Ortaya Karışık Orta Amerika: Pura Vida Kosta Rika (1)

Orta Amerika gezimizde ziyaret ettiğimiz ilk ülke Kosta Rika oldu. İstanbul’dan Kosta Rika’ya doğrudan uçuş yok. Biz THY ile uçtuğumuzdan önce Kolombiya’nın başkenti Bogota‘ya indik. Uçak Bogota’da yolcu indirdi ve Panama City için yeni yolcuları aldı. İndirme, bindirme, yeni mürettebatın uçağı devralması, kontroller ve temizlik derken uçak içinde gerekenden daha fazla bekledik. Programa göre Panama City’den de yeniden uçağa binerek Kosta Rika’nın başkenti olan San Jose‘ye uçuşumuz var.

İstanbul’dan zaten geç başlayan uçuşumuza, bir de Bogota’da gecikme eklenince bizim Panama City’den Kosta Rika’ya gidecek Copa Havayolları uçuşumuzu yakalamamız biraz mucizeye kaldı. Neyse ki sevgili Ayşe Aktunalı usta rehberliğini konuşturdu da bagajlarımızı hiç almakla uğraşmadan, hiç çıkış yapmadan ve biraz da koştur koştur yaparak uçağı yakaladık. Buradaki risk bavullarımızın kaybolması olabilirdi ama o sıkıntımız da olmadı. Benim tavsiyem; Hiç riske gerek yok, programınızı Panama’dan başlatın.

15,5 saat Sonunda Panama City’de ve oradan da 1,5 saatlik uçuşla San Jose Havalimanında olduk. Akşamın ilerleyen saatlerinde otelimize giriş yapabildik. Kosta Rika’nın başkenti San Jose gezimizi yazmadan önce Kosta Rika özelinde bilgi paylaşsam iyi olur. Çünkü bu ülke Orta Amerika’nın en ilginç ülkelerinden bir tanesi.

Eğer Kosta Rika gezisi planlıyorsanız, Kosta Rika ile ilgili bir kavramı gayet iyi bilmelisiniz; Pura Vida. Bu kelimeyi Kosta Rika’ya adım attığınız ilk andan itibaren her yerde göreceksiniz. Pura Vida’nın anlamı en kolayından “Basit yaşam” ya da “Saf yaşam” olarak açıklanabilir. Genellikle selamlaşma (hello gibi) ve vedalaşma (good bye gibi) anlamlarında kullanılan Pura Vida, Kosta Rika’lılar için bir sözden daha fazlası, bir yaşam biçimi. Ülkenin resmi olmayan sloganı ‘pura vida’, tasasız, yarına dair hiçbir karamsarlık içermeyen, sahip olduklarından tatminkar, sahip olmadıklarına ihtiyaç hissetmeyen bir yaşamı ima ediyor. Kosta Rika da uzun yaşam ömrünün en önemli nedenlerinden bir tanesinin halkın içselleştirdiği bu felsefe olduğuna inanılıyor. Kosta Rika’da doğan erkekler “Tiko”, kadınlar ise “Tika” olarak adlandırılıyor. Kosta Rika halkı ise gündelik dilde “Tikos” olarak çağrılıyor, birbirlerine her seslenmeleri “Mae” (Ahbap, dostum) diyerek başlıyor. Tikoslar yaşamı “pura vida” olarak algılıyorlar. Kosta Rika gezimi anlatmaya başlarken başlık için en doğru kelimenin pura vida olduğunu daha San Jose Havalanı içindeki gümrükten geçerken anlamıştım. Kosta Rika’da bulunduğunuz süre boyunca insanlarla her temasınızda insanların yaşamlarındaki bu yavaşlığı, dinginliği ve samimiyeti hissediyorsunuz.

Ülkenin doğusu-batısı iki ayrı deniz ile çevrili, kuzey kısmında Nikaragua, güney kısmında ise Panama ile komşuluk var. Yüzölçümü 51000 km2 (Konya ilimizin yüzölçümü 40800 km2). Ülke nüfusu ise 5.200.000 kadar. Para birimi başlarda Peso iken 1896 yılından beri Colon’a dönüştürülmüş. Bu ülke ile ilgili kabul edemediğim tek gerçek budur; Sen git 400000’lerde gezen yerli nüfusu 8000’lere kadar indiren yani yerli halkına soykırım yapan adamın, Kristobal Colon’un, ismini para birimine ver!!

Kolomb’un sandığının aksine Kosta Rika, altın ve gümüş bakımından çok zengin değil. Tüm İspanyol İmparatorluğunun en fakir kolonisi olarak bile gösteriliyor. Bu durum, İspanya’nın Kosta Rika’yı kendi kaderine terk etmesine neden olmuş ve merkezi idareden de uzaktaki konumu onu bölgenin bir zamanlar en fakir ülkesi yapmış. Orta Amerika ülkelerinin 1821 yılında İspanya’dan bağımsızlığını ilan ederek aralarında kurdukları federe cumhuriyete Kosta Rika da katılırken, seçilen ilk Kosta Rika Valisi ülkenin kaderini çizmiş. Güvenilir bir yargı sisteminin adımlarını atmış, ülkenin ilk gazetesini kurmuş ve ücretsiz eğitimi yaygınlaştırmış.

Ülke bir tarım ülkesi. Bugün bile gelirlerinin %55’i tarım ve hayvancılıktan geliyor. Kahve çekirdeği, tropikal meyve ve süt ihracatı en önemli kalemleri arasında. Son yıllarda (pandemiye kadar) turizm gelirleri patlama yapmış durumda.

Dünya ülkeleri arasında insanlarının “burada yaşamaktan mutluyum” dediği nadir ülkelerden bir tanesi de Kosta Rika. Ormansızlaştırma oranı ülkede sıfıra inmiş durumda. Avcılık yasak, hayvanat bahçesi yok. Milli gelirleri 19000 USD civarlarında. Dünyada 5 tane Mavi Bölge (Blue Zone) unvanına sahip ülke var. İnsanların ortalamanın çok üzerine yaşam ömrü olduğu yerler için kullanılan bu terime sahip olan ülkeler arasında Kosta Rika’da bulunuyor. “Yerleşmek için ne güzel bir ülke” diye düşündüğünüzü biliyorum. Ama çalışmalar göstermiş ki bir heves bu ülkeye yerleşen gurbetçilerden yaklaşık yarısı eninde sonunda geldikleri ülkeye geri dönüyorlarmış. Bunun en önemli sebebi Kosta Rika’nın dünyanın en pahalı ülkeleri arasında yer alması.

Konu yazısını hazırlarken karşılaştığım bir yazıda okuduğum bir cümle çok hoşuma gitti; “Annem geceleri uyuyabiliyor. Kosta Rika’da sıkça kullandığımız bir cümlede ifade edildiği gibi; Huzur, Kosta Rikalı annenin büyüttüğü bebeğinin bir gün asker olmayacağını bilmesidir’’. Bu cümle Kosta Rika’da ordu olmaması üzerine yapılan bir konuşmadan alındı. Bence tarih yazan liderler geleceğini, geçmişten çıkarttıkları derslere göre kurgulayan insanlardır. Kosta Rika’nın tarihinde 1917-1919 yılları arasında ve 1948 yılında 44 gün olmak üzere 2 kez iç çatışma yaşanmış. İktidar hırsı olan yöneticilerin, ordu darbecilerinin başlattığı iç savaşlarda yüzlerce insan kaybı olmuş. 1 Aralık 1948 günü, dönemin Kosta Rika devlet başkanı Jose Figueres, başkent San Jose’de bulunan ordu ana karargah binasının ünlü dış duvar kapısının önüne gelip elindeki balyoz ile kapıyı yıkmaya başlamış. Başkan bu kapı yıkma işi sonrasında Kosta Rika’nın ordusunu tamamen tasfiye ederek artık ordusuz bir ülke olmaya karar verdiklerini duyurmuş. Törenin sonunda ise bahçe kapısını yıktığı karargahın anahtarını eğitim bakanına vererek, bu binanın artık Ulusal Sanat Müzesi olarak kullanılacağını açıklamış. Silahlanma ve ordu için harcanacak paraları, eğitim ve sağlık harcamalarına ayırmışlar. Bu işi 1949 yılında Anayasa ile güvence altına almışlar ve Kosta Rika o günden beri ordusuz.

1987 yılında Nikaragua’daki olaylardan korkan Amerika Birleşik Devletlerinin Başkanı Reagan Kosta Rika’nın yeniden ordu kurması için baskı yapsa da Kosta Rika yönetimi buna şiddetle karşı çıkmış. Kosta Rika’nın bölgenin siyasi istikrarı en yüksek, ekonomisi en gelişmiş ve eğitim düzeyi en ileri ülkesi olmasının en önemli nedeni ordusunun olmamasına, silahlanma için para harcanmamasına bağlanıyor. Asayiş olayları için kentlerdeki polis gücü dışında silahlı birlikleri, tankı, topu bulunmayan bir ülke Kosta Rika.

Kosta Rika’nın İspanyolca’daki kelime anlamı “Zengin Sahil”. Rivayete göre Konkistador Kolomb 4. seferinde bu sahillere çıktığında “Buradaki iki günümde, Hispanola’da dört yılda gördüğümden daha fazla altın gördüm” demiş. Aslında bu toprakların asıl zenginliği doğası. İşin güzel tarafı Kosta Rika halkı da doğasını korumanın önemini anlamış ve 1970 yılında topraklarının doğal güzelliklerinin korunmasını istemiş. Ülke topraklarının %10,27’si Ulusal Park statüsünde ve %17 ilave bir kısım daha rezerv alanı olarak ayrılmış durumda. Yani ülke topraklarının 1/4’ü Ulusal Park statüsünde. Bu oranlar dünyanın diğer ülkelerine göre çok yüksek değerler. Bunun bir anlamı da ülkenin biyoçeşitliliğinin çok fazla olması demek. Kosta Rika tüm dünyadaki karasal toprakların % 0,03’üne sahip olmasına rağmen, doğal yaşamın yüzde 5’ine tek başına ev sahipliği yapıyor. Burada gördüğüm kadar farklı kuşu ben gezdiğim hiç bir ülkede görmedim.

Ülkenin ilk başkentliğini 350 yıl boyunca Cartago şehri yapmış. Meksika’ya bağlanmayı isteyen Cartago’ya karşın bağımsızlık isteyen San Jose halkları arasındaki iç çatışmalardan San Jose galip çıkınca başkent San Jose olmuş. San Jose ülkenin ortasındaki konumu ile stratejik ve ülkenin en kalabalık şehri. San Jose’den iki okyanus kıyısının arasında olan mesafe yani Karayip Denizinden, Pasifik Okyanusuna olan uzaklık 5 saat. Bu nedenle şehir yeni kurulsa ve kolonyal dönemden kalma eserleri olmasa da ülkenin önemli gezi noktalarına yakınlığı ile çok turist alıyor.

Buradan gidilebilecek en iyi destinasyon ülkenin en yüksek volkanı olan Irazu Volkanı olabilirdi. Ama en iyi şartlarda 5-6 saatlik bir program gerektiriyor. Aynı şekilde Poas Volkanı gezisi de 1 saatlik mesafede ama bunlar program olarak en az yarım günlük aktivite gerektiriyor. Bizim programda San Jose de 2 gece 1 gün konaklamamız var. Yarım gün Alajuela Bölgesi sınırlarında Doka Kahve Çiftliğinde, kalan yarım günü de Ulusal Müze, Altın Müzesi ve San Jose Şehir gezisine ayırınca vakit kalmadı. Konu başlığında seçtiğim gibi ortaya karışık Orta Amerika gezisinde her şey olamayacak tabii ki.

Yazının bu bölümünde San Jose şehir gezisini anlatarak bu bölümü kapatabiliriz. Ülkenin 5,2 milyon nüfusunun 1,6 milyonunun yaşadığı San Jose ülkenin aynı zamanda kültür başkenti. Şehir çok sayıda müzeye ve parka ev sahipliği yapıyor. Şehrin merkezinde olan otelimizin (Aurola Holiday İnn) karşısında bulunan Morazan Parkı hanımla benim ilk ziyaret ettiğimiz yer oldu. Sabahın erken saatinde yürüyüşe çıktığımız bu park 1830-1839 yılları arasında Orta Amerika Federal Cumhuriyeti Başkanlığı da yapan siyasetçi Francisco Morazan adını taşıyor. Parkın bir kapısında Simon Bolivar’ın, diğer kapısında ise Olger Villegas-Cruz tarafından yaratılan ve “El Beso” (Öpücük) adlı heykel bulunuyor. Parkın ortasında ise 1920 yılında kurulmuş Müzik Tapınağı bulunuyor. Burada zaman zaman konserler oluyormuş, bize denk gelmedi tabii ki. Çok güzel bir park.

Morazan Parkı karşısında bir başka park olan İspanya Parkı (Parque España) bulunuyor. Bu parkta 1903 yılında ilk defa Kosta Rika ulusal marşı okunmuş. Parque España’nın kuzeybatı köşesinde, mimar José María Barrantes tarafından tasarlanan, Virgen de los Ángeles veya Orosi Kilisesi’nin keşfi gibi Kosta Rika yaşamından sahneleri hatırlatan mozaikler ve çinilerle süslenmiş küçük bir kiosk var.

1947 yılında yapılmış olan bu kioskun asıl amacı bu bölgede devriye gezen polisler için yağmurdan korunma yeri olması. Parkın diğer köşesinde ise Kosta Rika’nın ilk fatihlerinden olan Juan Vázquez de Coronado’nun heykeli bulunuyor. Yine kendilerine eziyet edenlerin heykelini dikmişler diye düşündüm ama bu İspanyol, Kosta Rika elit tabakasının, ileri gelen politikacılarının genetik olarak atası kabul ediliyor. Zamanında da halkla ilişkiler iyi kurmuş. Yani Kristof Kolomb kadar beceriksiz ve kötü bir yönetici değil.

İki parkın karşısında da önemli binalar var. Bir tanesi Edificio Metálico (Metal Bina) ve 1892’de Belçika’da dövülmüş metal parçalardan inşa edilmiş. Bu demir parçalar San José’de monte edilerek bina 1894’te tamamlananmış. Bina bugün okul olarak hizmet veriyor.

Casa Amarilla (Sarı Ev) adını cephesinin koyu sarı renginden alıyor. Neobarok süslemelerle neokolonyal tarzda bir bina. 1916’da inşa edilmiş. Geçen yüzyılın (1920-1922), Yasama Meclisi ve Başkanlık Konutu olarak hizmet vermiş. 1976’da ulusal anıt ilan edilmiş ve şu anda Dış İşleri Bakanlığı’na ev sahipliği yapıyor.

İspanya Parkının Simon Bolivar heykeli olan kapısının karşısında Ulusal Sanat ve Kültür Merkezi bulunuyor. Bütün bir şehir bloğunu kaplayan bina bir zamanlar likör fabrikası olarak iş görüyormuş. Şimdi, birkaç sahne sanatları merkezi ve Çağdaş Sanat ve Tasarım Müzesi’ne ev sahipliği yapmanın yanı sıra, aynı zamanda ülkenin Kültür Bakanlığı’nın ofisi olarak da hizmet veriyor.

Parkların önünden, 3. Cadde denen caddeden yukarıya doğru eski Atlantik Tren İstasyon Binasına doğru yürümeye başlarsanız yol üzerinde bir başka parkı daha geçeceksiniz; Ulusal Park (Parque Nacional). Park içinde Ulusal Anıtı ve José Martí veya Don Andrés Bello gibi Amerikan kahramanlarına adanmış çeşitli büstleri ve heykelleri görebilirsiniz.

Bu parktaki en ilginç olan heykel ise Edgar Zuniga’ya ait topraktan çıkan insan heykelleri. Bu çalışmalar çok gerçekçiler.

Bizim yürüyüş güzergahımızın en son noktası tren istasyonuydu. 1908 yılında açılmış ve Atlantik kıyısından kahveyi Avrupa’ya taşıyabilecek bir istasyon olan ihtiyaç nedeniyle yapılmış.

Yarına kahve plantasyonu ve Ulusal ve Altın Müzelerini anlatırız.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

01.04.2023

Ortaya Karışık Orta Amerika-Giriş

09-24 Mart 2023 tarihleri arasında Kosta Rika, Nikaragua ve Panama‘yı içine alan bir tur yaptık. Aslında denizi, gölü, yanardağı, ormanı, benzersiz florası ve faunası, farklı demografik yapılarının getirdiği kültürleri yüzünden sadece bir ülke için bile yetmeyebilecek kadar bir süreye 3 ülke sığdırmaya çalıştık. Yani ortaya karışık küçük bir Orta Amerika turu yaşadık. Dünyanın Renklerine Yolculuk firmasının hazırlamış olduğu programa katılıp, ülkelerin doğasına ve tarihine küçük bir bakış attık, insanlarının yaşamına, kültürüne ve mutfağına kısa süre ortak olduk.

Döndüm memlekete… Fotoğrafları sınıfladım, sevgili rehberimiz Ayşe Aktunalı’nın anlatımlarından notları gözden geçirdim. Gezi öncesi notlarım ile gezide iken “Şuna da bakmalıyım” dediğim konuları bir araya getirdim. Sonunda irmik, su, şeker ve yağ hazır. Helva yapmanın, yani gezi yazımızı yazmanın zamanı geldi.

Zaman içinde gezi yazısı yazmanın en zor tarafının ilk yazıyı yazmak olduğunu öğrendim. “Orta Amerika’nın bu üç ülkesi için ortak olarak ne söylenebilir, konuya nereden başlanabilir?” diye epey bir düşündüm. Sonunda Kristof Kolomb ile başlamanın ve onun açtığı yolu takiben yeni kıtaya akın edenlerin kıtaya ve yerleşik insanlarına, günümüze uzanan etkilerini kısaca irdelemenin uygun olacağına karar verdim.

Başlangıcı, Cenovalı Kristof Kolomb ya da İspanyol adı ile Cristóbal Colon adlı kaşif ile yapmamın amacı onun Orta Amerika gezimizdeki her üç ülkeye de geçmişte bir şekilde dokunmuş olmasındandır. Bu kaşifin sadece bu üç ülkenin değil ama tüm Latin ve Kuzey Amerika’nın kaderinin belirlemesinde katkısı olduğu tartışılmaz gerçektir. Onunla başlayan Yeni Kıta hikayesini bilmeden günümüz Latin Amerikası‘nı anlamak, gezinin tadına varmak pek mümkün değil.

Avrupa ülkeleri için karayolundan baharat ve ipeğe ulaşmak, Fatih Sultan Mehmet’in Konstantinopolis‘i alması sonrası pahalı ve sorunlu hale geldi. İspanya ve Portekiz gibi denizci ülkeler Doğu Hindistan’a deniz yolu ile ulaşmanın yollarını aramaya başladılar. Biraz bilinmeze olan meraklarından, çoğunlukla da hızla zengin olmanın hayali ile bir kısım maceracı insan uzaklara deniz yolu ile seyahat etmeye başladılar. Bunlara “Fatih” anlamında “Konkistador” (İspanyolca “Conquistador) denildi.

Kendine eski kıta Avrupa’nın düzeni içinde yer bulamayan, gelecek görmeyen, kısa zamanda zengin olma hayali taşıyan maceracı çoktu. Bunları bulmak kolay olsa da yolculuk için gereken gemileri hazırlamak, personeli finanse etmek pahalı ve riskli bir işti. Bu nedenle risk almadan ve para harcamadan bu zenginliklere ulaşmak isteyen ortaçağın liderleri bazı sistemleri ve kavramları ortaya attılar. Adelantado, kralın izni ile ve onun adına bu keşiflere katılma ve her türlü ganimetten, belli bir yüzdeyi krala verme şartı ile, faydalanma işine ve fayda görene verilen ad oldu. Konkistadorların bir kısmı kralın verdiği bu izinle keşif ya da yağma gezisini kendileri finanse ederken, bir kısmı da kralın desteğini aldı. Aslında tarihte Amerika’ya gidenlerden ilki olmayan Kristof Kolomb (Kızıl Erik tam 500 yıl öncesinden Amerika’ya ayak basmıştı) Doğu Hindistan’ın zenginliklerine ulaşmanın kestirme yolunun batıya doğru yelken açmak ve efsanevi Kuzey Batı Geçidinden geçmek olduğuna inanıyordu. Bu inancını ilk olarak İngiliz, Fransız ve Portekiz Krallarına açsa da, onlar bu fikri pek bir hayalperest buldular. Aragonlu Kral Ferdinand ve Kastilyalı İsabella bu keşfe sponsor olunca Kolomb vakit kaybetmeden 3 Ağustos 1492’de 3 gemi ile Doğu Hindistan keşfine doğru yola çıktı. 12 Ekim 1492’de Doğu Hint Adaları’na değil ama Bahama Adalarından birine, muhtemelen San Salvador’a ayak bastı.

Aragonlu Kral Ferdinand ve Kastilyalı Kraliçe İsabella

Kolomb, İspanyol patronlarına vaat ettiği incileri, altını, gümüşü, baharatları ve ticari malları aramak için aylarca Karayipler’de adadan adaya yelken açtı. Pek bir şey bulamadı. Ocak 1493’te, birkaç düzine adamı Hispaniola‘da (bugünkü Haiti ve Dominik Cumhuriyeti) derme çatma bir yerleşim yerinde bırakarak yanında birkaç yerli, gözlemlerine ait tuttuğu günlük ve az sayılabilecek ganimetle İspanya’ya geri döndü. Kolomb daha sonra 1493, 1498 ve 1502 yıllarında Atlantik üzerinden Amerika’ya 3 sefer daha yaptı. Hindistan’a kısa yolu hiç keşfedemedi, Hindistan’a hiç ulaşamadı. Düşündüğü kadar altın ve gümüşü o bulamadı ama hem eski ve hem de yeni dünyada çok şeyi değiştirdi. Kendi ne kadar anladı bilinmez ama dönemin dünya liderlerinin iştahları bu yeni dünyanın olası nimetleri için iyice kabardı. Krallar birbirlerine düştüler ama dönemin Papası imdada yetişti ve yeni dünya nimetlerini sadece İspanya ve Portekiz arasında olacak şekilde bölüştürdü. 1494 Tordisalles Sözleşmesi ile Cabo Verde Adalarının 370 fersah batısından, kutuptan kutba çizilen çizginin solu İspanya’ya (Kuzey ve Güney Amerika’nın çoğu) sağı Portekiz’e bırakıldı (Brezilya ve Afrika batı sahilleri).

Aslında Kolomb’dan önce de Yeni Dünya üzerinde milyonlarca yerli insan zaten vardı ve yaşıyorlardı. Topraklarına ayak basan zırhlar içindeki adamlar yerli halkın elinden kıymetli neleri varsa aldı. Bu da yetmedi onları kendi işlerinde çalıştırmayı ve köleleştirmeyi hak gördü. Bu sistemin adına “Encomienda” dendi. Yerli halk işkence ve eziyet gördü. Büyük kaşif Kolomb bile, valisi olduğu Bahamalar’ın yerli halkı olan ve sayılarının başlangıçta 250000 civarında olduğu tahmin edilen Taino yerlilerinin sayısını birkaç yüze kadar indirebilmişti. Bu yüzden suçlanan Kolomb zincirlenerek yargılanmak üzere İspanya’ya götürüldü. Eski kıtada köleliği yasaklayan Ferdinand ve Kastilyalı İsabella, Kolomb’un yeni kıtada yaptıklarını affetti. Zamanla yeni kıtanın içlerine keşif gezileri arttıkça altın için işkence ve soykırım da arttı. Meksika yerlileri olan Aztekleri 1521’de tarihten silen Hernan Cortez ve Peru’da yerleşik İnkaları 1532’de katleden Francisco Pizarro günümüzde sadece kaşif olarak anılmıyor, aynı zamanda soykırımcı olarak da biliniyor.

15. ve 16. yüzyılların konkistadorları dünyanın Avrupalılar tarafından bilinmeyen bölgelerini keşfeden, yerli orduları yenerek, ganimet ve toprak gasp eden İspanyol askeri maceraperestleriydi. 16. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, fatihlerin yerini kurumsal yerel yönetim ve kalıcı yerleşimcilerden oluşan daha sistematik bir sömürgeleştirme sürecinin alması gerekti. Sistemli sömürü kıtaya yerleşti, yerli halktan anemist inançlarını terk edip kiliseye bağlanmaları, İsa’ya ve tek tanrıya inanmaları istendi. Yerli halkı kiliseye bağlamak ve tanrı ile korkutmak daha kolay ve daha sağlam bir yayılım aracıydı.

Gelenlerden bazıları yerlilerle evlendi ve ırklar karıştı. İspanya’dan gelerek yerli halktan birisi ile evlenenlerden doğan çocuklara mestizo dendi. Efsanevi şehirler, altın ve gümüş belki hayal edilen kadar bulunamadı ama kıtada yerel halkın iş ve emek gücüne Afrikalı kölelerin iş gücü eklendi. Afrika’dan köleler getirilmeye başlandı. Çünkü Avrupalıların getirdiği ama Amerika yerlilerinin bağışık olmadıkları çiçek, tifüs, influenza gibi hastalıklar ve işkenceler yüzünden geniş tarlaları ekecek, ürünleri biçecek kadar yerli halk kalmamıştı.

Yeni Dünya ile Eski Dünya arasındaki insan, bitki, hayvan, mikro canlıların ve kültürlerin değişimini anlatan Colomb Değişimi kavramında hastalık kısmı yerlilere düşerken, Avrupa’ya kıtada olmayan patates, domates, muz, şeker kamışı gibi tarım ürünleri düştü. Kıtaya ilk giden İspanya, Portekiz gibi ülkelere bir kaç yüzyıl refah içinde yaşamaya yetecek kadar gümüş ve altın götürülmüştü.

Yerleşen istilacılardan bazıları, yerli ırkla karışmamaya özen göstererek birkaç kuşak nesillerini saf halde devam ettirdiler. Artık Amerika kıtasında yerli İspanyollar vardı. Bunlara “Kreol” dendi. Kreoller diğer melez halklara göre kendilerini daha üstün gördüler. Zenginlikten daha fazla pay aldılar. Zaman içinde kıtanın içlerine en kuzeyinden en güneyine, en doğusundan en batısına gidildi. Yollar açıldı, şehirler kuruldu. İspanya’dan gelen İspanyollarla, Latin Amerika’da birkaç kuşaktır var olan kreoller arasında zenginliğin paylaşımı konusunda çekişmeler başladı. Kreoller zenginliğin ve yerlileri yönetmenin kendi hakları olduğunu düşünürken, anakaradan gelen İspanyollar, ırkları saf kalsa ve onlardan olsalar da, yeni kıtayı yerliler kadar sahiplenen kreollere hiç güvenmediler.

Miguel Hidalgo

19. yüzyıla gelindiğinde kreollerin isyanları baş gösterdi. İsyanlar başladı başlamasına ama kıtanın gerçek yerlisi ve Afrika’dan getirilmiş köle halk, bir papaz olan Miguel Hidalgo gibi isyancı kreollere destek vermediler. Onların yanında durmaktansa İspanyol Kralının yanında oldular. Yaşanan kreol isyanları etkili olmadı.

Simon Bolivar

Simon Bolivar’ın kendisi de bir kreol olmasına rağmen Latin Amerikalılık konusunu ön plana çıkartan, sınıfsal ayrımı inkar eden söylemleri yerli halk ve Afrikalılardan karşılık bulunca İspanyollara karşı verilen başkaldırı bu sefer sonuç verdi.

Sonrasında kurulan Latin Amerika ülkelerinin birlikteliği ve Büyük Kolombiya ideali kısa sürdü. Ülkeler tek tek bağımsızlıklarını ilan ettiler. Sanayi devrimi ve onun primer ormanların katledilmesi pahasına kereste başta olmak üzere Latin Amerika ülkelerinden ham madde talebi, yeni kıtada alt yapının geliştirilmesi ihtiyacını doğurdu. Haberleşme ağı gelişti, demir yolları genişledi. Avrupa’dan akın akın iş gücü geldi. Kıtanın en kısa yerine kanal açıldı. Gemiler en kısa yoldan, bir okyanustan diğerine ulaşır oldu. Yüzyıllar geçti belki ama sistemin adı değişse de sömürü hiç değişmedi. Emperyalist devletlerin adı değişti, İngiltere ve sonra Amerika oldu. Üretime o kadar odaklanıldı ki insanların emeği daha çok sömürülür oldu, sömürü daha çok baskıyı ve Latin Amerika ülkelerinin yönetimine diktatörleri getirdi. Amerika Birleşik Devletleri, arka bahçesi olarak gördüğü ülkelere gereğinde doğrudan ya da dolaylı yoldan askeri müdahalelerde bulundu. Özellikle Orta Amerika’nın zenginlikleri sadece yerli halka bırakılamayacak kadar önemliydi. Dünyanın en karlı yolu olan Panama Kanalının işletmesi 1999 yılında Panama hükumetine devredilene kadar Amerikalılardaydı.

Bir gringo’yu birkaç muz yemeye davet etmemiz yüzünden şu başımıza gelenlere bak!” Bu cümle Gabriel García Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanında geçen bir cümle. Ama tarihsel bir gerçeğe ışık tutuyor. Orta Amerika ülkelerinin 20. yüzyılda da sömürülmesinin devam ettiğini çok güzel anlatıyor.

Minor Keith adlı bir Amerikalı bir demiryolcunun muzun ticari potansiyelinin farkına varması ile 1899 yılında kurduğu United Fruit Company (UFCO) adlı şirket 1930’lara gelindiğinde tüm Orta Amerika’nın, başta muz olmak üzere, meyve ticaretini tekeline aldı. Bu şirket her ülkede verimli toprakların büyük kısmını satın aldı, yerel hükumetleri gücü ile parmağında oynattı. “Muz Cumhuriyetleri” terimi bu şirket sayesinde literatüre girdi. Muz plantasyonunda çalışmak çok zor bir işti. 20. yüzyılda işçiler, 16. yüzyıldaki köleler gibi kötü şartlarda çalıştırıldılar. 12 Kasım 1928 günü, çalışma şartlarını protesto için Kolombiya’da 30 bine yakın muz işçisi greve çıktı. Şirketin baskısıyla hükümet, grevcilerin üzerine orduyu gönderdi ve ordunun grevcilerin üzerine ateş açması sonucu onlarca işçi öldü. Şirketin adı hem 1928’deki grevdeki ölümler ve hem de Küba, Guetamala ve Honduras’da hükumetleri devirme işleri ile anılır olunca kötü şöhreti isim değiştirerek yok etmeye çalıştılar. United Fruit Company oldu size Chiquita (bildiğimiz çikita). Sistem ise değişmedi ve hala devam ediyor.

Kristof Kolomb 1506 yılında öldü. Öldükten sonra da uzun süre unutuldu. Kolomb’un kemikleri de onun gibi gezdi, durdu. En son bir kısım kemikleri İspanya’da Sevilla kentinde, bir kısım kemikleri ise Dominik Cumhuriyeti başkenti Santa Domingo‘da gömülü kaldı. Kolombun yeniden anılır olması ölümünden yaklaşık 350 sene sonrasına dayanıyor. Bir İngiliz dergisi 1793 yılında İngiltere’nin o dönem Amerika Kıtasında yönettiği 13 koloni için “Kolomb Ülkesi” anlamında “Columbia” adını kullanmıştı. Amerika’nın keşfinden 400 yıl sonra ise Kolomb adı bir efsaneye dönüştürüldü. Amerika Birleşik Devleti yönetimlerinin Kızılderililere yapılanları unutturmak için bir isme ve konuya ihtiyacı vardı. Kaşif Kolomb ve kıtayı keşfi yeniden hatırlandı. Sanki ondan önce kıtada kimse yoktu ve onunla gelenler sayesinde kıtada yerleşim ve medeniyet başlamış gibi konu işlendi. Her yere ismi verildi.

Bugün Kolomb’un kıtaya ayak basmasının üzerinden 531 yıl geçmiş. Son yüzyılda Kolomb’a bakış açısı değişti. O artık yerlilere işkenceleri ve soykırım ile anılıyor. Heykelleri yıkılıyor ve adının geçtiği yerlerden isimleri silinmeye çalışılıyor.

Biliyorum uzun bir yazı oldu. Ama gezdiğimiz ülkelerden Kosta Rika’nın para birimi Kolon. Kazayla Amerika Kıtasını keşfetmiş, insanına işkence etmiş, sömürmüş bir adamın isminin ülke para birimine verilmesi, Kolombiya adlı bir ülkenin bulunması gibi ironik durumlar yanında yüzyıllardır, şekil ve patron değişse de, devam eden sömürüyü bilmeden bu toprakların gezisini anlatmak çok eksik olurdu.

Acılar çekmiş bu bölgenin gezdiğimiz 3 ülkesinden de çok güzel anılarla döndük. Tadı damağımızda kalmadı dersem yalan olur. Her ülkeden en güzel ve seçkin örneklerin yan yana getirildiği ve tekrara yer vermeyen güzel bir programı takip ettik. Dünyanın Renklerine Yolculuk firmasını bu güzel program için kutlar, rehberimiz sevgili Ayşe Aktunalı’ya da bu yoğun programı firesiz tamamladığı ve doyurucu bilgiler verdiği için teşekkür ederim.

Gezinin tamamı için diyebileceğim tek şey mükemmel olduğuydu. Keşke daha fazla gezebilseydik. Bu cennet topraklarla ilgili asıl hikayeme beklerim hepinizi.

Gezekalın…

Dr Ümit Kuru

30.3.2023

Arap Yarımadası’nın Ötesinde Bir Ülke: UMMAN-Misfat Al Abriyeen Köyünden Muscat’a Doğru

Sabah erken kahvaltı sonrasında kaldığımız butik otelin resepsiyonuna inip, bize köyü gezdirecek olan otel görevlisi ile buluştuk. Onunla birlikte köyün dün akşamdan gitmediğimiz ters tarafına doğru bir yürüyüş yaptık. Hurma, muz, mango ve nar ağaçları arasından yürüdük. Umman’a gelecekseniz Misfat Al Arbieen Köyünde, otele çevrilmiş tipik bir Umman evinde konaklamanızı, akşam ve sabah teraslarda yapılan tarıma, civardaki dağlara şahitlik ederek yürümenizi tavsiye ederim.

Bu arada bizim Basim sabahın körü bizler uykuda iken otele girip, terasından video bile çekmiş. Aşağıdaki video onun çektiklerinden yaptığım bir kolaj. Daha sonra ise aracımıza bagajlarımızı yükleyip Wadi Bani Awf’a doğru yola çıktık.

Umman’da turistik önemi olan iki dağ mevcut; Jebel Shams (Güneş Dağı) ve Jebel Akhdar (Yeşil Dağ). İki dağ da Hacer Sıradağlarının uzantıları oluyorlar. Dün Al Hamra Kasabasına girmeden önce araçla kısa bir off-road yaptığımız Wadi Nakhr’ın devamı, Hacer Dağlarının 3009 metre ile en yüksek noktası olan Jebel Shams’e ulaşıyor.

Jebel Akhdar’da adı gibi yemyeşil bir dağ beklentiniz olmasın. Jebel Akhdar deniz seviyesinden 2000 metre yükseklikte çoğunlukla kireç taşı yapısında arazisi, vadileri, Saiq Platosu ve tarıma elverişli olmasını sağlayan teraslarla dolu bir dağ. Bu taş yığını gözüken dağda hakim olan ılıman Akdeniz iklimi Şam gülleri, nar ve şeftali gibi ürünlerin yetiştirilmesine olanak sağlıyor.

Bugün yaklaşık 3 saat sürecek olan Wadi Bani Awf araba yolculuğumuzu ise Hacer Dağları’nın eşsiz manzaraları eşliğinde yapacağız. Balad Sayt Köyü devamında Rustaq şehrine devam edeceğiz. Bugünün sonunda artık Muscat Havaalanından ülkeye dönüyoruz.

Hemen başta söyleyeyim ki Wadi Bani Awf”da araba ile yolculuk size “Uzun sürdü bu yol!” hissini verebilir. Ancak bu yolculuğu yaşarsanız Umman’ın milyonlarca yıl önce okyanus altında olan topraklarının bugüne yansıyan coğrafik yapısının güzelliğine şahit olabilirsiniz.

Wadi Bani Awf’ın çoğu yerinde, iki aracın geçmesine izin vermeyecek kadar dar olan yollarda seyahat etmeniz gerekiyor. Rehberiniz olmadan bu yollarda araç kullanmanız gerçekten zor. Basim, çölden sonra bu yollarda da adrenalin seviyem yükselsin diye aracın direksiyonuna beni geçirdi ama beş dakikasına ancak katlandım. Camdan fotoğraf çekerek seyahat etmek daha kolayıma geldi doğrusu. Bu arada Wadi Bani Awf’ın dik yollarında motorlu gezginleri görmek neyse de, pedal çevirerek seyahat eden turisti görmek bizi şaşırttı. Delikanlı neredeyse 30 derece eğimli dağ yollarında, o sıcakta pedal çevirip Wadi Bani Awf geçmeye çalışıyordu.

Wadi Bani Awf (Wadi Bani Awuf olarak da yazılabiliyor), Umman’ın Güney Batinah bölgesi Rustaq Eyaletinde yer alan büyük bir vadi. Vadi, ünlü Yılan Kanyonu da (Snake Canyon) dahil olmak üzere pek çok doğa harikası yer ve birkaç otantik köyün bulunduğu geniş bir alanı kapsıyor. Bu vadi Umman’ın Al Batinah Bölgesini, Ad Dakhiliyah Bölgesinden ayıran Hacer Dağları boyunca uzanıyor.

Vadi boyunca epey bir yol gittikten sonra Basim yol kenarına park edip, doğal bir seyir terasında bize kahve pişirdi. Bu adamı biz çok sevdik. En az bizim kadar yoldan zevk aldı ve bizimle bir arkadaş gibi maceramızı paylaştı.

Wadi Bani Awf içerisinde bulunan Yılan Kanyonunu kısmen de olsa görmek, bizim için günün ilk sürpriziydi. Balad Sayt Köyü’ne gelmeden önce kanyon girişinde park ettik ve kanyonun girişine doğru yürüyüşe başladık.

Yılan Kanyonu çok zorlu ve bir o kadar da yürüyüşü zevkli bir kanyon gibi gözüküyor. Umman’ın en sulu doğal parkuru burası. Basim bize kanyon boyunca kısa da olsa bir yürüyüş yaptırdı. Kanyon bazı yerlerde 9 metre genişliğe ulaşırken, bazı yerlerde 2 metreye kadar daralıyor.

Kanyonun yürüdüğümüz kısa bölümü bile çok ilginç ve çok güzeldi. Dik bir kayadan suya ancak iple ve gereken teçhizatla yürüyüş yapabileceğimiz noktaya kadar yürüdük. Aşağıda suyun sesini, kısa da olsa türkuaz rengini görüp geri dönüşe geçtik. Bu kısımdan halatlarla inebiliyor ya da doğrudan suya atlıyorsunuz.

Bu noktadan aşağıya atladınız mı bir daha geri dönüş yok. Kanyon sonunda Al Zamah Köyüne kadar yürümeniz gerekiyor. Yani yol tek yönlü.Yılan Kanyonunda aklımız kaldı doğrusu. Keşke biraz daha genç olabilseydim de bu kanyonda yapıldığı gibi 4-5 saat boyunca yürüyebilseydim. Sulara gire çıka bu yürüyüşü tamamlamak isterdim. Kendine güvenen Umman’a gelmişken bu bir turla yürüyüşü yapsın derim.

Yılanlı Kanyon’dan geçen rota, su erozyonu nedeniyle kayaların oyulmasıyla oluşmuş, bunun sonucunda göreceğiniz pürüzsüz cilalı yüzeyler ortaya çıkmış. Bu nedenle kayalar son derece kaygan ve kavramayı zorlaştırıyor. Aşağıdaki videoyu Snake Canyon’da çekmiştik. İzlemenizi tavsiye ederim sizlere.

Balad Sayt bu vadinin ilgi çeken bir dağ köyü. Köyün bir futbol sahası ve bir de okulu mevcut. Hurma ağaçları içinde tipik kerpiçten evleri ile bir Umman Köyü. Köye tepeden bir bakış sonrası Rustaq’a doğru yola devam ettik.

39 km’lik yolu yaklaşık 1 saat 15 dakikada kat ederek Rustaq Şehrine vardık. Rustaq Şehri bir zamanlar Umman’ın başkentiymiş. Kaleleri (Rustaq Fort ve Al Hazm Kalesi), kaplıcası (Ain Al Kasfa ) ve UNESCO Dünya Kültür Miras Listesi içinde olan falaj sistemi (Falaj Al Muyasser) için bu şehre uğramalısınız.

Rustaq Şehri dışında bizi önce Falaj Al Muyasser karşıladı. Umman’ın UNESCO Dünya Kültür Mirası listesi eserleri içindeki falaj sistemine dahil olan bir bölüm burası.

13. yüzyıldan kalma Al Rustaq Kalesi biz orada olduğumuzda tadilat nedeniyle kapalıydı. Bu nedenle gezemedik. Kalenin surları çevresinde bir tur atmakla yetindik. Kalenin ayrıca kendi içinde falaj su sistemi var. Esas hedefimiz ve son gezeceğimiz yer Al Hazm Kalesi olacak.

Bu arada iyice acıktığımızdan Rustaq Fort adlı restoranda öğle yemeği yedik. Burası tüm Umman’da en güzel yemekleri yediğimiz yerdi. Çok güzel bir tavuk ve salata yedik. Tavsiye edilir.

Al Rustaq Kapalı Çarşısı (Souq), Al Rustaq Kalesi’nin hemen yanında yer alıyor. Yemek sonrası oraya da bir kafa uzattık. Ama açık olan tek bir dükkan bile yoktu. Bizim için kapalı çarşılar içinde Nizwa hala en güzel olan kapalı çarşı.

Rustaq’ta popüler olan bir başka yer, Ain Al Kasfa Kaplıcasıdır. Kaynak, doğal olarak sıcak suya sahip ve içeriğindeki kükürdün tedavi edici faydaları nedeniyle yerel halk tarafından çokça ziyaret alıyor. Biz oradayken hafta sonuna denk geldiğinden aşırı bir kalabalık vardı. Suyun kaynağında yüzmeye izin verilmiyor ve kafesle kapatılmış. Ancak halkın kullanması için kaynak suyunun kanalize edildiği özel yıkanma odaları var. Halk da buralarda yıkanıyor. Alt fotoğrafta gördüğünüz kahve renkte kabinler içinde yıkanıyorlar.

Buralarda, bu haliyle yıkanmak turistlere ilginç geliyor mu bilemem. Hiç denemeye yeltenmedik.

Sonraki hedefimiz olan Al Hazm Kalesine doğru yollara düştük., Al Hazm Kalesi saltanatın en ünlü kalelerinden birisi ve biz de o kaleyi çok sevdik. Zaten bu kale ve Rustaq Kalesi UNESCO kültür mirası izlem listesinde. Kale, oğluyla birlikte bu kalede gömülü olan İmam Sultan bin Saif II tarafından 18. yüzyılın başlarında yaptırılmış.

Al Hazm Kalesine, girift yazılara sahip masif, güzel bir ahşap kapıdan giriliyor.

Kale odaları çok güzel düzenlenmiş. Kale içinden falaj sistemi geçiyor. Böylece dışarıdan kuşatılmaya karşı günlerce dayanabiliyorlar.

Bu kalenin hemen girişinde hurma deposu mevcut. Gezdiğimiz her kalede bu şekilde bir depo vardı ama gördüklerimiz içinde en güzeli bu kalede olanıydı Bu depolarda elde edilen hurma şurubu ısıtıldıktan sonra düşman üzerine dökülüyormuş. Yani sıcak hurma şurubu Umman kalelerinin önemli bir savunma silahı.

Hapishanesi de çok güzel şekilde sergilenmiş. Diğer kalelerdekilerden daha etkileyici ve olması gerektiği gibi ürkütücüydü..

Al Hazm Kalesinin Umman’ın diğer kaleleri arasında benzersiz bir özelliği onun sahip olduğu top koleksiyonu. Kalenin kulelerinde sergilenen toplar dönemsel özelliklerine göre açıklayıcı tabelalarla sergileniyor.

Kalenin çatı kısmında ise özel yaşam alanları mevcut. Bu kale bence tartışmasız Umman’ın en güzel kalesi.

Evet sevgili sanal gezgin dostlarım! Al Hazm Kalesi gezisi sonrasında 110 km daha yol yapıp Maskat’a geldik. Yemek, bize çok güzel bir rehberlik hizmeti veren ve artık Umman”daki dostumuz olan Basim’le vedalaşma gibi son aktiviteler sonrasında ülkeye dönüş için havaalanına giriş yaptık.

Umman hiç ummadığım kadar güzel bir destinasyon çıktı. Bu Arap Yarımadasının aykırı ülkesi suyun altı, çölü, vadileri ve dağları gibi benzersiz doğa güzellikleri, farklı kültürel özellikleri ile gezilmeyi hak eden bir ülke.

Yeni gezilerde buluşmak üzere. Gezekalın

Dr Ümit Kuru

02.03.2023

Arap Yarımadası’nın Ötesinde Bir Ülke: UMMAN-Wahiba Kumullarından Misfat Al Abriyeen Köyüne Doğru (2)

Birkat Al Mouz, Umman’ın Al Dakhiliyah Bölgesinde, Nizwa Şehrine bağlı bulunan geleneksel bir köy. Biz bu köye Umman’ın UNESCO Kültür Mirası Listesinde yer alan 5 eserinden bir tanesi olan falaj su dağıtım sistemlerinden bir tanesini, Falaj Al Khatmain‘i, görmek için gidiyoruz.

Size bu gezi öncesi “Aflaj” sistemi hakkında kısa bir bilgi vermem gerekir. Daha önce İran gezi yazımda da anlatmıştım. Su kıtlığı çeken ülkeler kısıtlı olan yeraltı ya da yer üstü su kaynaklarını en verimli, en ekonomik şekilde kullanıp ve en adil şekilde de dağıtmanın yollarını aramışlar. İran kısıtlı olan su kaynaklarını “kanat” denen bir sistemi 5000 yıldır kullanarak çözmüş (https://gezekalin.com/2022/07/12/tum-cekincelerinizi-bir-kenara-birakin-iran-gezi-yazisikanat-sistemi-ruzgar-yakalayicilar-dolat-abad-bahcesi-yezd/).

Umman halkı ise bu sorunu aflaj denen kanallar sistemi sayesinde halletmiş. Aflaj, Arapçada parçalara bölünmüş anlamındaki “falaj” kelimesinin çoğulu oluyor. Ummanlılar çok eski zamanlardan beri su altı ve su üstü su kaynaklarını kanallar sistemi ile evlerine ve tarlalarına yönlendiren bir su ağı sistemi kurmuşlar.

Falaj sistemi dediğimiz zaman yerçekimi etkisi ile kaynağından alınan suyun, tünel ve/veya hendeklerle susuz diğer bölgelere ulaştırılmasını anlamanız gerekiyor. Kurak ve yarı kurak bir ülke kabul edilen Umman’da sulamanın 1/3’ü bu tarihsel sistemden karşılanıyor. Umman’da UNESCO listesine giren 5 falaj sistemi var; Falaj Al Khatmain (ya da Khatmeen), Falaj Al-Malki, Falaj Daris, Falaj Al-Mayassar ve Falaj Al-Jeela. İşte biz Birkat Al Mouz’a, falaj sistemleri içerisinde en uzunu olan Falaj Al-Khatmain (2450 metre) ziyareti için geldik.

Falaj Al-Khatmain, Jebel Akhdar’ın (Yeşil Dağ anlamında ve Hacer Sıradağlarının uzantısı) güney kenarındaki Wadi Al-Muaydin‘den kaynağını alıyormuş.

Bizim ziyaret ettiğimiz yer civarında Bait al Redidah adlı restore edilmiş bir kale ve 1649 yılında inşa edilip, Umman’daki en eski camilerden biri olarak kabul edilen Al Ya’aribah Camisi bulunuyor. Falaj, caminin hemen dışında.

Burada yerel halkın yıkanmasına izin veren birkaç özel tezgah ve oda var. Buraya yakın Harat Al Sibani adlı (Sibani Ailesinin Mahallesi anlamında) eski bir yerleşim yeri var. Al Hamra adlı başka bir terk edilmiş eski yerleşim yerini gezeceğimizden, biz burayı gezmeden yolumuza devam ettik. Vaktiniz varsa Harat Al Sibani’yi gezin derim.

Umman’ı aynı zamanda bir kaleler ve kuleler ülkesi olarak görebilirsiniz. Bu ülkede bulunan kale ve kule sayısı bini geçiyor. Dar zamanınızda bunların hepsini gezmeniz gerekmiyor tabii ki. Ancak Jabreen Kalesi (ayrıca Jibreen Kalesi veya Jabrin Kalesi olarak da rastlayabilirsiniz) Umman’ın en güzel tarihi kalesi olması nedeni ile mutlaka gezilmeyi hak ediyor.

Bu tarihi kale, 17. yüzyılın sonlarında inşa edilmiş. Jabreen Kalesi, İmam  Bel’arab bin Sultan Al Yarubi tarafından yaptırılmış. Babası, Portekizlileri Umman’dan çıkaran ve Nizwa kalesini bugünkü haline getiren İmam Sultan bin Saif Al Yarubi. İmam Bel’arab, babasının Portekizlileri ülkeden çıkartmasından sonra barış dönemi içinde olan bir ülke devralmış. Bu imamı iktidardan uzaklaştıracak olan kardeşinin eylemine kadar da ülke barış ve refah içinde yaşamış.

Jabreen Kalesi, savaş zamanlarında inşa edilmediğinden diğer Umman kalelerinden farklı. Bu kalede Nizwa Kalesinde gördüğümüz kadar abartılı savunma önlemlerini görmüyoruz. Temel savunma yapıları var tabii ki ama Nizwa’dakinden daha az. Bu kale temelde bilime ve sanata tutkun bir hükümdar tarafından barış zamanlarında yaptırıldığından daha çok dekoratif özellikleri ve sosyal alanları ön planda tutulmuş. Bu da Jabreen Kalesini Umman tarihinin en güzel ve estetik kalesi yapıyor

Kale üç katlı olup iki kuleye, çok sayıda resepsiyon salonuna, yemek alanlarına, toplantı salonlarına, mahkeme salonuna, kütüphaneye sahip. Kalenin iç tasarımında süslü pencereler, ahşap balkonlar, Arap kaligrafisi yazılı kemerler ve nefes kesen tavan resimleri bulunuyor. Jabreen Kalesinin tavan süslemeleri Maskat’taki opera binası salonunun tavanına ilham kaynağı olmuş.

Jabreen Kalesi’ndeki en önemli odalardan biri yukarıda fotoğrafı olan 14 pencereli ve göz şeklinde tasarımlı girift bir tavanı, önemli konuklar için özel bir kabul salonu olan “Güneş ve Ay Salonu”. Basim galiba en çok bu sarayı seviyordu ve hem kaleyi, hem de bu odayı uzun uzun ve zevkle anlattı.

Bu odanın ismi üst pencerelerden güneş ışığının, alt pencerelerden ise ay ışığının içeriye girmesinden geliyor.

Bu kaleye giriş 1 OMR. Nizwa Kalesi yanında çok daha ucuz ve gezmesi sanki daha zevkli. Ancak bu kaleyi daha çok sanatsal bir yapıya sahip olduğu için, Nizwa ve diğer kaleleri ise bitmeyen kabileler arası savaşlarda iyi savunma için yapılan kaleler olarak düşünerek gezmenizi tavsiye ederim.

Bahla Kalesi (Bahla Fort), Umman’da bulunan kaleler içerisinde UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi içinde olan tek kale ve bendeniz bu kaleyi sadece dışarıdan fotoğraflamakla yetindim. Bunun nedeni ziyarete başlamadan önce kale hakkında yazılanlardan edindiğim fikir. Bu kale öyle boş bir kale kesinlikle değil. Yalnız kale hakkında hangi yazıyı okuduysam içindeki sergilemenin bir UNESCO eseri için biraz zayıf kaldığından bahsediyordu.. Bugüne Nizwa, Jabreen gibi iki önemli ve özellikli kaleyi ziyarete koymuşsanız ve bizim programı uygulayacaksanız bu kaleyi dışarıdan fotoğraflayıp yol devam etmekte fayda var derim. Vakit varsa Umman’ın 5 UNESCO eserinden bir tanesi olan Bahla Kalesi de gezilmeli. Fotoğraflarım kale dışından çekimlerim, aşağıda vereceğim bilgiler ise teoriden olacak.

Bahla Kalesi, Umman’daki en eski ve en büyük kalelerden birisi. Aslen 12. ve 15. yüzyıllar arasında saman ve kerpiçten inşa edilen kaleyi Umman’ın bu bölgesini işgal edip Bahla’yı başkent yapan Banu Nebhan Kabilesi yaptırmış. O zamanlar buhur ticaretini bu kabile yönetirmiş.

Daha sonra burayı ele geçiren her kabile çeşitli eklemeler yapmış, Bahla Kalesi aslında bir kompleks ve kalesi, vahası ve 13 kilometreyi bulan surları içeriyor. Kalede üç ana alan varmış: Kalenin en eski bölümü olan El-Kasabah, Bait al-Hadis (veya yeni ev) ve Bait Al-Jabal (dağ evi). Kale tarihte 3 kez büyük restorasyon geçirmiş. En son da 2012 yılında restore edilmiş. Yolda kaleyi ve suları uzaktan panoramik olarak gören bir yerden fotoğraflamayı da ihmal etmedik.

Basim’in sürprizlerinden bir diğeri ise Umman’ın “Büyük Kanyonu” kabul edilen Wadi Al Nakhr içinde kısa bir off-road gezisi yaptırmasıydı. Orta Doğu’nun Büyük Kanyonu olarak oldukça popüler olan bu kanyon 8 km devam ederek kendi adını taşıyan köye ulaşıyormuş.

Umman’a trekking için gelenlerin bu iş için tercih ettikleri bir vadi burası. Buraya yağmur yağdığı zaman araçla veya herhangi bir aktivite için girilmesi kesinlikle tavsiye edilmiyor.

Yağmur suları sel etkisi ile dağlardan aşağılara vadi boyunca iniyormuş. Zaten yakın zamanda yaşanmış sel felaketinin izleri vadinin gezdiğimiz kısımlarında hemen dikkati çekiyordu.

Umman’da yapacağınız en eşsiz şeylerden biri terk edilmiş ve kerpiçten evleri ile eski harabe köyleri ziyaret etmek. Bir zamanların yaşanmışlıklarının ardından zamana ayak uydurmak ve iş bulmak için halkının başka yerlere göç etmesi sonrasında bazı kasabalar ve köyler boşalmış ve kaderine terk edilmiş. Yıkılan binalar, eski kapılar ve tozlu patikalar arasında dolaşabileceğiniz, tamamen terk edilmiş bir kasaba hayal edin. Umman’da bu tür köylerin en güzel örneklerinden birisi de Al Hamra harabeleridir.

Al Hamra, 700-1000 yıllık köyün çevresine kurulmuş 400 yıllık bir kasaba. Önce hurma ağaçları arasındaki eski Al Hamra’yı karşı tepeden gören bir seyir terasına gidip kasabanın panoramasına şahit olduk.

Sonra aracımıza binerek, hurma ağaçları ile çevrili dar yoldan terk edilmiş kasabanın içine girdik.

Falaj kanallarının dolaştığı kasabada kerpiç binalar yıkık dökük haldeler. Kasabayı boylu boyunca yürüdük. Bazı evlerin içine girmeyi denedik ama yıkıldı yıkılacak haldeki binalar tehlike arz ediyor. Dikkat etmek gerekiyor.

Al Hamra Kasabası gezisi sonrasında geceleme yapacağımız Misfat Al Abriyeen Köyü‘ne doğru yola düştük. Hem geleneksel mimarisi hem de en az 2000 yıldır antik falaj sulama sistemlerine dayanan tarımı ile dikkat çeken Misfat Al Abriyeen Umman’a ait bir vaha köyü. Gezdiğimiz terk edilmiş Al Hamra kasabasına inat eski evler tadilat görüp otele çevrilmiş. Bu köy önemli miktarda turist ağırlıyor.

Umman gezimizin son gecesini tipik bir Umman Köyünde ve tipik bir Umman evinde geçirmek istedik. Konaklama yapacağımız köy hurma ağaçları içinde ve vahanın ortasında diyebiliriz.

Misfat Al Abriyeen son yıllarda oldukça çekici bir turizm merkezi haline gelmiş. Köy, muhteşem tarım teraslarına, güzel sokaklara ve sağlam kayaların üzerine inşa edilmiş eski evlere sahip. Misfat al Abriyeen’deki eski evler, palmiye yapraklarından çatıları olan geleneksel kerpiç evler ve kesinlikle eski zamanlarda güvenlik sağlamak amacıyla sağlam kaya temeller üzerine inşa edilmeleri bakımından benzersizler.

Konaklama yapacağımız ev ise geleneksel bir Umman evi. Bu köyde konaklama yerlerinden çok azında odalarda kendine ait tuvalet mevcut. Benim de bir otel odasında taviz vermeyeceğim en önemli konu olması nedeni ile Harit Al Misfah In‘i seçmiştik. Ama konaklama yaptığımız otelin sahipleri hem çok yardımcı oldular ve hem de odamızda köye hakim balkon vardı.

Misfat Al Abriyeen Köyünde hem akşam üstü ve hem de sabahın erken saatlerinde yürüyüşlerimizi yaptık. Siz de köyün her iki yönüne doğru yürüyüşlerinizi mutlaka yapın derim.

Her anı dolu dolu geçen nefis bir gündü. Yarın gezinin son gününe gireceğiz.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

28.02.2023

Arap Yarımadası’nın Ötesinde Bir Ülke: UMMAN-Wahiba Kumullarından Misfat Al Abriyeen Köyüne Doğru (1)

Bugün çok yoğun bir programımız var. Bence rehberimiz Basim’in bize yaptığı en önemli sürpriz Nizwa Sığır Pazarına (keçi pazarı da diyorlar) organize ettiği geziydi. Ben Umman’da deve pazarını okumuştum ama sığır pazarını bilmiyordum. Cuma günleri Nizwa‘da sığır-keçi pazarı, perşembe günleri ise Sinaw‘da deve pazarı gerçekleşiyor. Keçi pazarı bu kadar ilginçse, deve pazarı daha da ilginç olmalı diye düşünüyorum

Sabah saat 04:00 gibi çölde kaldığımız otelden kumanyalarımızı alıp yollara düştük. Basim’in çölden çıkar çıkmaz ilk işi indirilmiş olan lastiklere yeniden hava basmak oldu. Yarı kapanık yarı açık gözlerle 185 km yolu yapıp havanın yeni aydınlandığı saatlerde Nizwa’ya giriş yaptık. Basim bize “Sizi pazarın önünde bırakacağım ve park yeri arayacağım. Benim burada park etme şansım yok!” deyince önce pek bir şey anlamadık. “Sabahın köründe ne kadar kalabalık olabilir ki!” diye düşündük. Ama park yerine gelince ne demek istediğini anladık.

Ortalıkta korkunç bir hareketlilik var. Nizwa Souq alanına girdik ve önce ters tarafa, klasik kapalı çarşı alanına gittik. Oralar bile bu saatlerde insan kaynıyordu. Sonra doğru yeri, pazarın sol tarafındaki açık pazar alanını bulduk. İçeriye adım atar atmaz, ne yorgunluk ne de kapanan gözlerimiz kaldı. “Buradan bana çok fotoğraf ve hikaye çıkar” diye düşündüm. Doğru yere, doğru zamanda getirildik.

Nizwa Sığır Pazarı teknik olarak, tarihi olması ile ünlü Nizwa Kapalı Çarşısının (Nizwa Souq ) bir uzantısı ve sadece köylülerin keçi, koyun, inek satmak ve takas etmek için kullanıldığı bir açık pazar alanı. Civardaki kasabalardan, dağ köylerinden, mezralardan çiftçiler ve çobanlar, keçi ve sığırlarını açık arttırmayla satılmak üzere her cuma bu pazara getiriyorlar.

Olay şu şekilde gerçekleşiyor; Kendileri için yapılmış küçük dairesel bir köşk alanındaki banklara oturup teklif veren alıcılar ve seyirciler var. Satıcılar, sığırlarını sabahın çok erken saatlerinde, genellikle sabah altıdan çok önce burada bulunan ağıllara getiriyor ve bekliyorlar.

Potansiyel alıcılar, sabahın yedisinde başlayacak olan satış öncesi sığırları ve keçileri burada görme ve inceleme şansı yakalıyorlar. Satış başladığı zaman satıcılar sığır ya da keçilerini alıcıların bulunduğu köşkün etrafında daireler çizerek gezdiriyorlar.

Burada potansiyel alıcılar tekliflerini haykırıyor ve satıcı beğendiği bir fiyata ulaşırsa teklif veren kişiye gidip, satış işlemini tamamlıyorlar. Pazarda dikkatimi çeken şey azımsanmayacak kadar turistin bu görsel şöleni izlemeye gelmeleriydi. Kimisi damlara çıkmış, kimisi keçi alacakmış gibi ortadaki platforma oturmuş, kimisi ise dairenin platform dışı diğer yarısında anı fotoğraflayan bir sürü turist oradaydık.

Varlığımızdan hiç rahatsız olmadan, kendi dünyalarında gündelik yaşamlarını devam ettiren Ummanlıları bu pazarda bir kez daha sevdiğimi düşündüm. Bu pazara ve bu ortamdaki şölene mutlaka mutlaka şahit olmalısınız. Yüzyıllardır bu şekilde devam etmiş olan geleneksel pazar hep devam etsin isterim.

O kadar hayvanın kısa bir süre içerisinde satılması inanılır gibi değildi. Sonrasında pazarın klasik ve her gün açık olan taraflarına doğru gezmeye başladık.

Umman’da hemen her ilde “souq” denen kapalı çarşılar mevcut. Ama içlerinde en özgün ve önemli olanı Nizwa Kapalı Çarşısı bence. Maskat’taki kapalı çarşıyı da gezdik ama burası kadar ilgi çekici gelmemişti.

Aslında bu çarşıda bölümlerine göre satıcılar kümelenmiş durumdalar. Sebze ve meyve satıcıları, et ve balık hali ayrı yerlerde. Baharat ve buhur satışı yapan pazarlar ile hançer ve silahın antika satışını yapan satıcılar Nizwa Kalesine yakın olarak konumlanmışlar.

Alışverişlerinizi mutlaka buradan yapın. Hurmanızı ve helvanızı buradan alın. Kapalı çarşı içindeki helvacı Al Saifi buranın en meşhurlarından. Buradan helvamızı aldık.

Basim’in götürdüğü hurmacıda ayrıca tahin, bal gibi ürünlerde vardı. Hurmaların yaklaşık 12 farklı türünü gördük ve tattık. Biz en çok Khals ve Kenzy türü hurmaları beğenip aldık. Umman, Suudi Arabistan’dan sonra dünyanın önemli hurma ihracatçı ülkesi konumunda.

Bu arada Nizwa Şehri hakkında biraz bilgi vermek lazım. Bu şehir iç kısımları yöneten imamların bir zamanlar başkentliğini yapmış (6.-7. yüzyılda), dört tarafı dağlarla çevrili, Umman’ın diğer şehirleri ile birleştirici bir konumda olması nedeni ile her zaman ticari bir önemi olmuş bir şehir. Şehir pek çok nedenle turistler için cazibe kaynağı. Nizwa Kapalı Çarşısı ve sığır pazarı dışında Nizwa Kalesi de Umman’daki en çok ziyaretçi alan kalelerden.

Nizwa Kalesinin geçmişi 9 yüzyıla dayansa da, bugünkü hali ile yapım tarihi 17. yüzyıla kadar uzanıyor. Ya’arubi Kabilesi ve en önemli imamı Sultan Bin Saif Al Yarubi tarafından 12 yıl içinde inşa edilmiş. Nizwa Kalesi, kaleyi herhangi bir istiladan koruyan devasa yuvarlak kulesiyle tanınıyor.

Kaynar su veya hurma suyu dökmek için kapıların üzerindeki dar yarıklar gibi bölgedeki hemen tüm kalelerde yaygın olan geleneksel savunma mekanizmaları yanında topların yerleştirilmesi ve diğer barutlu ateş gücü için çok sayıda açıklık ve savunma alanları da kalenin burçlarına ve dev kulesine yapılmış.

Umman’ın UNESCO Dünya Kültür Miras Listesinde yer alan Bahla Kalesi’ne göre Nizwa Kalesinin, zamanına göre daha iyi savunma yapısı gösterdiği kabul ediliyor.

Bilinçli olarak bir yer altı deresinin üzerine inşa edilmiş ve bir kuşatma olması durumunda kalıcı temiz ve güvenli su kaynağı olması sağlanmış. Büyük kule 45 metre çapında ve 34 metre yüksekliğinde. Adamlar kulenin temelini yerin 30 metre altına kadar indirmişler, bu da kulenin saldırılara karşı direncini artırmış. Zamanında kalenin çevresinde su dolu hendek varmış ve erişim yalnızca bir köprüden sağlanıyormuş. Kale, yıkılması çok zor olan demir sivri uçlu kalın iki ana kapıya sahip. Kapıların üzerinde düşman askerlerine kaynar hurma suyu dökebilecek yarıklar açılmış.

Nizwa Kalesi’ne giriş ücret adam başı 5 OMR. Daha çok beğendiğimiz Jabreen Kalesine göre daha pahalı. Ama bu kalenin de üstün tarafı iyi ve bilgilendirici bir sergilendirme ve canlandırma yapılması. Gezmesi zevkli olan kalelerden. Nizwa’ya gelip ihmal edemeyeceklerinizden.

Özellikle sıcak hurma şurubu yapmak ve depolamak için kullanılan alanı, hapishanesini ve Nizwa’nın yukarıdan panoramasına şahitlik edeceğiniz hisarlarını gezin derim.

Bizim de denk geldiğimiz gibi, hafta sonları kalede canlı Umman müziği, dans ve şarkı içeren performanslar yapılıyor. Bu şarkıların sözleri askerleri cesaretlendiren sözler içeriyormuş. Kadınların el işleri yapıp sattıkları bir bölüm de var.

Umman’ın en önemli arkeolojik zenginliklerinden bir tanesi ise hakkında yeteri kadar bilgi olmayan Arı Kovanı Anıt Mezarlarıdır (Beehives Tombs). Milat öncesi dönemlerden kalma bu mezarların, hakkında az şey bilinen Magan Halkının bu bölgelerde yaşam sürdüğünün bir kanıtı diye yazılar var.

Bu mezarlara ait örnekleri Maskat’taki Ulusal Müzede görmüştük. UNESCO 1988 yılında bu eserleri Dünya Kültür Mirası Listesi eserleri arasına dahil etmiş.

Mezarlar 4.000-5.000 yıl öncesine tarihleniyor. UNESCO’ya göre kabaca iki grup arı kovanı mezar tipi var; MÖ 3. bin yılın başına tarihlenen duvarları olan küçük tek odalı mezarlar ve MÖ 3. bin yılın ortasına tarihlenen daha ayrıntılı ve çok odalı mezarlar. Bu mezarlar aslında Umman’ın her etrafına dağılmış olarak bulunuyor. En iyi örnekleri Bat, Al Khutm ve Al Ayn arkeolojik alanlarında var. Biz bu alanlardan Al Ayn’dakileri ziyaret etmek istemiştik. Ancak yol uzun ve epey engebeliydi. Basim’den Zukait denen bir köyde de bu mezarların örnekleri olduğunu öğrenince şaşırdım ve sevindim. Yoğun programımızı bozmadan bu mezarların örneklerini görebilecektik.

Zukait Arı Kovanı Mezarları Nizwa’dan 37 km kadar uzakta bulunuyor. Bu mezarların bazıları iyi durumdalar ve çitlerle çevrili şekilde koruma altına alınmışlar. Bir dönem buraya ilgi çekmek için çaba harcanmış. Tepelerdeki mezarlara ulaşımı kolaylaştırmak için merdivenler yapılmış. Ama araya pandemi girince ilgi azalmış. Biz o gün oradaki tek ziyaretcilerdik. Halbuki ulaşımı kolay olan bu alanda arı kovanı mezarlara ilginin yoğun olması gerekirdi.

Bu yapılar mezar kabul ediliyor ama içlerinde insan cesedine ait herhangi bir şey bulunmamış. Hiç kimse gerçek amaçlarının ne olduğundan emin değil: Bazıları tapınak, gözetleme kuleleri veya belki bölge işaretleme amacıyla yapılan binalar olduklarını da ileri sürüyorlar. Civarlarda çanak çömlek ve ok uçları gibi bazı eserler bulunmuş. Bu sayede arkeologlar bu yerleri tarihlendirebilmişler. Şimdilik en iyi tahmin, bunların önde gelen kişilerin gömüldüğü ve muhtemelen aynı zamanda tapınak işlevi gören mezarlar olduğu şeklinde.

Bugünümüzün çok yoğun olduğunu başta söylemiştim. Günün devamı yarına…

Gezekalın..

Dr Ümit Kuru

27.02.2023