kemikleri ise Dominik Cumhuriyeti başkenti Santa Domingo‘da gömülü kaldı. Kolombun yeniden anılır olması ölümünden yaklaşık 350 sene sonrasına dayanıyor. Bir İngiliz dergisi 1793 yılında İngiltere’nin o dönem Amerika Kıtasında yönettiği 13 koloni için “Kolomb Ülkesi” anlamında “Columbia” adını kullanmıştı. Amerika’nın keşfinden 400 yıl sonra ise Kolomb adı bir efsaneye dönüştürüldü. Amerika Birleşik Devleti yönetimlerinin Kızılderililere yapılanları unutturmak için bir isme ve konuya ihtiyacı vardı. Kaşif Kolomb ve kıtayı keşfi yeniden hatırlandı. Sanki ondan önce kıtada kimse yoktu ve onunla gelenler sayesinde kıtada yerleşim ve medeniyet başlamış gibi konu işlendi. Her yere ismi verildi.

Bugün Kolomb’un kıtaya ayak basmasının üzerinden 531 yıl geçmiş. Son yüzyılda Kolomb’a bakış açısı değişti. O artık yerlilere işkenceleri ve soykırım ile anılıyor. Heykelleri yıkılıyor ve adının geçtiği yerlerden isimleri silinmeye çalışılıyor.

Biliyorum uzun bir yazı oldu. Ama gezdiğimiz ülkelerden Kosta Rika’nın para birimi Kolon. Kazayla Amerika Kıtasını keşfetmiş, insanına işkence etmiş, sömürmüş bir adamın isminin ülke para birimine verilmesi, Kolombiya adlı bir ülkenin bulunması gibi ironik durumlar yanında yüzyıllardır, şekil ve patron değişse de, devam eden sömürüyü bilmeden bu toprakların gezisini anlatmak çok eksik olurdu.

Acılar çekmiş bu bölgenin gezdiğimiz 3 ülkesinden de çok güzel anılarla döndük. Tadı damağımızda kalmadı dersem yalan olur. Her ülkeden en güzel ve seçkin örneklerin yan yana getirildiği ve tekrara yer vermeyen güzel bir programı takip ettik. Dünyanın Renklerine Yolculuk firmasını bu güzel program için kutlar, rehberimiz sevgili Ayşe Aktunalı’ya da bu yoğun programı firesiz tamamladığı ve doyurucu bilgiler verdiği için teşekkür ederim.

Gezinin tamamı için diyebileceğim tek şey mükemmel olduğuydu. Keşke daha fazla gezebilseydik. Bu cennet topraklarla ilgili asıl hikayeme beklerim hepinizi.

Gezekalın…

Dr Ümit Kuru

30.3.2023

Ozanlar Diyarı Sivas’ta Bir Ozanla Tanışmak:Aşık Veysel İzinden Gidenler

fft16_mf10121310Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldeyim
Gidiyorum gündüz gece
Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece

          Aşık Veysel Şatıroğlu

Yukarıdaki dizeler halk ozanı Aşık Veysel‘e ait. Aşık Veysel Sivas’ın Şarkışla İlçesi doğumlu.

Suyundan mı, toprağından mı, insanlarının genlerinden mi? Nedendir bilinmez, ama bilinen bir şey var ki Sivas’ın topraklarından halk ozanı fışkırmış. Pir Sultan Abdal, Aşık Veysel, Ali İzzet Özkan, Aşık Hüseyin, Hasan Devrani, Talibi Coşkun, Muhlis Akarsu, Ali İzzet Savaş, Serdari, Ruhsati, Feryadi bu kentin ismi çok bilinen ozanları. Sivas’lı ozanlar içinde adı yayılmamış, yazılmamış olanlar yok mudur? Mutlaka vardır. Onları yöre insanları dinlediler ve adı yazılmamış bu ozanların şiirleri, türküleri derlenemeden, onlarla birlikte yitip gittiler…

P4280185.JPG

25 Ekim Aşık Veysel’in doğum günü. Bu sene gezdiğim ve http://www.gezekalin.com  (https://gezekalin.com/2018/07/05/sivasda-bir-gun/) sayfalarında hikayesini sizlerle paylaştığım Sivas’ta bir gönül insanını, bir ozanı, bir saz yapım üstadını tanıdım ve hikayesinden, sazından, sözünden, hayat görüşünden çok etkilendim. Onun adı Şentürk İyidoğan. Aşıkların büyüklerinden, Aşık Veysel’in doğum gününde, onun ayak izlerinden giden sevgili Şentürk İyidoğan’ı siz sanal gezginlere kendi ağzından, benim izlenimlerinden anlatmak isterim.

İlkokul yıllarında mesleğine destek olmadan başlayan bağlama ustası Şentürk İyidoğan, 4 Eylül Sanayi Sitesi’ndeki küçük atölyesinde bağlama imalatı ve tamiri yapıyor. O bir saz üstadı ve günümüz ozanlarından.

Yedi kardeşten en küçüğü Şentürk, babasının kıymetlisi. Kendi ağzından dinlediğimize göre saz ile onu tanıştıran da babası. Babası ona gürgen ağacından yapılma bir saz alıyor.  Küçük Şentürk sazını alıp, yıllarını saz yapmaya adamış ama istediği kalitede sazı bir türlü yapamamış köydeki Hıdır amcasına götürüyor ve ondan sazını akort etmesini ve mümkünse saz çalmayı öğretmesini istiyor. Onu dinleyen Hıdır amcası, onun hayatını değiştirecek sözü söylüyor; “Oğlum! Sen saz çalmayı niye öğreneceksin? Sen saz yapmayı öğrensene. Bak! Orada köy yolu üzerinde diken ardıcı ağacı var. O artık tam sazlık olmuştur, onu kes ve saz yap”

Bu söz onu başka bir yola sokmuş.  Hıdır amcası tarifleri ve yardımları ile 2 senede ilk sazını yapmış. Sazı yapan, sazı çalmaz mı? Saz çalmayı da öğrenmiş ve ilkokul 2. sınıfta, 23 Nisan şenliklerinde kendi sazını çalıp, arkadaşlarına dinletmiş.  Sazı yapmış ama zamanla yaptığı ile yetinmemiş. Ne de olsa acemi işi! Sazı onun istediği şekilde düzeltmesi için ilkokul 3-4. sınıflarda iken uzak bir köyde, şimdilerde adı Bakımlı olan, o zamanların Fertelli Köyünde, zamanının iyi bilinen saz yapım ustası Celal Ustaya ulaşmış.  Celal Usta işin ustasıdır ama yıllardır saz yapmak için diken ardıcı ağacı bulamamış. Küçük Şentürk, diken ağacından yapılma acemi işi kendi sazını Celal Ustaya gösterdiğinde ve onun takdirini kazandığında doğru yolda olduğunu anlamış. Artık Şentürk sadece sazı iyi çalmayı değil bunun yanında, işin geleneği ve göreneğini de koruyarak iyi bir saz yapım ustası olmayı da hedefine koymuştur. İlerleyen zamanlarda ilk saz yapım atölyesini 1992 yılında Zara’da açar sonra da atölyesini Sivas’a içine taşır. Gerek Zara’da gerekse de Sivas’ta iyilerle tanışır ve kendini iyiden iyiye geliştirir. Sazlarını eski geleneklere göre yapar, sözlerini yazar ve bir aşık olarak söze döker. O aynı zamanda bir Aşıktır

Saz Üstadı Şentürk, Aşık Şentürk yaklaşık 40 yıldır bağlama üretiyor. Sazlarını hala geleneksel yöntemlerle imal ediyor ve çoğunlukla dut yaprak, ardıç yaprak ve dut oyma sazlar yapıyor. Balta sazları, dede düzeni sazlar, zaman zaman cura ve kopuz da imal ediyor. Ama daha önemlisi kişinin ses tonuna özel saz yapıyor. Yaptığı her bağlamanın kendine has bir kimliği var. Bağlama onun için bir şahsiyet ve onlarında her birini, diğerinden ayıran bir kimliği olmalıdır. Şentürk İyidoğan elinden çıkma bağlamasını alan birisi ne aldığını, hangi ses tonunda olduğunu ve bu bağlamayı alanın hangi seste eserlerini okursa iyi olacağını söyleyen bir kimlik kartına sahiptir. Ülkede adı bilinen çok sayıda saz sanatçısına, ozana bağlama yapmış Şentürk İyidoğan.

Şentürk İyidoğan’ın diğer bir iş edindiği konu ise ünlü ozanların eski sazlarını toplamak. Aşık Veysel, Davut Sulari gibi birçok ünlü ozanın sazlarını toplayan Şentürk Usta, zamanla bu sazları bir müze içinde sergilemeye karar vermiş ve atölyesinin karşısına günümüz bazı sanatçılarının da maddi manevi desteği ile küçük bir müzeyi, Ozanlar Müzesi‘ni kurmuş. Hangi sanatçı kimin eserini okuyorsa onun küçük heykelinin yapım maliyetini karşılamış ve o ozanın eski sazı heykelin yanında yer almış.  Aşık Şentürk’ün gezdirdiği müzede, Aşık Veysel, Pir Sultan Abdal, Neşet Ertaş, Aşık Mahsuni Şerif, Davut Sulari, Ruhsati, Ali Ekber Çiçek, Muzaffer Sarısözen, Feyzullah Çınar, Kaygusuz Abdal, Nesimi Çimen, Murat Çobanoğlu, Seyit Meftuni gibi ozanların büstleri yer alıyor. 

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

O bu müzeyi bir edep, erkan odası olarak görüyor. Buraya gelen ziyaretçilerin, özellikle çocuk ve gençlerin, burada dinleme kültürünü öğrenmelerini ve edep, erkan odasının da gelecek kuşaklara aktarılmasını istiyor. Aşıklarımızı ve toplumdaki yerlerini özellikle bizden sonra gelecek kuşaklara aktarmayı, onları tanımalarını ve felsefelerini anlamalarını istiyor. 

P4280131.JPG

Atölyesini ve müzesini ziyaretimizde hem kendisi şahsen tanıdık ve hem de o güzel insanı sazı ve sözü ile dinledik. Sivas’a gelmişseniz sakın ola bu güzel gönül insanını, ozanı ve bağlama yapım ustasını ziyaret etmeyi unutmayın. Size anlatacak örnek bir yaşamı, dinletecek güzel sesi, kulaklarınızdan silinmeyecek bağlamasından çıkan tınıları ve kendi elleri ile sunacağı demli bir çayı olacaktır. 

Aşık Veysel’lerin, Şentürk İyidoğanları’n bol olduğu bir ülkem olsun…

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

25.10.2018  Saat:21:30

 

“Adalet, Hak, Hukuk” Diye Haykıranların Arasında…

IMG_9938.JPG

9 Temmuz benim ve zannederim bu ülke için unutulmayacak bir gün oldu. 69 yaşında, uzun yürüyüşler yaptığını hiç düşünmediğim bir adam çıktı, sn Kemal Kılıçdaroğlu, İstanbul-Ankara arasını, yani toplamda 450 km’ye yakın bir mesafeyi, günler içinde yürüdü. Maltepe Meydanında partili, partisiz kadın, erkek, çocuk insanlarla buluştu. Biz de o mitingde, “Adalet” mitinginde, eşimle birlikte bulunduk. Gösteriye kaç kişi katılmış, gelenlerin partisi, siyasi görüşü neymiş bunların benim için zerrece önemi yok. Benim gördüğüm o alanın tamamen dolu olduğu, en az o alanda bulunan kadar insanın tel örgülerin ve barikatların dışında ve hatta Maltepe Meydana kadar dağılmış durumda olduklarıydı. Benim bu köşede anlatacağım mitingden insan hikayeleridir.

IMG_9925.JPG

Arabamızı Kazlıçeşme’de otoparka bırakıp Marmaray’la ve sonrasında Kadıköy’den metro ile Maltepe’ye ulaşmaya çalıştık. Metrodaki insanların miting alanına gittikleri çok belliydi. Hikayelerden şahit olduğum ilki de burada yaşandı. Metroda oturma şansını yakalamış 40’lı yaşlarda bir bayan, tepesinde dikili halde ayakta duran bir gence sordu;

-“Miting alanına gidiyorsunuz galiba? Biliyor musunuz hangi durakta inersem alana daha az yürürüm? Maltepe’de inersem 2 km yürümek lazımmış! Sonraki durak olan Huzurevi’nde inmek daha mı kısa yürümeme neden olur acaba?”

-Delikanlı önce bayana şöyle bir baktı. Sonra bizi gülümseten ama soru soran hanımı kızartan yanıtını verdi;

-“Hanımefendi adam 60 yaşında ve 450 km yol yürüdü. Siz 2 km’yi yürüyemeyecek misiniz?”

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Metronun Maltepe istasyonunda hepimiz indik. Gördüğüm manzara, aslında sonradan göreceklerimin aynası gibiydi. İnsanlar yan yana en fazla 3-4 kişilik ve uzun bir sıra halinde yürüyüşe başladılar. Biz de aralarındayız. Hanım biraz işi kurtarıyor ama ben sanki ev ziyaretine gidecekmişim gibi gözümde siyah gözlük, sırtımda sarı gömlek, üstümde dar kot pantolon ve en acısı ayaklarımda deri ayakkabı ile yollardayım. Gömleği ve dar pantolonu dert etmedim. Sonuçta 69 yaşındaki adam yolu beyaz gömlek ve siyah pantolonla geçti. Ama ayakkabım yürüyüş ayakkabısı olsa iyi olurmuş. “Yoldan şapka alırım nasılsa” dedim ama ne şapkası? Şapkalar tükeneli epey olmuş. İnsanların ellerinde bayrakları, ellerinde “Adalet” yazılı dövizleri, üzerine sloganlar yazılı saç bantları ve tişörtleri görünce kendimizi bu gruba biraz yabancı ve biraz da çıplak hissettik. Biz de ortama uyalım diye ve biraz da çevremizdeki mitingcilerden gaza gelip her birine 2 TL verip  ” Adalet” ve “Atam izindeyiz” yazılı iki adet saça bağlanan geniş kurdelelerden aldık. Sonra da birer TL verip aldık “Adalet suyu burada” diye bağıran bir esnaftan sularımızı aldık. “Ulen” dedim içimden. “Mitingin bile paralısına çattık“. Bedava bir şey dağıtan yok mu Allah aşkına burada ya hu? Kendin in-bin araçla gel, bandanaya para ver, bayrağa para ver, suya para ver!!! Bedava döneri düşünmek, hayal görmek burada…

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Tek slogan atılıyor; Hak, Hukuk, Adalet”.  Yolda bazı insanlar korteje bakıyorlar. Gözlerin çoğunda, mitinge katılmasa bile, saygı ve takdir ifadesi var. Bir kısmında ise şaşkınlık ve olayın ne olduğunu anlamaya çalışan ifadeler var. “Adalet, hak , hukuk yok muydu bu ülkede? Bunlar ne diye bağırıyorlar ve bunları kimler toplamış, kimler getirmiş acep?” bakışları bunlar. Küçük bir grup gözde ise düşmanlığı hissediyorsunuz. Kısa bakıyorlar, sonradan göz temasını kesmeye çalışıyorlar. İçimden soruyorum bu gözlere; “Sana da lazım olmayacak mı arkadaş bu “Hak, Hukuk, Adalet” denen şeyler?… 

Yaklaşık yarım saatlik yürüyüşle bizim metrodan çıkan ve ona eklenen grupla kafelerin, restoranların bulunduğu meydana giriş yaptık. Sanırsın Ankara’dan biz yürümüşüz! Gözlerde bir zafer bakışı ile kafede oturan biralarını, çaylarını yudumlayan ya da ne sipariş verdilerse yemeklerini yiyenlere baktım. Kimsenin bizi salladığı yok! bu mitingciler kim bilir ne zamandan buraya gelmişler ve keyifteler. Hiç yer yok kafelerde, kimisi yiyecek ve içeceklerini meydanda ayakta ya da bulduğu yere oturmuş halde götürüyorlar.

GOPR0197_Moment-1.jpg

Meğerse şu ana kadar işin keyifli kısmını yapmışız da haberimiz yokmuş. Meydandan miting alanına kadar olan kısım tam bir işkence. Maltepe’de yol çalışması varmış. Sahile çok kısıtlı ve dar yerlerden ulaşmak mümkün görünüyor. Bazı yerlerden ancak tek kişi geçmek mümkün oldu. Bir de arabaları öyle yerlere park etmişler ki onlar da yolu daracık hale getiriyorlar. Çalışma alanlarını ve yolu boydan boya geçmek, bizim yürüyüşü, engelli yürüyüş haline çevirdi. Allah korusun bir panik olsa burada insanlar birbirlerini çiğnerler diye düşündüm. 

Damlarda uzun namlulu silahları ile keskin nişancıları ve ağaçlık alanları görünce yüzümde bir gülücük oluştu. Ama hey hat! Çabuk sevinmişim. Esas yürüyüş bundan sonra başlıyormuş. Park alanı 10 metre aralarla mangal köfte, tavuk ve sucuk hizmeti veren esnaf vatandaş ve çevresinde bu yiyecekleri tüketmekle meşgul mitingcilerle dolu. Sanırsın tüm Türkiye’nin köftecileri bu alanda. Benim tahminim, bunların çoğu, günlük çakma mangal köfteci. Satış sloganı burada değişti; “Adalet köfte, adalet köfte“. Hepsi hoş da adam “Adalet simidine” 2 TL istedi, ona biraz bozuldum doğrusu. Yemem kardeşim 2 TL’ye, adında “Adalet” bile olsa, o simidi!

Yürüyüşe mangal ve köfte yiyen vatandaş aralarından zigzaglar çizerek devam ettik. 50 metreyi bulmayan bir alanı 20-30 dakikada ancak geçebilmişizdir. Mitingcilerin, neden miting alanı yerine buralarda vakit geçirdiklerini anlamamıştım. Miting saatine 1 saatten az zaman kalmıştı halbuki. Gerçeği sonradan anladım ve burada zaman geçiren vatandaşa hak verdim. 

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Ağaçlık alanı geçince miting alanını gördük. Orada bulunmanın dayanılmaz hafifliği içinde gerçek maceraya başladığımızı geç anladık. Bir kere hiç olmaması gereken bir şekilde, ortalıkta park etmiş belediye otobüsü doluydu. insanlar o kalabalık içinde otobüslerin önleri, arkası ve yanlarından ancak geçebiliyorlardı. Sonra karşımıza polis bariyerleri çıktı. Sanki Çin Setti mübarek! Barikatlar öyle konmuş ki sanki bir labirentin içindeyiz. İnsanlar ne yöne gideceğini birbirlerine sorup duruyor. Birileri “Ya biz buradan daha önce geçmiştik” diye hayıflanıyor. Etrafta görevli diye düşündüklerimize soruyoruz. Bize boyna “ileri” deyip duruyorlar. İleri gidiyoruz, bir barikatın içine çıkıyoruz. Platformun görebildiğimiz kadarını görüyoruz, atılan nutukları duyuyoruz ama alan ile bizi ayıran polis barikatlarını bir türlü geçemiyoruz. Böyle bir yarım saatimiz geçmiştir. Meğerse bize işaret edilen yerde, 10 detektörün bulunduğu kapıdan geçmeye izin verilen bir kapı varmış, alana o kontrolden sonra girebiliyormuşuz. Ya hu arkadaş! Güvenlik çok güzel de, bu kadar insan ne zaman içeri 10 kişi, 10 kişi geçip girecek ki? Bu şekilde 2 giriş gördüm, belki daha fazla vardır, bilmiyorum. Bir kısım insan o eziyete girmek istemeyince buldukları yere çökmüşler ve radyo dinler gibi anonslarla idare ediyorlar. Ama Allah için kimse ne eziyetten şikayetçi, ne de keyifleri kaçık halde. Zaman zaman atılan slogan tek; Hak, Hukuk, Adalet… Bir de ta ileride, göremediğimiz platformdan duyulan ve kalabalığı ateşleyen şiirler ve söylevler. 

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Sonunda barikatların önüne çöken kalabalığın arasına biz de katıldık. Alanı gören bir yere oturduk. Hiç olmazsa yüksekten birimiz görsün ve bu tarihi olayı görüntüleyelim istedim ve hanıma destek verip ağaca çıkardım. Kızcağız bir hamle tırmandı ama platformu görmek ne mümkün! Ortada kocaman bir direk var. Bu arada bir anons; “Sn Kemal Kılıçdaroğlu alana girmiş bulunmaktadır”. Kalabalık  bir anda dalgalandı ve insanı sağır edecek kadar kuvvetli “Hak, Hukuk, Adalet” sloganları atılmaya başlandı. 69 yaşında 600000 üstünde adım atarak, zaman zaman yakıcı sıcak ve zaman zaman da yağmur altında “Adalet” diye yürüyen ve platformdaki yerini alan o küçük ama eylemi büyük adamı insanlar bağrına bastılar. Sonrasına girecek değilim, konumuz mitingden insan manzaraları. Ama Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuşması, gerçekten tarihi bir konuşmaydı.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

“Konuşanı göremiyorum ama kulaklar sağlam. Nasılsa dinliyorum” diye iyice çevremdeki insanlara bakmaya başladım. Barikatların ardındaki bizler, barikatların diğer tarafındaki alana girebilme başarısı gösterenlerle bakışıp duruyoruz. Alanda her sınıftan insan görebiliyordunuz. Kimisi yorgunluktan bayılmış, yere uzanmıştı. Çocuklar başlarında, kafalarına büyük gelen “adalet” şapkaları ile öyle güzeller ki! Bir amcamın ise yüzü ve kolları amele yanığı, başında “Adalet” şapkası gözlerini kapatmış ve uyuklar haldeydi. Bir başkası, cüssesinden beklenmeyecek şekilde barikat demirinin en üstüne çıkmış, elindeki Türk bayrağını bir o yana bir bu yana sallıyordu. Adam bir düşse hem kendi yaralanacak. Altında bulunan zayıf vatandaşın ise hiç kurtulma şansı yok…

Alanda bulunan olsun, bizim gibi barikat dışındakiler olsun herkesin yüzünde bir gurur ve umut ifadesi var. Yüzler son derece güleç. Topluluk sanki böyle bir olay, böyle bir motivasyon beklermiş gibi diri.

IMG_9921-001.jpg

Alandan biraz erken çıktık. Çünkü geldiğimiz yollara bu kalabalık aynı anda girerse perişan olacağımız kesindi. Ama bu düşünce de sadece biz olmayınca önemli sayıda insan erkenden dönüş yoluna düşmüş oldu. Alandan erken ayrılabilenler çoğunluk dışarıda kalanlardı. Yolda önümde 2 erkek konuşuyorlardı. Biri diğerine dedi ki;  “Ya arkadaş ben miting neyin bilmem. İlk defa geldim. Ne işim vardı burada?“. Diğerinin yanıtı düşünmeye teşvik ediciydi; “Ben de ilk defa geldim. Artık gelmemiz lazımdı.” oldu.

Geldiğimizden daha uzun sürede, dönüş engelli yürüyüşümüzü yaptık. Beni en mutlu eden son olay ise arkamdan gelen bir güzel çocuk sesiydi. “Hak, Hukuk, Adalet” diye slogan atan kara mı kara gözleri, kıvrım kıvrım saçları ile bir eli annesinin elinden tutmuş, diğer elinde bayrak sopası tutan 4 yaşlarında bir kız çocuğu güne son damgasını vurmuştu. Bir anda çevresini sardık ve 3-4 defa tekrar etmesini istedik. O da bir güzel tekrarladı ki;

“Hak, Hukuk, Adalet…”

Gezekalalım, Adalet içinde bir ülkede yaşayalım…

11.07.2017 Saat 02:19

IMG_9933-001.jpg

 

 

Babasız Geçen Babalar Gününün Hatırlattıkları

DSC07437.JPG

Dün gece Şebnem Ferah konserinde bir güzel yağmur yedik. Fena ıslandık. Sonuçta, sabahtan beri var olan halsizlik, akşama doğru ateş ve boğaz ağrısının da eklenmesi ile “Tosun” bugün yatak döşek yattı. Buradaki “Tosun” bendeniz olmaktayım. Günüm kısa aralıklarla uyumakla, ateş ve terleme ile geçti. Bir ara rüyamda rahmetli babamı gördüm. Babamla konuştuk mu, sarıldık mı? Hiç bir şey hatırlamıyorum ama babamı gördüğüm çok netti.

Bugün babalar günü, muhtemelen sosyal medya ortamında paylaşımlardan etkilendim. Bazen uyumadan önce rüyama girsin diye dilekte bulunsam da, çok sık göremem rüyalarımda babamı. Babamı gördüğüm en güzel rüyayı, çok ilginçtir, rüyalar ülkesi Bhutan’ın Paro şehrinde gördüğümü ifade etmeliyim. Rüyamda bana sarılışından ve “oğlum” demesinden çok etkilenmiş, uyanarak yatakta hıçkıra hıçkıra ağlamıştım.

DSC00616-1.JPG

Babalar Günü Haziran ayının 3. pazar günü kutlanıyor. ilk kez 19 Haziran 1910′da kutlanmış. O günden sonra da Babalar Günü hep kutlanmış. Ancak 1905 yılında ilk kez kutlanan Anneler Günü, 1914 yılında resmiyet kazandığı halde,  Babalar Günü 1972 yılına kadar resmiyet kazanmamış.

Sosyal medyadaki paylaşımlardan gördüğüm kadarı ile, kimi arkadaşım babalarını, kardeşleri ile birlikte yemeğe götürmüşler, kimisi çocukları almış yanına, baba ziyaretindeler. Bir de, benim gibi babaları rahmete kavuşmuş olanlar var tabii ki. Onlar ise eski fotoğrafları paylaşmışlar.

DSC00575-2.JPG

Hep dikkat etmişimdir; Benim baba dahil, bir dönemin babaları sizin olduğunuz fotoğraf karesinde asla gülmezler. Hep ciddi ve sert poz verirler. Sanki gülse, karizma çizilecek! Ama işin içine torun girdi mi, ben kendini salmayan büyük baba da görmedim. O küçücük çocuk, o kocaman karizmatik, yanınızda hiç gülmeden poz veren  babayı perişan eder. Dedenin ya elinde bir kılıç ile torunla savaştığını, ya da torunu sırtına almış oda oda gezdirdiğini görebilirsiniz.

IMG_3347

Bugün babamın olmadığı 5. Babalar Günüydü. Babaları hayatta olanlar bugünü kutladılar. Benim gibi babaları rahmete kavuşanlar ise  onları andı. Bizim koca çınarların eski fotoğrafları çıktı ya da hatırlanmaya çalışıldı. Benim babam, döneminin çoğu babası gibi, sert mizaçlı bir babaydı. Ben o sert mizacın ardındaki yumuşak kalbin varlığını her zaman hissetmişimdir. Bana nasıl bir poz takınırsa takınsın, ben babamın yüreğindeki çocuksu tarafı, neşeyi hep hissettim. Kaçınız babanızdan “Evlat ben seni çok seviyorum” sözlerini duydu bilmiyorum. Ama eminim benim gibi bir kısmınız hiç duymamıştır. Sizleri sevmediklerinden değil ama bunu ifade etmenin onlara zor gelmesinden dolayı olsa gerek, bazı babaların ağızlarından bir türlü “seviyorum” sözcüğü çıkamaz. Babamın vefatından 2 gün öncesi durumun malum sona doğru gittiğini hissedip, babamın güzel yüzünü iki avucumun içine aldım ve sordum; “Baba beni seviyorsun değil mi? Bir kez olsun söylesen yüzüme, duymak istiyorum senin ağzından!” Gözlerinin çökmüş haliyle yüzüne gelen ve evet demek isteyen o küçük ama güzel gülümsemeyi ve ağzından “Seviyorum oğlum” diyemediğini bugün gibi hatırlıyorum. Dökülmüş ve keli çıkmış başını koklaya koklaya öpmüş ve ” Sevdiğini biliyorum babacığım” demiştim. Yüzüme söyleyemediğini benden sonra kardeşime söylemişti koca adam. Gözlerin ardında söylenmeye çalışılanı yakalamayı, galiba babamdan sonra öğrendim.

IMG_3178.JPG

Rahmetliye sorunları açar ve akıl sorardım ama her dediğini de yapmazdım. Örneğin askeri doktorluktan ayrılmayı babama rağmen yapmıştım. Babam gerekirse doktor değil ama asker olmama razıydı. Ona göre asker, polis garantili mesleklerdi bu ülkede. Bugün askerin, polisin durumunu görse ” Aferin oğlum, iyi ki ayrılmışsın!” der miydi? Sanmam ama gözleri ile bunu ifade ederdi bana…

IMG_2082Hepimiz kendi evrenimizde, kendi çemberimizde yaşama çabası veriyoruz. Çemberimize giren, çıkan insanlar oluyor. Sürekli bir alış veriş halindeyiz. Bu ülkede yaşamak zaten zor, bir de maddi-manevi travmaları yaşadınız mı, işte o zaman perişan oluyorsunuz. Bazen kendiniz dışında kimseyle de konuşamıyorsunuz, içinizden konuşup duruyorsunuz. Benim bu durumlarda, umutsuzluğa kapıldığım anlarda sığındığım en önemli insan hala babamdır. Nasıl mı? Babam bana, videoya kaydettiğim 2 saniye boyunca el sallar. Sadece ama sadece 2 saniyeliğine de olsa, o zayıf bitkin ve yaşamdan bıkmış haliyle el sallaması nasıl bir güç kaynağı olur bana anlatamam size. İşte o an kendimi güçlü hisseder, bir toparlarım yeniden.

Ha! Bu arada, babam el sallamayı bana değil, ölmeden 2 gün önce, şuurunun kısa da olsa açıldığı bir dönemde  toruna yapmıştı.

Yaşayan ve rahmete kavuşmuş tüm babalarımızın günü kutlu olsun. Yaşayanlara Allah uzun ömürler versin..

Dr Ümit Kuru

19.06.2017 Saat 00:33

ČESTITA BABA MARTA

Neden bu kadar çok sevdim bu geleneği bilmiyorum diye yazıya başlamam sahtekarlık olur. Seviyorum çünkü baharla ilgili. Yaşama sevinci ve yenilenme ile ilgili. Bu gelenek insanın dilekleri, gerçekleşmesini arzu ettikleri ile ilgili. Yani ruhuma ve içimdeki çocuğa çok uyan bir gelenek.

17203759_10154554112768981_393305008_n.jpg

Bugün sizlere sonradan öğrendiğim ama öğrendikten sonra da hep takip ettiğim bir geleneği,  Baba Marta (Marta Nine) geleneğini tanıtacağım. Sadece kitabi bilgi değil, ama aynı zamanda sevgili dostum ve meslektaşım Prof. Dr. Yüksel K. Yılmaz’ın biricik annesi Meliha teyzenin ağzından Martina Sıbıta geleneğini anlatacağım.

17094051_10154538838023981_1417925003_nMartenitsa, 1 Mart’tan başlayarak martın sonuna kadar takılan, beyaz ve kırmızı yünden yapılan bir süse verilen isim. Çok eskilere dayanan Baba Marta (“Çestita Baba Marta“), Bulgaristan coğrafyasına has bir gelenek olarak gözükse de, diğer Balkan ülkelerinde de bilinebiliyor. O coğrafyadaki Türkler, Bulgarlar, Pomaklar tarafından kutlanıyor. Bu günde insanlar yakınlarına ve arkadaşlarına “martenitsa” olarak adlandırılan sembolleri, yıl boyu sağlık ve güç dileğiyle hediye ediyorlar. Adete göre, martenitsalar kırlangıç veya leylek görünceye kadar taşınıyorlar. Bu takılar, meyve ağaçlarına, evlere, ev hayvanlarına da takılabiliyor. Bu şekilde yeni başlayan tarım yılının da bereketli ve verimli olması için dilekler tutuluyor. Martenitsalarda kullanılan beyaz renk uzun ömrü, kırmızı renk ise sağlık ve gücü temsil ediyor.

2363794345_7755b673c6_z.jpg

Martenitsa ya da Martina Sıbıta’yı bir de Meliha teyzenin ağzından dinleyelim;

Sert geçen Balkan kışlarından sonra 1 Mart ile birlikte bahar gelişi, doğanın uyanışı kutlanırken dilekler ve sevinç birleşir. Şubatın son günü genç kızlar baharın ilk çiçeklerini toplar, o gece her genç kız ortak bir su kabına çiçekleri bırakır, ayrıca herkes küpe, yüzük, bilezik gibi bir takı koyar kaba. kabın üstü örtülüp o gece açık havada bekletilir. 1 Mart sabahı erken kalkılır, kaba çiçek ve takı bırakmış kızlar kabın başında toplanır. Bir kızın yüzü bir tülbentle örtülür, kızlar topluca mani söylemeye başlar, yüzü örtülen kız kaptan sırayla takıları çıkarır, her kız kendi takısını alır, takı çiçeklerle ve baharın gelişiyle kutsanmış olur, sahibine sağlık ve sevinç getirir. Martina Sıbıta bileklikleri koyun yünüyle yapılır, eğrilmiş, boyanmamış beyaz koyun yünü ile, eğrilmiş ve doğal boyalarla kırmızıya boyanmış kırmızı yün birlikte bükülür. İyi dilekler dilemek istediklerinizin bileğine bu iplikler bağlanır. Kırlangıç ya da leylek görünceye kadar iplikler saklanır ya da bilekte kalır. Bahar gelince, ilk leylek ya da kırlangıç görülünce martina sıbıtalar meyve veren ağaçlara bağlanır, doğa uyanmış, bereketini vermeye başlamıştır. Dilekler de meyve ağaçlarının bereketi gibi, bereketle gerçekleşsin istenir.”

martenitsa-pizho-penda.jpg

Söylenceye göre (Pomak Ajans’tan derlenmiştir);

“Baba-Marta / Marta Nine” sağı solu belli olmayan, asabi mizaçlı bir kadındır. Ablaları Uzun Boynuzlu Karafatma [Ocak] ve Kısa Boynuzlu Karafatma [Şubat] ‘dan sonra geldiği ve onların tavırlarından hoşlanmadığı için öfkelidir. Baba Marta öfkelendiğinde hava kararır, kar-dolu düşer, insanlar havaya bakıp karamsarlığa kapılır.

Dağda hayvan güden Kozarka ise Marta Nine’den bir iyilik bekler. Yaşıt oldukları için arzu eder ki Baba Marta şenlensin ve hava düzelsin. Kozarka da koyun-kuzularını dağdan indirsin. Ama istediği gibi olmaz. Martın sonu yaklaştığından Baba Marta erkek kardeşini gönderir ve Nisan ayından birkaç gün ödünç alır ve öfkesini yağdırır. Kozarka nine ve kuzuları donar ve taş olur. Zaemnitsi denilen [ödünç alınmış günlerde] donup taş olan Kozarka ve kuzularını [taşları] okşayanların şifa bulduğuna inanılır.

indir (1)Baba Marta’nın kutlanması havalar açıncaya, bahar gelinceye kadar bileğe bağlanan kırmızı ve beyaz örme karanfil ya da püskül [Martenitsa] ile olur. Bazen de kırmızı kadın, beyaz erkek örme figürlerden olur. Beyaz erkeği, kırmızı kadını temsil eder ve onları bağlayan kırmızı beyaz sarma iplik de kara lanete karşı tılsımı temsil eder. Bazılarına göre de beyaz zekayı, kırmızı da sağlığı temsil eder ve Martenitsa veren kişi size hem zeka hem sağlık diliyor demektir.

Baharın gelişi de ilk leylek, kırlangıç gibi yaz kuşlarının gelmesi ya da ilk ağacın çiçek açması ile anlaşılır. Baba Marta kışın son günü evindeki hasırları çıkarır ve kış sonu temizliği yapar. Hasırları silkelediğinde etrafa saçılan tüyler toprağa son kar olarak düşer. Mevsim değişir, ilkbahar olur.

Evet sevgili dostlar;

Hemen bir martenitsa bulun ya da hiç bir şey bulamazsanız kırmızı beyaz yün iplikleri birbirlerine dolayıp kendi martenitsanızı kendiniz yapın. Dileğinizi tutun ve havada leylekleri gözlemeye başlayın. Leylekleri gördüyseniz de martenitsalarınızı tomurcuklanan bir ağacın dalına bağlayın.

Dileğiniz gerçekleşir mi ? diye soranlarınız vardır eminim. Bilmiyorum! Benim sevdiğim kısım, umut kısmı. Bazen kör umutlar için de martenitzalar bağlanıp, dilek tutulabilir.

Tüm dileklerinizin gerçekleşmesi dileklerimle, tüm kadınlarımızın Dünya Emekçi Kadınlar Gününü kutlarım.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

08.03.2017 

Not: İlgili bölüm Sayın Prof. Dr. Yüksel K. Yılmaz’ın izniyle paylaşılmıştır.