Tüm Çekincelerinizi Bir Kenara Bırakın! İRAN GEZİ YAZISI: Nain-İsfahan

Bugün Yezd’den İsfahan’a doğru 320 km’lik yolumuz olacak. Artık İsfahan Eyaletine giriş yapıyoruz. Yol üzerinde eyaletin bir başka şehri olan Nain Şehrine uğrayacağız. Amacımız bir cami ziyareti yapmak. Burada İran’daki en eski cami olan Nain Cuma Camisini (Nain Ulu CamiMasjid-e-Jāmeh Nā’īn) gezeceğiz. Halen kullanılmakta olan camiyi ziyaretimizde o gün avlu çocuk ziyaretçi doluydu. Çocuk olmalarının getirdiği neşe ve bağırış-çağırış, bu mekanın ulviyetini biraz bozar gibi olsa da varlıkları beni mutlu etti.

Cami erken İslam dönemi camilerinin özelliklerini taşıyor. Emeviler döneminde yapılmış ve klasik camilerdeki eyvan ve kubbe gibi yapılar burada yok. Kerpiç ve tuğla kullanılmış. Normalde sadece kerpiç ve tuğla kullanılması nedeniyle sade olmasını bekleyeceğiniz caminin sütunlarında ve duvarlarında küçük tuğlalarla dekoratif şekiller uygulanmış. Caminin çokgen şekilli 28 metrelik tek minaresi ve seramikler Selçuklu dönemindenmiş. Yüzyıllar öncesinden yapılmış olmasına rağmen özgün mimarisini koruması bence bu caminin en önemli özelliği.

Caminin bir merdivenle inilen şabestan denen ve yazın sıcağından kurtularak ibadet edilebilen bir bölümü var. Tünellerle birbirlerine bağlı bu bölümü mutlaka gezmelisiniz. İran gezimizde bazı camilerde var olan şabestan bölümlerini gezdik ama en ilginç şabestan buradaydı. Bu bölümde cami öncesi Zerdüşt tapınağı olduğu söyleniyor.

Caminin avlu kısmına bakan üstü kapalı alanlar sütunlarla çevrili. Sütunların kimi silindirik, kimi kare, kimi de çokgen şeklinde. Sütunlar küçük tuğlalarla süslüler.

Caminin en güzel yeri mihrabın bulunduğu yer. Çok güzel süslemeler var. Mihrabın yanındaki ahşap minber yapı tek bir çivi kullanılmadan yapılmış. İkisi de tam bir sanat şaheseri.

Nain’da gezecek başka yerler olsa da esas hedefimiz İsfahan ve İsfahan’da da program yoğun olduğundan otobüsümüze doluşup İsfahan doğru yola çıktık.

İran’ın kuzey-güney ve doğu-batı doğrultularının kesişme noktasında olan İsfahan’ın tarihi çok eskilere kadar gidiyor. İsfahan isminin etimolojik kökeninin, “Ordunun toplanma yeri” anlamında “Aspadan” veya “Ispahan” kelimelerinin olabileceği düşünülüyor. İsfahan, Büyük Selçuklu ve Safevi devletlerine bir dönem başkentlik yapmış.

İsfahan’da ilk gezi yerimiz 2012 yılından beri UNESCO Dünya Kültür Miras Listesi içinde olan İsfahan Cuma Cami (İsfahan Ulu CamiMescid-e-Jāmeh Isfahān) oldu. İsfahan’ın şehir merkezinde bulunan ve dış duvarları, çevresinde bulunan şehrin diğer yapılarına dayanak olan caminin çok sayıda girişi mevcut.

Burasının en önemli özelliği yapımına başlanan ilk yıllar olan 771 yılından, 20. yüzyıla kadar sürekli olarak inşaat, yeniden yapılanma, ilaveler ve yenilemeler uygulanması. Bu tür bir genişleme ve değişikliğin bin yıllık bir süre boyunca devam etmesi nadiren görülür. İran’daki İsfahan Cuma (Ulu) Cami bu açıdan benzersiz ve bu nedenle İslam mimarisi tarihinde özel bir yere sahip. Caminin bir diğer ayırt edici yönü de şehirle bütünleşmesi. Eski şehrin merkezinde konumlanan cami, çevresine bitişik diğer binalarla duvarlarını paylaşıyor.

Caminin çekirdek yapısı, Selçukluların İsfahan’ı başkent olarak seçtikleri 11. yüzyıldan kalma. İlhanlılar, Timurlular, Safeviler ve Kaçarlar döneminde eklemeler ve değişiklikler yapılmış. Halihazırdaki yerde, tek bir iç avluya sahip daha eski bir cami mevcutmuş. I. Melikşah ve onun ardılları döneminde, şimdiki yerinde tek bir iç avlulu cami varken, zamanla şimdi var olan dört eyvanlı tasarıma ulaşılmış. Bu nedenle İsfahan Cuma Cami, gelecekte yapılan 4 eyvanlı camilerin prototipi sayılır. Her bir köşedeki değişik ayrıntıları fark etmek için epey bir vakit ayırmak lazım. Caminin yüzyıllar içerisinde gelişimini daha kolay şekillendirmek için sizinle görsel güzel bir bağlantı paylaşabilirim: https://madainproject.com/jameh_masjid_isfahan

Üstten ışık ve hava girmesine imkan veren delik gözlerle kubbeler ve kubbelerden uzanan geometrik uzantılar, sütunlar üzerine küçük tuğlalarla verilen dekorasyon sizleri büyüleyecek. Yer yer serpiştirilmiş seramikler ise toprak rengi ortama renk katıyor. Burası adına layık bir Cuma Cami bence. İran’da gezdiğim camiler, gerçek anlamda birer sanat eseri olmaları yanında insana kutsal bir mekanda olduğunuz hissini fazlasıyla veriyor.

Dört adet eyvan içinde en görkemli olanı güneyde bulunan ve çift minareli olanı. İslami süsleme sanatında sıkça kullanılan çini bezemeli mukarnas, sivri uçlu nişler çok göz alıcı. Bu kısmın yapımını Melikşah adına büyük vezir Nizamülmülk üstlenmiş. Gazneliler döneminde Horasan Valiliği yapan Nizamülmülk, Selçuklular döneminde de hem Alp Arslan ve hem de Melikşah’ın vezirliğini yapmış. Büyük bir devlet adamı ve zamanında kendi adı ile anılan (Nizamiye) medreselerini yaptırmış. İlk defa öğrencilere yurt ve burs verilmesi onun zamanında gerçekleşmiş. Devletin kurumsallığı üzerine önemli işler başarmış. Böyle adamların rakibi, çekemeyeni de bol olur.

Nizamülmülk’ün devrinde yaşayan ve onu rakip gören Tac el Mülk ve Melikşah’ın eşi Terken Hatun, birlikte bu büyük veziri Melikşah’ın gözünden düşürmeyi başarmışlar. Vezirini azletmeyi kafasına koyan Melikşah, bu isteğini gerçekleştiremeden Nizamülmülk bir suikasta kurban gitmiş. Nizamülmülk yerine de Tac el Mülk vezir olmuş. Bu olayı anlatmamın nedeni İsfahan Cuma Cami’nin bu iki rakip vezirin gövde gösterisine ev sahipliği yapmasıdır. Çifte minareli güney eyvanındaki kubbeyi Melikşah adına inşa ettiren Nizamülmülk, tam karşısındaki kuzey kubbesini Melikşah’ın eşi Terken Hatun adına inşa ettiren ise Tac el Mülk.

Nizamülmülk Kubbesi, Tac el Mülk Kubbesine göre daha büyük ama sonuncusunun ince işçiliği ve mimarisini daha üstün tutuyorlar.

Caminin en göz alıcı mekanlarından bir diğeri ise 1310 yılında İlhanlı hükümdarı Olcaytu tarafından yaptırılmış batıdaki caminin mihrabı. Tek kelime ile muhteşem.

Bu güzel camide epey bir vakit geçirdik. Şimdi yazıyı hazırlarken okuduklarımdan burada biraz daha vakit geçirmenin gerektiğini anlıyorum.

Ermeniler, İran’daki Hristiyan nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturuyorlar. Ermeni-Pers ilişkileri I. Darius zamanına kadar gidiyor. Dönem gelmiş kendileri İran’a göç etmişler, dönem gelmiş Ermeni nüfus İran dışına sürülmüş. İslam devrimi sonrasında ise İran’dan yoğun bir Ermeni nüfus kaçışı olmuş. En yoğun Ermeni nüfus Tahran’da, sonra da İsfahan’da bulunuyor. Gezdiğim yerleri yazarken “Neden?” ve “Ne için” sorularını sormayı seviyorum. Çoğu zaman bu soruların altından ilginç detaylar çıkıyor. Örneğin yukarıdaki İsfahan Cuma Camisi gezimi yazarken öğrendiğim Nizamülmülk, Tac el Mülk detayı gibi tarihsel gerçekler, gezdiğim yere başka bir gözle bakmamı sağlıyor. Aşağıdaki bilgileri sizlerle Vank Katedrali gezimiz öncesi paylaşmanın iyi olacağını düşündüm. Sonunda nedenini de anlatacağım.

İsfahan’da Yeni Culfa (Julfa) mahallesinde Ermenilerin yoğun olarak bulunmasının tarihsel bir nedeni var. Olaylar Safevi Devleti ve Şah Abbas’a uzanıyor. 1501-1736 yılları arasında İran’da hüküm süren Safevi Devleti, modern İran’ın kurucusu kabul edilir. Bu devletin 5. hükümdarı Şah Abbas’ın ise İranlılar için ayrı önemi olsa gerek. Başına geçtiği, ekonomik olarak kötü durumda ve iç savaşlarla uğraşan devleti, ekonomik olarak en iyi, sınırları en geniş hale getirmeyi başarmış. Osmanlı’nın da başının belası olmuş bir adam.

Şah Abbas

O dönemlerde ve öncesinde İran kendinde bulunmayan bakır, gümüş ve altın için Osmanlı’ya, Osmanlı’da İran’ın özellikle Hazar kıyılarında elde edilen ham ipeğine muhtaç durumdaymış.

Dönemin İran toprakları için “İpek İmparatorluğu” yakıştırması yapılır. İran’dan kalkan kervanlarla tüccarlar ham ipeği, ipek yollarından birisi olan Tebriz, Erzurum hattından Bursa’ya ve oradan da Avrupa’ya satarlarmış. Osmanlı’da vergisini alır, ipeğin fiyatının üstüne fiyat koyar ve karını edermiş. Ticaretin kuralları her dönemde aynı. Bu karşılıklı ve her iki tarafında ama belki Osmanlı tüccarları ve devletinin daha fazla kazandığı ticaret şekli, Şah Abbas tarafından değiştirilmek istenmiş. Silah ve sikke basımı için madenlere olan muhtaciyet ve politik duruma göre Osmanlı’nın uyguladığı ambargolar, geçmişte İran’ı hep zor duruma düşürmüş. İran’ın bu durumunu Şah Abbas değiştirmeye çalışmış. Batı ile doğrudan ticari ilişkiler kurmanın yollarını aramış. Şah Abbas’ın aklına gelen çözüm İran’ın Osmanlı ile sınır bölgelerinde yaşayan, Avrupa ile ticari ilişkileri kuvvetli Ermeni halkı olmuş. Önceki hükümdarlarda da var ama Şah Abbas’ın tarihe geçmiş önemli bir politikası “yakıp-yıkmadır”. Anlatmak istediğim Şah Abbas eğer kaybedeceğini düşündüğü bir savaş varsa veya topraklarına düşmanı geliyorsa, geride düşmanın işine yarayacak yiyecek, içecek ve barınak bırakmadan toptan yakıp yıkma politikası uygulayan birisi. Devletin sınıra yakın bölgelerindeki yerleşim yerlerini Osmanlı ve Arap akınlarından uzak tutmak için de bu politikayı sıkça uygulamış. Zamanın Ermeni halkı da maalesef bu politikadan nasibini almış.

1604 yılı civarı Van, Kars, Doğubayazıt ve Nahcivan’dan yaklaşık 300.000 Ermeni’yi zorla İran’a tehcir ettirmiş. Hali vakti yerinde, verimli topraklarda yaşayan Ermeniler, iç kısımlardaki çorak topraklara, zorunlu bir göçe, tehcire maruz bırakılmışlar. Şah Abbas, ticareti en iyi bilen Nahcivan’daki 4000 civarı Culfa (Julfa) Kasabası Ermeni halkını da, başkent İsfahan çevresine yerleştirmiş. Karşılığında da kendilerinden, tek elde ve merkezde yani İsfahan’da topladığı ipek ticaretini, dış ülkelerdeki ticari bağlantıları vasıtasıyla yapmalarını istemiş. Buraya yerleştirdiği Ermenilere ticaret, yönetim ve dinlerini serbest yaşamaları konularında bazı imtiyazlar vermiş. Mahalleye de Yeni Culfa adı verilmiş. Yeni Culfa sadece İran’da değil, tüm dünyadaki en eski Ermeni mahallelerinden birisi olarak kabul ediliyor. Şah Abbas’ın, Ermenilerin zengin Avrupa şehirleri ile kurmuş oldukları ticari ilişkilerden yararlanmak ve Osmanlı’yı ham ipek ticaretinden by-pass ederek mahrum bırakmak amacı başarılı da olmuş. Bu mahalle Ermenileri, uzun bir dönem tüm dünya ile ilişki içinde olan ticaret ağı oluşturmuşlar. Yani bazı kaynaklarda yazdığı gibi Osmanlı’dan kaçan Ermenilerin göç ettikleri Yeni Culfa savı, tek başına doğru bir sav değil. İşte gezmiş olduğumuz Yeni Culfa Mahallesi böyle bir gelişime ve tarihe sahip.

Gelelim Vank Katedrali gezimize. Burası 1606 yılında hizmete başlamış ancak tamamlanması 60 yılı bulmuş. Bir İran camisini andıran kubbeli ve tuğla örülü sade dış görünüme sahip. “Vank” Ermenicede “Manastır” anlamında. Avluda, katedralin önünde, altında çeşitli mezarların bulunduğu bağımsız bir çan kulesi var.

Katedralin dışı ne kadar sade ise, içi bir o kadar şatafatlı. Vank Katedrali’nin içi, freskleri, oymaları ve çinileri ile gerçek bir sanat şaheseri. İnce freskler, yaldızlı oymalar insanın gözünü kamaştıracak şekilde parıltılı ve canlı. Kubbede İncil’den hikayeler, tavanlarda İran çiçek süslemeleri ve duvarlarda Ermeni ulusal motifleri çizilmiş. Zamanın sanatçıları, bu resimlerin arasına Osmanlılar tarafından işkence gören Ermeni şehitlerini yerleştirmeyi ihmal etmemiş.

Avlunun bir köşesinde 1915 Ermeni tehciri ile ilgili olarak Ermeni diasporasının diktiği anıt var. Yukarıda soldaki fotoğrafta bulunan binalardan biri kütüphane, diğeri ise müze olarak kullanılıyor. Müze içinde eskiye ait kutsal kitaplar, fermanlar, bazı dini objeler ve eşyalar var. Müzenin baş köşesi yine 1915 Ermeni Soykırımı için ayrılmış.

Şimdi geleyim uzun uzun neden Şah Abbas’ı, onun dönemi Ermeni halkının ve özelde de Yeni Culfa Mahallesi Ermenilerinin durumunu anlattığıma. Bu katedralin özellikle içi gerçekten özel bir yer. Yoksa onun dışında Vank Katedrali’nin benim için sanatsal bir özelliği yok. Hele de İsfahan Cuma Camisinden sonra burası biraz sönük kaldı. Bu katedrali gezerken, aslında buranın Yeni Culfa Mahallesi’ni temsil ettiğini düşünerek gezin derim. Bazı kaynaklar o dönemde zorunlu göçe maruz bırakılmış 300000 Ermeni’den yarısının yollarda telef olduğunu yazıyor. Burada, bu mahallede aslında bir hüzün öyküsü var.

Konuyu bitirirken sorum şu olacak; 1915 yılı olaylarını soykırım gören, katedral duvarlarına çizen, anıtını diken zihniyet, 1604 zorunlu göçü ve yolda ölen Ermeni vatandaşını ne olarak görüyor acaba?

Ölen ve zulme uğramış halkların dini ve milliyeti olamayacağı gibi, zulüm eden insan müsveddelerinin de dini ve milliyeti yoktur. Zulmü kınayalım ama zulüm ayrımı yapmayalım derim.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru