HIRVATİSTAN, KARADAĞ, BOSNA-HERSEK GEZİSİ: Dubrovnik

SONY DSC

Sabah, hanımla, kahvaltı öncesi sahil yürüyüşümüzü bu kez de Dubrovnik’te yaptık. Dün üstünden geçtiğimiz Franja Tudmana Asma Köprüsü, kaldığımız otel bölgesinden de muhteşem görünüyor.

SONY DSCKahvaltıları bizim kahvaltılara benziyor. Bir Avrupa ülkesine, turla gelenler için zengin bir kahvaltı sayılır. Kahvaltı sonrası Dubrovnik’in eski kısmına doğru yola çıktık. Otobüsümüz bizi surlar içindeki Dubrovnik’in Pile kapısında bıraktı. Burada rehberimiz ile buluştuk.

Önce giriş kapısı önünde bulunan parkın içindeki heykel önünde rehberimiz bize şehir hakkında bilgi verdi. Ancak benim gözüm heykele takıldı bir kere. Heykel, bir erkek ve kadının bulunduğu bir temayı işlemiş ama erkek ve kadın zevki mi yaşamışlar, yoksa şiddeti mi anlamak için uzun süre heykeli izledim. Kadının yüz ifadesine bakılırsa pek zevk filan yok ortada..

Dubrovnik 1991 yılı sonbaharından, 1992 yılı Mayıs ayına kadar Sırpların yoğun bombardımanına uğramış ve 2000 kadar bombanın insanlı-insansız, eski-yeni bina ayrımı yapmadan düştüğü bir şehir olmuş. İmparator Constantine Porphyrogenitus’a göre bu şehri Roma şehri Epidaurum’dan (şimdiki Cavtat kasabası) kaçanlar 7. Yüzyılda kurmuşlar. Önce Bizans sonra da Venedik hakimiyeti sonrası 1382 yılında bağımsızlık kazanılmış ve Ragusa Cumhuriyeti kurulmuş. 15-16. Yüzyıllarda bu cumhuriyetin 500’ün üstünde gemili bir donanması varmış. Şehrin zenginliği ve gösterişli binalarının dikilmesi, Amerika’nın ve yeni ticaret yollarının keşfi ile ilgili ama şimdiki binalar 1667 yılında olan depremden sonra, yıkılan binaların yerine dikilmiş.

Pile kapısı eski şehrin ana giriş kapısı. Bu kapıda bulunan taş köprü 1537 yılından ve şimdilerde park olan yerde eskiden bir hendek varmış. Pile kapısının üstünde şehrin koruyucu azizi olan St. Blaise’in Ivan Mestrovic tarafından yapılmış bir heykeli var.

SONY DSC

Dubrovnik’in simgesi olan surların uzunluğu neredeyse 2 kilometreyi buluyor. Yüksekliği bazı yerlerde 25 metre civarlarında. Yapımına 10. Yüzyılda yapılmaya başlanmışsa da 13 yüzyıla kadar ilavelerle yapım devam etmiş.  Bu surların çeşitli yerlerinde 10 kadar yarım daire şeklinde burç, Adriyatik denizine bakan Bokar ve St. Jhon Hisarları ve Minceta Kulesi var.  Bu surlar üzerinde yürünmedikten sonra Dubrovnik’i tam olarak gezmiş sayılamazsınız. Biz surlarda yürüyüşü en sona sakladık.

Pile kapısından giriş sonrasında sol tarafta Onofrio Çeşmesi var. Şehirde en iyi bilinen anıtlardan olan bu çeşme 1438-1444 yılları arasında Napolili bir mimar (Pnofrio de la Cava) tarafından yapılmış. Bu mimar aynı zamanda şehrin su şebekesini de planlamış. Zamanında bu yapı 2 katlı imiş ancak 1667 yılındaki depremde bu kısım harap olmuş. Çeşmenin 16 adet bölmesi ve her bir bölmede bir rölyef mevcut.

Bu çeşmenin hemen karşısında Fransisken Manastırı var. Manastırın yapımına 1317 yılında başlanmış ve yapımı neredeyse 100 yıl sürmüş. 1667’deki depremde Manastır büyük oranda tahrip olmuş. Ancak Romanesk ve Gotik tarzda sütunlu bir dehliz ve fıskiye ilk yapım yıllarından hala ayakta duruyor. 1317 yılından beri açık olarak duran bir de eczane var. Manastır müzesi de geniş bir koleksiyona sahip.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Manastırdan çıkınca denize doğru giden ana cadde Placa veya Stradun olarak biliniyor. Şehri doğudaki kapıdan, batıdaki kapıya doğru bağlıyor. Bizde bu cadde boyunca yürüyerek Loggia Meydanına kadar yürüdük. Bu meydan bugün için popüler bir buluşma meydanı, geçmişte ise politika ve ekonomik yönden önemli bir meydanmış. 1418’de yapılan Orlando Sütunu hemen alanın ortasında duran ve elinde bir kılıçla Dubrovnik’in özgürlüğü için savaşmış efsanevi asker Orlando için yapılmış.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSC

Bu alanda doğuda bir saat kulesi var ve bunun yanında da içinde 4 adet çanın bulunduğu bir yer mevcut. Bu çanların çalınması şehrin tehdit altında olduğunu halka duyurmak içinmiş. Saat kulesinin hemen sol tarafında ise zamanında gümrük işlerinin yapıldığı bir bina var; Sponza Sarayı. Bu bina 1706 yılında, 1667 depreminde tamamen yıkılan binanın yerine yapılmış ve çok güzel barok tarzda bir kapısı ve Venedik tarzı pencereleri var. Bu sarayın dam kısmında beyaz bir gülle tarzında objeyi, Osmanlı’ya şükran olarak dikmişler. Bu minnet nereden geliyor derseniz Osmanlı’nın, Venedik’e karşı Ragusa krallığının yanında yer alması diye anlattılar. Saat kulesinin sağında ise Onofrio’nun küçük çeşmesi mevcut ve 1438 yılından kalma bir çeşme. IMG_2138

Sonraki durağımız ise Rektörler Sarayı. Bu muhteşem saray içinde zamanında şehri yöneten kişi otururmuş. Buradaki yönetici belirli süreliğine seçilir ve hep burada kalırmış. Güzel bir avludan içeri giriliyor ve avluda zamanında Dubrovnik’e hayır işleri için yüklüce bir para yardımı yapan zengin bir gemicinin (Miha Pracata) büstü bulunuyor. Alt katlarda siyasi mahkumlar için koğuşlar var. Merdivenle yukarı çıkınca karşımıza çeşitli eserlerin sergilendiği bir müze çıkıyor.

Rektörler Sarayından sonra dar sokaklardan geçip sahile ulaştık. Zaman öğleyi bulmuştu, yemek yiyeceğimiz lokantanın konumu çok güzeldi. Poklisar adlı bu restoran hemen eski limanda bulunuyor.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Eski limanı gezerken, sahilde civar adalara ve eski şehri denizden gezdiren kiralık teknelerin varlığı bizi dürttü. Grup ve grup liderimiz Ayşe hanım da yeşil ışık yakınca, şehri denizden gezi fikrimiz teoriden eyleme dönüştü ve yaklaşık bir saatlik bir tura katılarak şehrin surlarını ve Lokrum Adasını denizden görme şansımız oldu. Çok keyifli bir gezi oldu. Sonrasında limana geri dönüp, grubu serbest bıraktılar. Biz birkaç arkadaş, şehri surlardan gezmeyi de kafaya koyduğumuzdan, Dominikan Kilisesinin sokağında geçip, surları gezmek için bilet aldık ve şehri bir de yukarıdan surlarda görmek üzere yola düştük.

Surlardan şehrin manzarası harikaydı. Gerçekten surları yürümeden “Dubrovnik’i gezdik” denilemez. Surların, kulelerin, kalelerin tamamını yürümüş oldu. Minceta Kulesinden şehri en yukarıdan görüyorsunuz. Bol bol fotoğrafladık.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Surları gezdikten sonra, küçük Onofrio Çeşmesinin yanında bizi kahvelerini yudumlayarak bekleyen gezi ekibinin diğer kısmına bizde dahil olduk. Kahveleri bizim daha çok  hak ettiğimizi düşünerek bir güzel içtik. Gezmediğimiz ara sokaklara girdik, Katedrali şöyle bir gezdik ve en son da bir açık hava pazarı bulup minik hediyeliklerimizi de alarak, buluşma yerimiz olan Pile kapısına doğru yöneldik. Bugün güzel geçti diye düşünerek otelimize doğru yöneldik.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Gezimizin altınca günü olan 19 Mayıs benim yaş günüm, otelde akşam yemeği sonrası şaraplarımızı aldık, arkadaşlarla sahile indik. Bir güzel demlendik. Bu benim en geçirdiğim en güzel yaş günlerinden bir tanesi oldu. Güzel bir gece, istediğim yerde ve sevdiklerimle birlikteyim. Daha ne olsun?

IMG_2185

Gezekalın.

Dr Ümit Kuru

İlk Yayın tarihi 06.06.2010

Gözden geçirilmiş son basım tarihi 07.11.2014 Saat 01:10

HIRVATİSTAN, KARADAĞ, BOSNA-HERSEK GEZİSİ : Korcula-Ston-Dubrovnik

SONY DSC

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Sabah erkenden uyanıp tekrar fotoğraf çekmek için sahile inip, kıyı boyunca uzunca bir yürüyüş yaptım. Dün akşam fotoğraf makinem bozuldu. Moralim o nedenle bozuk. Kaldık hanımın fotoğraf makinesine, o da eğer verirse!

IMG_1737

SONY DSCKahvaltı sonrası tekrar otobüse binip Brna adlı bu şirin sahil kasabasından ayrıldık. Hedefimiz adanın ismini taşıyan Korcula adlı küçük kasaba. Korcula adası 47 km²’lik bir ada ve üzerinde uzun yıllardır yaşam olmuş. Bu ada için Türkler dahil kimler savaşmamış ki? Bu adanın ve Korcula kasabasının en önemli özelliklerinden birisi de Marco Polo’nun bu ada da bir süreliğine yaşadığı ve Cenevizlilerin eline burada esir düştüğü söylencesidir.  SONY DSCKorcula kasabası küçücük ama şirin mi şirin bir yer. Kasaba Venediklilerce surlar içine alınmış ve giriş kapısında bir kule mevcut. Bu kapıdan girer girmez, daracık sokaklar sizi çekiyor. Burada sokaklar balık kılçığı planına sahipler. Bu dar ve balık kılçığı şeklinde sokakların amacı Bora rüzgarlarının etkisini en aza indirmekmiş.

Kapıdan sonra hemen sağda bulunan bina ilk yıllardan  beri sağlık evi ve eczane olarak kullanılmış. Kısa ama zevkli bir yürüyüş sonrası 13. Yüzyıl yapımı St. Mark Katedrali’ne ulaştık.   Korcula adası taşları ile meşhur ve bu Katedralin soluk, bal renkli taşları hemen aykırılık gösteriyor. Katedralin ana kapısı mahir ellerde şekillenmiş ve 15. Yüzyıldan kalma olup, 2 aslan figürü, spiral kolonlar ve Aziz Mark’ın heykeli göze çarpıyor. Bu meydanda daha sonradan bir kahve içimi zaman yaratacağız.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Markopolo’nun evi olduğu düşünülen yeri gezdikten sonra kendimiz Korcula’nın dar sokaklarında yürüyüş yaptık. Burası gerçekten çok hoş bir yerdi.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCKorcula’dan küçük bir arabalı vapura binip 10 dakikalık bir yolculuk sonrası otobüsümüzle birlikte Orebic limanına geçtik. Buradan şarap testi yapacağımız bir bağa, sonrada öğle yemeği yemek ve gezmek amacıyla Ston şehrine gideceğiz.

Şarap testi için gittiğimiz yerin ismi Matusko Winery. Dubrovnik yolu üzerinde. Peljesac Yarımadası’nın Potmje köyünde ve Orebic’ten sonra 20. Km’de. Plavac Mali bölgesi üzümleri kullanılarak yapılan Dingac şarapları Yakut kırmızısı rengi ve sertimsi ve çok hoş bir aroması ile güzel bir şarap çıktı. Ne verdilerse içtik, ne verdilerse yedik!  Hızlı içip, verdikleri peynirde 23 kişi için az gelince hafif bir çakır keyiflik olmadı değil. Elin oğlu bedava tattırmıyor! Şişe şişe şarapları da alıp tekrar yola koyulduk. Yalnız şarapları gerçekten çok iyi. Gezekalın Ümit Kuru siz Sanal Gezginlere tavsiye eder..

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCŞaraplarımızı aldıktan sonra 45 km kadar yol alarak, Ston denen kasabamsı şehre geldik. Ston, Dubrovnik’e 55 km uzaklıkta küçük bir şehir ve Peljesac yarımadasının güneyinde bulunuyor. Çin Seddi’nden sonra halen ayakta olan en uzun savunma duvarlarına sahip olan bir şehir. 900 metre uzunluğunda olan içerdeki şehir duvarları yanında 5 km uzunluğunda dış duvarlar var. Bu şehir sığ suları ve oluşan tuz tarlaları nedeni ile tarihin her döneminde önemli olmuş bir şehir. Dubrovnik sahili ve Korcula gibi adalara Venedikliler ama Ston gibi iç kısımlarda ise Ragusa krallığı hakimiyet sürmüş. Tuz tarlaları deyip te geçmeyin! Zamanında tuz altın kıymetinde ve uğruna çok savaşlar yapılmış. Bizim dedeler bile (Osmanlılar)  bu tuz tarlaları için buraları işgal etmişler.

Önce hala tuz elde edilen deniz tarlaları ile ve surları ile Ston şehrine, sonra da yemek yiyeceğimiz Mali Ston’a vardık. Yemek için durduğumuz yer midyeleri ile meşhur bir lokanta. Villa Koruna denizin kenarında midyesi ve balığı ile meşhur bir lokanta. Midyenin tavası dışındaki halini pek sevmem ama bu sefer açlıktan mıdır nedir çok beğendim.

SONY DSC

Yemekten sonra Ston Şehrini dönüp, şehir kısaca bir turladıktan sonra bize verilen yarım saatlik zaman içinde surlar üzerinde bir yürüyüş yaptık. Otuz Kuna (Hırvat para birimi- 1 EUR=7,66 Kuna) verip surlarda yürüyüş için ayrılan rotada yürüyüşe başladık. Amacımız kaleden Ston’un panoramik fotoğrafını çekmek. 15 dakikalık hızlı bir yürüyüş sonrası surlara vardık. Manzara müthiş, bir ara fotoğraf makinesinin vizöründe bizim hanım ve gezi grubumuzun diğer üyelerini görür gibi oldum. Kafayı kaldırdığımda bizimkilerin olmadık bir yerden bize doğru geldiklerini gördüm. Meğerse bizimkiler beleş ama zahmetli bir yol bulup, surlara tırmanmışlar. Az bir şey daha gecikseydik bizden evvelde surlarda olacaklardı. Az daha madara olacaktık. Buradan çok güzel fotoğraflar aldık.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Sonra karnımız tok, neşemiz yerinde bir şekilde Dubrovnik’e doğru yola düştük. Bir saatlik yol sonrası Dubrovnik’e vardık. Dubrovnik’e girişte çok güzel bir asma köprü var. Hem buranın ve hem de aşağıda uzanan Dubrovnik’in manzarasını fotoğraflamak için durduk.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

İki gecemizi ve bir tam günümüzü geçireceğimiz Dubrovnik şehrine vardık. Hırvatistan denince akla ilk gelen bu şehirde çok güzel anılarımız oldu. Otelimiz Otel lapad, adını aldığı Lapad bölgesinde çok güzel bir otel. Bu şehirde geçireceğimiz günler Hırvatistan’daki son günlerimiz. Bu ülkeyi sevmeye hazırdım ama bu kadarını da beklemiyordum!

Gezekalın.

Dr Ümit Kuru

İlk yayın tarihi 02.06.2010

Gözden geçirilmiş son yayın 06.11.2014 Saat 00:52

HIRVATİSTAN, KARADAĞ, BOSNA-HERSEK GEZİSİ: Split-Korcu

SONY DSCSabah kahvaltısı ardından otobüse atlayıp Split’e vardık. Split yat limanları, fabrikaları ve daima yoğun ticari limanları ile bir endüstri şehri görünümünde ve özelikle de 2. Dünya savaşı sonrası kontrolsüz bir gelişme yaşamış. Ancak eski şehir hala çok çekici bir görünümde. Özellikle İmparator Diocletian’ın buraya sarayını yapması ile şehir çok gelişmiş. SONY DSC

Diocletian muhtemelen yakında bulunan Salona kentinden gelmiş ve 284 yılında Roma İmparatoru olmuş. Daha sonraki iç çekişmeler Roma imparatorluğunun 4 eş yetkili imparator tarafından yönetilmesini gerektirmiş ve bundan 20 yıl sonra da Diocletian sarayına çekilip İmparatorluk işlerinden elini ayağını çekmiş (ya da çektirmişler). Diocletian 316 yılında ölünce onun sarayı, yönetim binaları olarak işlev görmüş.

İSONY DSCmparator Diocletian’ın Sarayı dünyada en iyi korunmuş olan Roma saraylarından bir tanesi. Aslında tipik bir Roma askeri kalesi gibi ve zamanında 215 mt’ye, 180 mt boyutlarında, 28 mt yüksekliğinde kalın duvarlara sahip bir saraymış. Eski şehir 614 yılında yakında bulunan ve Avarlar tarafından saldırıya uğrayana Salona şehrinden yoğun bir göç almış. Yeni gelenler, Roma Sarayının bölümlerini ev olarak kullanmaya başlamışlar. Bizans yönetimi sonrasında, 1409 yılında Venedikliler buraya hakim olmuşlar.

Eski şehre Doğu kapısından girdik. Şehrin surlarla çevrili olan 4 yönünde, 4 kapısı varmış; Salona kentine bakan kapının ismi Altın kapı iken, Gümüş kapı, Demir kapı ve Bronz kapı diğer kapılara verilen isimler.

Gümüş kapıdan girip de ilerleyince eskiden imparator Diocletian’ın Mozolesi olan yerde bugün St. Domnius Katedrali’nin olduğunu görüyorsunuz. Diocletian’ın ölüsünün bulunduğu bu mozoleden, 7 yüzyılda çıkartılıp yerine St. Domnius’dan kalanların mezara konulması ve kilise haline çevrilmesi olayı gerçekleşiyor. 12-16 Yüzyılda Romanesk çan kulesi ekleniyor. Katedralin içinde bana en ilginç gelen hekzogonal minber oldu. Tüm gezi boyunca içeride istediğimiz gibi fotoğraf çekemediğimiz tek yer burası oldu.

Kilisenin yanında bulunan kulenin tepesine çıkmak için ayrı bir bilet almak gerekiyor. Dar merdivenlerden çıkarak şehrin muhteşem bir panoramasına şahit olabilirsiniz.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Yolların kesiştiği ve Katedralin önünde olan bulunan sütunlar size Peristyle denen bir yerde olduğunuzu söylüyor.

Diocletian Sarayında, zamanında (6. Yüzyıl) Jüpiter Tapınağı olarak hizmet vermiş ancak sonradan St. Jhon Vaftishanesine dönüştürülmüş bir yeri ziyaret ettik.  İçeride Ivan Mestrovic tarafından yapılan St John heykeli mevcut.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCDaha sonra ise şehrin Altın kapısına doğru dar sokaklardan geçerek ilerledik. Altın Kapının dışında dev asa bir heykel var. “Knin şehrinden gelen Aziz Yorgo’nun heykelinin ayak parmaklarına dokununca dilekleriniz olurmuş” denince tüm grup, artık dokunmaktan renk değiştirmiş ayak başparmağına dokunuverdik. Bu Aziz’in en önemli özelliği 10. Yy’da İncilin Hırvatçaya çevrilmesini önermesi imiş. SONY DSC

Şehre geri dönüp, St Domnius Katedralini solumuza alarak karşımıza gelen Venüs tapınağının altındaki merdivenlerden inerek Diocletian Sarayının el değmemiş tek orijinal yerine ziyaret ettik. Burası zamanında sarayın lağım kısmı imiş. Bu nedenle de Diocletian’ın mezarı dahil sarayın her yeri zamanla değişirken, bir tek buraya kimse girmek istemediğinden ilk yapıldığı haliyle kalmış. Sarayın temelleri hala ilk günkü gibi duruyor. Burayı da gezdikten sonra serbest zaman verildi. Bundan sonra Varos diye bir lokantada öğle yemeği yiyeceğiz. Bizde serbest zamanı Katedral yanındaki kuleye çıkıp rehberimizin gayet güzel tanıttığı bu şehri bir de yukarıdan görmek ve Peristyle deki sokak kafelerinden bir tanesinde kahve içerek değerlendirdik. Müzik enstrümanı olmadan sadece bir grup insanın bir araya gelerek yaptığı dini bir müzik türü olan Akapella dinledik ve bir CD’lerini aldık. Split’e ilk geldiğimizde, yarımadanın sanayi bölgesinde kaldığımızdan yarımadanın diğer tarafı hakkında bir fikrimiz yoktu. Ancak yarım gün gezdiğimiz eski Split’in tadı damağımızda kaldı.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Öğleden sonra Hırvat deniz işletmesi olan Jadrolinija’ya ait bir vapurla 2-3 saat sürecek olan bir seyahatle Korcula adasına gideceğiz. Adriyatik üzerinde seyahat ederek adaları göreceğiz. Unutmadan bu civarda bulunan Hvar adası hakkında çok güzel tavsiyeler okudum ama maalesef bizim programda yok.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Vapur yolculuğumuz çok güzel geçti ve sonunda Adriyatik’te Hırvatistan’a ait en büyük ada olan Korcula adasının Vela Luca limanına indik. Bu ada çam, meşe ve kayınlarla kaplı, şarapçılıkla ve yazın güzel sahilleri ile ünlü bir ada. Yaklaşık bir saatlik, çok güzel manzaralara şahit olduğumuz bir otobüs yolculuğu sonunda geceleyeceğimiz otelin bulunduğu Brna köyüne geldik. Otelimiz muhteşem bir yerde ve çok güzel bir otel. Manzara harika, kimsenin otele giresi yok, herkes kendini sahile attı. Ben bu geziyi çok sevdim arkadaş, ne ararsan var; tarih, kültür çeşitliliği, deniz, orman.. Daha ne isteriz ki.

Yarın Korcula adası ve Dubrovnik’e devam.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

İlk yayın tarihi 30.05.2010

Gözden geçirilmiş son yayın tarihi 05.11.2014 Saat : 13:00

HIRVATİSTAN, KARADAĞ, BOSNA-HERSEK GEZİSİ-Zadar-Trogir-Sibenik-Split

SONY DSC

SONY DSCSabahleyin erkenden kalktık. Tüm gece müzik sesi hiç kesilmedi. Otelimizin balkonundan dün geceki festivalin yapıldığı komşu otel gözüküyor. Sabah saat 07:00 olmuş ve hala bir masada, bir grup şarkılarını söylüyorlar.

Biograd sahilini gezdik. Küçücük ama çok güzel bir şehir.  Zadar şehrini ziyaret etmek için tekrar geri dönmemiz lazım, çünkü kaldığımız otelin şehri olan Biograd, Zadar’a göre daha aşağıda.

SONY DSC

Hırvatistan’ın en çok ziyaret edilen bölümü hiç şüphesiz ki Dalmaçya kıyıları. Bizde bir gün önceki Plitvice maceramız sonrası Zadar’a vararak, Dalmaçya Kıyılarına ayak basmış olduk. Romalıların yaklaşık 200 yıl süre ile İliryalılarla olan savaşları sonrasında elde ettikleri bu kıyılara Romalılar döneminde barış ve rahatlık gelmişse de önce Asya’dan gelen kavimlerin,  sonrasında da 7. Yüzyılda gelen Slavların saldırıları sayesinde yeniden savaş yılları başlamış. 915 yılında bu bölgede kurulan ilk Hırvat Krallığına 12. Yüzyılda Macarlar son vermiş. Yeniden bir yapılanma dönemi yaşanmış ve sonrasında Venediklilerle savaşlar başlamış. En sonunda Macarların bölgeyi, adalar ile birlikte Venediklilere parası karşılığı bırakması ile 16. Yüzyılda başlayan yeniden yapılanma ve barış dönemi başlamış.

Yukarıda da bahsettiğim gibi Macar Kralı Ladislaus 1409’da Zadar dahil bölgeyi 100.000 Duka altını karşılığı Venediklilere satınca, bundan sonra bölgede İtalyan yaşam tarzı ve eserleri hakim olmuş. Birinci Dünya Savaşı sırasında İtalyanlara verilmiş olan bu bölge 2. Dünya savaşında ağır bir yıkıma uğramış. Yugoslavya kurulunca da bölgede yerleşmiş İtalyanlar burayı terk etmemiş ve o dönemi burada geçirmişler.

SONY DSC

Eski Zadar şehri bir yarımada üzerine kurulu. İki kapısı mevcut. Otobüsümüz Zadar’a varınca rehberle deniz tarafındaki kapıda buluştuk. Otobüste bekleme yaparken bir küçük delikanlının beyaz bir papaz giysisi ve elinde bir muma benzer obje ile anne ve babasının yanında durduğunu gördük. Meğerse çocuğun ilk vaftiz töreni sonrası hali buymuş. SONY DSC

Deniz kapısı, eski bir Roma kapısı üzerine, 1573 yılında Michele Sanmicheli tarafından yeniden yapım olan bir kapı. Kapının dışında üstte Venedik Krallığının simgesi olan St Mark Aslanı ve altında da 1571 yılında kazanılan Leponto savaşı anısına yapılan kabartma varken, arka tarafında 1177 yılında şehri ziyaret eden Papa Alexander III anısına kabartma mevcut. Kapının içinden geçtikten sonra karşımıza çıkan evin yan duvarı savaştan kalma kurşun izleri ile dolu. Çok daha dramatik örneklerini Bosna Hersek topraklarında göreceğimizi bilmeden “savaşta çok çekmişler” diye düşündük. Ama Bosna da gördüklerimiz karşısında bu duvar hafif bir örnekmiş. Gerçi savaşın azı çoğu değil, hepsi kötü.

Bu kapıdan ilerleyerek dar sokaklardan geçerek, Roma Forumuna geliniyor. MÖ 1. Yüzyıl ile MS 3. Yüzyılda bu alanda kurulu Jadera adlı şehirden geriye sadece birkaç devrik sütun ve ev temeli kalmış.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Burada göze çarpan önemli yapı, temellerinde Roma şehrine ait sütunlarının kullanıldığı St Donat Kilisesi. Bu kilise tüm Dalmaçya’da ayakta kalmış en önemli ve sağlam Bizans Kilisesi. Kilisenin yanında yükselen kule sonradan eklenmiş. Dokuzuncu yüzyılda yapılan bir kilisede 1797’den beri ayin yapılmıyor, bugün de harika akustiği nedeni ile burada zaman zaman konserler veriliyormuş.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Alanın bir köşesinde ise St. Anastasia Katedrali var. Burası Bizanslılarca 9. Yüzyılda yapılmış ve 12-13. Yüzyılda Romanesk bir karakter kazandırılmış. Kilisenin gösterişli ön kapısı var ve üstte 2 adet gül motifli pencereden büyük olan Romanesk, üstteki küçük olan ise Gotik tarzda. Kilisenin içine girdik, gösterişli bir Altarı mevcut.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

St Donat11-001St. Anastasia Katedralini arkamıza alıp yürümeye devam edince önce St Mary Kilisesi ve daha ilerde de hem eskiden ve hem de günümüzde aynı işlevi olan bir meydana geliniyor. Burada bulunan saat kulesi, 1798 yılından kalma.

En sonda eski şehrin Kara kapısına geldik. Buranın iç tarafında 5 adet kuyu var. Bu kuyular Zadar şehrinin su ihtiyacını karşılarmış. Kara kapısı 1543’de, Deniz kapısını da yapan Veronalı mimar tarafından yapılmış. Kapının üstünde yine bir St Mark Venedik aslanı ve şehrin koruyucusu St. Chrysogonus’u at sırtında gösteren bir rölyef var.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCBuradan sonra bizi şehri kendimizin de yeniden dolaşması için serbest bıraktılar. Daha önceden teoride hazırlıklı olduğumdan, Sea Organ denen ve 2005 yılında mimar Nikola Bosic tarafında yapılan çok ilginç bir müzik aletini görmeye gittik. Bu deniz kıyısına yapılan ve karmaşık bir boru sistemi ile içine giren dalgalara göre müzikal sesler çıkartmaya yarayan bir sistem. Dalgaların her kıyıya vuruşunda kulağa çok güzel melodik bir ses geliyor. Doğa müzik yapar mı demeyin! Vallahi de yapıyor, kulaklarımızla duyduk. Esasında burada gün batımında bu sesi dinlemeyi tavsiye ediyorlar ama ne mümkün! Daha çok yolumuz var.

Ben, siz Sanal Gezginler için internetten bulduğum ve  Sea Organ dan elde edilen bir ses ve ışık gösterisini aşağıdaki bağlantıdan izlemeniz için ekledim. Çok etkileyici değil mi ?

Sonrasında otobüse doluşup Sibenik kentine doğru yola çıktık. Yol boyunca denizde adaları görüyoruz. Aslında Zadar şehri ve civarında 300 kadar irili ufaklı ada var. Bu adalarda kristal berraklığında kıyılar varmış. Velebit Dağlarının denize uzanan ama deniz dışında kalan yükseltileri adaları yapmış. Bu kadar ada içinde ancak bir düzine kadarında yerleşim varmış. Sizin anlayacağınız tekne ile bu kıyılara gelenler için insansız ortam, kristal berraklığında sular, denizde mercanlar, süngerlerle cennet gibi yerler var. Ayrıca Zadar’ın güneyine doğru Kornati Adaları Milli Parkı da bu bölgede.

SONY DSC

Zadar’la Sibenik arası 90 km kadar ve 1 saat sürüyor. Sibenik kenti 12 yüzyıl civarlarında Macar Krallığı ve 1412-1797 yılları arasında Venedik Krallığı altında yaşamış. Bu dönemden kalma çok sayıda eser var. Kısa bir dönem Fransız ve 1917 kadar da Avusturya İmparatorluğu yönetmiş. Son dönem savaşı bu kentin ekonomisini de batırmış.

SONY DSCSibenik kentine varır varmaz ilk işimiz yemek yiyeceğimiz restorana gitmek oldu. Daha sonra ziyaret edeceğimiz St. James (Aziz Jakov) Katedrali karşısında bulunan Gradska Vijecnica adlı restorana gitmek için yola düştük. Yolda tramplende zıplayan çocukların eğlenceleri görülmeye değerdi. Yolda bir küçük köpekcik, Katedralin duvarını hizalamış işini görüyor. Ne de sevimli! SONY DSC Restoranda müthiş bir yemek yedik. Yol bizi biraz yormuştu. Çok iyi geldi doğrusu. Daha sonra Katedrali gezmeye başladık. St.James (Aziz Jakov) Katedrali’nin UNESCO’nun dünya kültür mirası listesinde olduğunu hatırlatalım. Hatırlatalım ama Sırplar son savaşta bunu hatırlamamış olacaklar ki burası ağır bir bombardıman altında kalmış ve hem Hırvat ve hem de Uluslar arası uzmanların bu katedrali tekrar restore etmeleri yıllar almış. İtalyan ve Dalmaçyalı sanatçıların bu katedrali inşa etmeleri 1432 yılından 1555 yılına kadar sürmüş. Orijinal plan Venedikli Antonio Dalle Masegne’ye ait ve binanın alttaki Gotik kısmını yapmış. Dalmaçyalı  Juraj Dalmatinac ise Katedralin üst Rönesans kısmını ve büyük kapıdaki oymaları, muhteşem vaftiz yerini, katedral içi mezarları yapımını üstlenmiş. Daha sonra başka sanatçılar da devamını getirmiş. Bundan sonra bir kilise kapısında daha göreceğimiz Adem ve Havva’nın çıplak oymaları ve onların da üstünde Venedik aslanı kapıya muhteşem bir görünüm veriyor. Ancak bu katedralde bizi en çok etkileyen vaftizhane oldu. Vaftizhaneye merdivenle iniliyor. Çok ince bir işçilikle yapılan oymalar, azizlerin, meleklerin tasvir edilen yüzleri,  insanı çok etkiliyor. Burada avluya açılan bir kapı var. Vaftiz olmadan kiliseye ön kapıdan girilmeyeceği için, ilk vaftiz için kiliseye gelen kişi, burada vaftiz olduktan sonra kilisenin ön kapısından çıkıyormuş.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Daha sonra St Barbara Kilisesine gittik.  Katedralin arkasındaki küçük kilisenin en önemli özelliği 15. Yüzyıl ortalarında yapılması ve değişik bir ön görünümü olması. Bu kilise ön duvarında bir de saat var. Daha sonra Sibenik’in dar sokaklarında kaybolduk. İki küçük ayrıntı daha vereyim; Sibenik sokaklarında bazı evlerin duvarlarında boy ölçümü için cetvellerin ve sokak hayvanlarının su içebilmeleri için taştan sulukların varlığını görmek hoşuma gitti. Bu şehri sevdim.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Daha sonra Trogir’e doğru yola çıktık. Yolda Primosten diye bir başka orta çağ şehrini, görüntülemek için durduk.

SONY DSC

Trogir şehri 1997 yılında UNESCO’nun kültür mirası listesi içine bütünüyle alınmış olan bir şehir. Burası aslında küçük bir bağlantı ile ana karaya bağlanan bir ada. Burada da yerel rehberle buluşmamız sonrasında şehri gezmeye başladık. Hava dünkü gibi yağmurlu değil ama güneşi de tüm gün boyu hiç göremedik. Ana kapı daha evvel gördüklerimiz kadar şatafatlı değil. Daha önceden bu kapıya bağlı açılır-kapanır bir köprü varmış. Kapının üstünde şehrin koruyucu azizlerinden bir tanesi olan Ivan Trogirski’nin heykeli var.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Trogir’in en önemli yapısı olan St Lawrence Katedrali, Arap akınları ile yıkılmış olan eski bir kilisenin yerinde kurulmuş. 1193’de başlayan çalışmalar çok yıllar almış.  Katedralin iki kapısından bir tanesi çok sade ve diğeri ise Romanesk tarzda ve çok gösterişli. Gösterişli olan kapı 1240’da Dalmaçyalı usta Radovan tarafından oyulmuş ve çıplak Adem ve Havva heykelleri, Venedik’i temsil eden Aslan ve pençelerinin altında Bizans’ı temsil eden kartal ve daha iç tarafta da bir yandan dini hikayeleri gösteren, bir yandan da günlük yaşamdan sahneleri gösteren oymalarla çok güzel bir kapı.  Binanın içine girince her zamanki mistik hava içinde, yarım daire şeklinde tavanlar ve yanlarda sütunları görüyorsunuz. 13. Yüzyıldan kalma oktagonal taştan bir minber var ki, muhteşem bir sanat eseri. Sol tarafta ise çok güzel bir şapel mevcut ve orta da Trogir’in ilk piskoposunun mezarı var.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Trogir Saat kulesi11Katedralin yan tarafında olan çan kulesi 14. Yy’da yapılmış, daha sonra ise savaşlarda yıkılmış, şimdiki hali Venediklilerin hakimiyeti altında oldukları dönemden kalma.

Katedral sonrası en ilgimizi çeken yer ise saat kulesi ve yanında bulunan ve 14 yy’dan kalma altı kolonla desteklenen sundurma oldu. Saat kulesinin duvarında bulunan iki adet rölyeften bir tanesi Nicola Frentinac’a ait (1471) ve diğeri Ivan Mestrovic’e (1950-Ban Berislavic). Bu duvarın alt tarafında eskiden cezalandırma da kullanılan zincir mevcut.

Daha sonra ise eski Trogir’in dar sokaklarını arşınlamak için serbest zaman verdiler. Trogir şehri her türlü övgüyü ve UNESCO’dan aldığı kültür mirası şehri unvanını hak ediyor.

Sonrasında tekrar otobüse atlayıp konaklayacağımız şehir olan Split’e doğru yol aldık. Bugün yorulduk doğrusu ve üç adet orta çağ şehrini gezme şansını elde ettik. Otelimiz Split’in sanayi bölgesinde bulunuyor. Dışarı çıkma şansımız yok ama çıkacak halimiz de yok zaten..

Gezekalın..

Dr Ümit Kuru

İlk yayın tarihi 29.05.2010

Gözden geçirilmiş son yayın tarihi 31.10.2014 Saat: 01:40

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

HIRVATİSTAN, KARADAĞ, BOSNA-HERSEK GEZİSİ-Plitvice Gölleri

SONY DSC

Sabah erken uyandım ve perdeleri açınca gerçekten çok güzel bir parkın içinde konakladığımızı gündüz gözüyle de gördüm. Ama akşamdan yağmur yağmıştı ve hava kapalıydı. Benim için gezinin bu en önemli gününde daha sabahtan “Hava kapalı olsun ama yağmasın” dualarıma başladım. Çabucak giyinip kahvaltı öncesi fotoğraf çekmek için çevre turlarına başladım. Hemen otelin yanından akan Korona Nehri üzerinde tahtadan yapılmış iki adet köprü ve nehrin uzak bir köşesinde ise kuğuları gördüm. Yalnız ufak ufak yağmur da başladı ve “İşler kötü gidecek galiba” diye düşündüm. Makineyi yağmur damlalarından koruyarak fotoğraf çekmeye başladım. Yağmur hızlanınca da kahvaltıya  gittim.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Kahvaltı sonrası otobüse bindik ve Plitvice’ye doğru yola çıktık. Yol üzerinde 1991-1995 yılları arasındaki savaştan kalma ağır silahların ve tankların sergilendiği bir açık hava müzesini gezdik. Savaşın kötü yüzü, yağmur altında daha da kötü gözüküyor.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Tito sonrası Yugoslavya parçalanınca orduda hakimiyeti elinde tutan Sırpların beraberce yaşadıkları diğer halkların toprakları üzerinde iştahı kabarmış ve acılara sebep olmuşlardı. Bu işte en fazla acı çeken Boşnaklar olsa da Hırvatlarında kötü anıları var. Sırplar Karlovac ve Plitvice bölgelerini bir süre işgal altında tutmuşlardı. Bu acıları yaşayan Hırvatların, sonradan Sırplarla gizliden de olsa işbirliği yapıp, Bosna Hersek üzerinde aynı emelleri göstermeleri ne kadar trajik!

SONY DSC

SONY DSCKarlovac-Plitvice arası 84 km tutuyor ve bir saat civarı bir yolculukla parka vardık. Yağmurun hiç dinmeye niyeti yok, bir de hızını arttırdı namussuz! Parka gruplarla gelmişseniz, sıra ile alıyorlar ve rehber alma zorunluluğu var. Sıramızı beklerken, yağmurda fotoğraf makinelerini ve video kamerayı ıslatmadan nasıl çekim yaparız onu düşünüyorum. “Önce can” deyip, park içindeki marketten yağmurluk yapılmış naylonları aldık. O gün, o markete en çok para kazandıran mal bu olmuştur eminim. Sonra fotoğraf makinesi için naylon bir torbadan kılıf uydurmaya çalıştım. Burada fotoğraf çekemezsem, ben kendimi bu geziyi yapmamış sayarım!

Hırvatistan Milli Parklar bakımından çok zengin bir ülke. Burada 8 adet Milli Park statüsü almış alan mevcut. Lika Platosu üzerindeki Plitvice Gölleri Milli Park,ı 1949 da Milli Park statüsünü ilk alan park. Bundan birkaç yıl sonra da Rijeka’nın kuzeyinde Risnjak Milli Parkı bu unvanı alıyor. 1985 yılında Sibenik’in kuzeyinde Krka Milli Parkı ve  Velebit Dağ sırası üzerinde Paklenika Milli Parkı ise diğer milli parklar.

Hırvatisan’ın Adriyatik üzeinde 4 adet Milli Parkı var; 1964 yılında Milli Park olan Mljet Milli Parkı, 1980’de Kornati Milli Parkı, 1983’de Brijuni Milli Parkı ve en son olarak da Kuzey Velebit Milli Parkı. 2008’de Hvar Adasındaki Stari Grad düzlüğü de UNESCO dünya mirası listesi bulunuyor.

SONY DSC

Bu parklar içinde en meşhur olanı Plitvice Gölleri Milli Parkı. 16 adet gölden ve el değmemiş ormanlık alanlardan oluşan Plitvice Gölleri Milli Parkı 295 km²’lik bir yer kaplıyor.

SONY DSCTraverten sözcüğü,  geniş traverten çökellerinin bulunduğu Tivoli´nin, Roma zamanındaki adı olan “Tivertino“dan gelmektedir. Traverten çok yönlü, çeşitli nedenlere ve ortamlara bağlı, kimyasal reaksiyon sonucu çökelme ile oluşan bir kaya türüdür. Plitvice Göller Milli Parkı da aslında zaman içinde oluşan travertenler nedeni ile çok sayıda şelalelerden oluşmuş. Burada süreç hala devam ediyor ve bazen suyun yön değiştirmesi ile yeni oluşumlar ortaya çıkıyor. Bu demektir ki her sene aslında bu alanda ufak tefek değişiklikler oluyor. Ulusal Parkın sınırlarında geniş ve bakir ormanlar başlıyor. Avrupa’nın en önemli el değmemiş Kayın ve Köknar ağaçları ormanı buradaymış. Bu milli parkta 75 tanesi endemik olmak üzere 1267 farklı tür bitki ve 55 orkide türü tespit edilmiş. 321 Tür kelebek ve 161 kuş türü ormanın zenginliği hakkında fikir verebilir.

Sonunda sıramız geldi ve parka girdik. Daha ilk durak da güzellik karşısında nutkumuz tutuldu. Şelalelerin görebileceğiniz en sonuncusu ayaklarımızın altında duruyor. Fotoğraf çekmeye başladık, ama yağmur, naylon filan dinlemiyor. Damlalar artık kafamıza kurşun gibi gelmeye başladı. bir şeyler çekiyoruz ama ne çektiğimizi göremiyoruz.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCPlitvice Milli Parkını öyle bir güzel düzenlemişler ki önce kıyıdan yürüyüp, sonra da tahtadan yapılmış yol üzerinde, minik şelalelerin üstünde yürüyorsunuz. Sonra da Bir bota binip, göl üstünde yol alıyorsunuz. Bir süre sonra oteller (zaten park içinde bir adet otel var) bölgesinde traktörümsü bir aracın çektiği araçla yukarı göller bölgesine devam ediyorsunuz. İsterseniz burada bir tam gün geçirebilirsiniz ama bizim tur programı 3,5 saatlik programdı. Yağmurdan ıslanmadık hiçbir yerimiz (abartmıyorum!) kalmayıp, ellerimizde uyuşmaya başlayınca (benimkiler dahil !) grup olarak “Bitse de gitsek” demeye başladık. Tur liderimiz Ayşe Hanım “ben burada turu keselim diyorum” deyince kimse itiraz etmedi ve işin traktörle seyahat ve botla diğer gölde gezi kısmını yapamadık ve kalan şelaleleri göremedik. İskeleden yürüyüşe devamla kendimizi otele attık. Kimimiz otobüsün içinde, kimimiz otelde kıyafetleri değiştirdik. Ayakkabıların yedeğini götürmeyince o saatten sonra artık terlikle gezmeye başladım.  Yani Hırvatistan’da ikinci günde karizmam sıfır oldu. Bu arada grupta zayiatta büyük; 2 adet fotoğraf makinesi ve 2 adet video kamera devre dışı oldu (bir tanesi de benimkisi). On günlük tatilimin en önemli gününün rezil olduğuna mı yanayım, ıslanmadık yerimin kalmayıp, terlikle gezip millete madara olduğuma mı yanayım, bilmiyorum. Bu Hırvatistan’a sadece bir Milli Parklar turunu tekrar yapmam şart oldu galiba…

SONY DSC

Milli Park içinde yemek yedikten sonra otobüsle Zadar’a doğru yola çıktık. Bu gece burada da kalmayıp yakınlardaki Biograd denen yerde kalacağız. Buradaki otelin konumu ve otelin kendisi gayet iyi ama derdim video kameranın ıslanma şokunu atlatıp ertesi güne çalışır hale gelmesi. Saç kurutma makinesini epey bir çalıştırdım, inşallah kurutma sonrası tekrar çalışır. Bu arada dışarıda bir müzik festivali varmış ama gidecek halimiz yok ki..

Gezekalın..

Dr Ümit Kuru

İlk yayın tarihi : 27 Mayıs 2010, 21:24

Gözden geçirilmiş son yayın tarihi 31.10.2014 Saat 09:53

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.