• Arşivler

  • Diğer 531 aboneye katılın
  • Mart 2013 den beri

    • 378.118 ziyaretçi
  • Ekim 2014
    P S Ç P C C P
     12345
    6789101112
    13141516171819
    20212223242526
    2728293031  

Balkanlarda Ataların ve Baharın İzlerinde 6. Gün- Arnavutluk / Elbasan-Berat

SONY DSC

Sabah saat 08:30 civarı, kahvaltı sonrası kaldığımız otelden ayrıldık. Araç Struga kentini geçerek Makedonya-Arnavutluk arasındaki sınır kapılarından birisi olan Kafasan sınır kapısına geldi. Makedonya tarafında pasaport işlemlerimizi tamamlayıp, 200 mt kadar uzunluktaki insansız alanı aynı araçla geçtik. Aslında bu alanı araçla geçemiyoruz ama sevgili Stefan halletti bu işi ve sınırı elimizde bavullarla geçmek zorunda kalmadık. Götürebileceği son noktada araçtan valizleri alıp Stefan’la vedalaştık. Bu adama çok alışmıştık. Bize sadece bir rehber değil, arkadaş da olmuştu. Umarım Arnavut firması da, Arnavut rehberde aynı güzellikte çıkar. Sonuçta kendimi profesyonel bir gezgin olarak tanımlayabilirim ama tur organize etmek işini profesyonel olarak yapmıyorum. Gezi arkadaşlarımın hepsi şu ana kadar çok mutlu ve gezi boyunca arkadaşlardan günde 3-4 kez teşekkür aldım. İşin sonunda çok mahcup ve hepsinden fazla mutsuz olabilirdim. Şükürler olsun!
Stefanla vedalaşma aşamasında yanımıza, elinde benim adımın yazılı olduğu Albania Express pankartı ile birinin yanaştığını gördüm. Gelen Arnavut rehberdi ve adı Kliti. Kliti’de çok güler yüzlü gözüküyor. Pasaportlarımızı topladı, hepimiz Arnavut görevliye gittik, bize şöyle bir baktı;” Türk, Türk” diye sordu, kafamızı sallayınca güldü. Kliti, aracımız ileride deyip, 20 mt ötedeki Sprinter Mercedesi ve adının Reşat Ağa olduğunu öğrendiğimiz şoförü gösterdi. Bu kadar kolay bir sınır geçişi beklemiyordum. map

Arnavutluk 28,748 kilometrekarelik yüzölçümüne ve  2,831,741 kişilik nüfusa sahip olan bir ülke. Başkenti Tiran.
SONY DSCHedefimiz Elbasan üzerinden Berat şehrine varmak. Geceleme orada. Bugün hepimiz için önemli. Berat, Arnavutluk’ta en çok merak ettiğim yerlerden. Bu küçük şehir, Osmanlının en çok izlerini taşıyan şehirlerden iyi bir örnek. Sınırdan girer girmez Bunker denen sığınakları görmeye başladık. Bunkerler, yani sığınaklar, Enver Hoca’nın Ruslar tarafından işgal edileceğini düşündüğü için bombalara karşı yaptırdığı yerler. Bunların sayısını 700000 ler civarında olarak okumuştum ama Rehberimiz Kliti bu sayının 160000 ler civarında olduğunu söylüyor.

Elbasan’a doğru yol almaya devam ediyoruz. Sınırdan Elbasan’a kadar olan mesafe 80 km civarında. Elbasan deyince aklımıza hemen kuzu eti ile yapılan süt, yoğurt, yumurta, pirinç ve un kullanılan Elbasan Tava aklımıza geliyor. Elbasan tavayı burada değil ama Berat ta eski çarşıda tatma şansımız oldu. Gerçekten güzeldi. Elbasan şehrine gelince; Elbasan ‘da önce kaleyi gezdik. Kale surları oldukça sağlam gözüküyor. Bu kale Romalılar döneminden kalma. Zaten Arnavutluk’un 36 eyaletinden biri olan ve 220000 nüfuslu Elbasan İstanbul’dan Roma’ya uzanan ticaret yolu yani Via İgnatia üzerinde. Bu kalede bu yolu koruyan Romalılar için yapılmış. Kaleden sonra Sultan Camisine gittik ama eskiliği dışında (1492-II.Beyazıt) çok da bir özelliği yoktu. Caminin devamında ara sokaklarda tipik eski Türk evleri var. Arnavutluk fakir bir ülke, gelir dağılımı pek iyi değil. Ama hayatımda görmediğim sayıda Mercedes var bu ülkede. Bu ne tezat?

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Bu arada Elbasan’da, Arnavutluk parası ile Euroları değiştirdik. Arnavut para birimi Leke. Bir EUR=131.5 Leke  (2014 de 139.2 Leke) ediyor. Yine karşılaştırma için benzinin litresi 100 Leke, bir şişe su 50 Leke, Tirana Birası 150 Leke.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Elbasan’dan sonra Berat şehrine gittik (43 km). Bin pencereli şehir diye de adlandırılan şehir (Kliti’nin söylediğine göre aslında “Bir pencere üstünde, bin pencere” şeklinde tercüme edilmeliymiş ki bence de doğrusu bu) Arnavutluk’a gelinince görülmeden dönülemez bir şehir. Safranbolu’nun şehir halini düşünün!
Önce otelimize yerleştik. Otel Tomorri’de konaklıyoruz. Tomorri buradaki dağın ismi. Otel ismini bu dağdan alıyormuş. Şehrin içinden de bir nehir geçiyor;Osum Nehri. Otel 15000 nüfuslu bu küçük şehrin en büyük oteli. Tam merkezde ve otelin çatısından tüm Berat ayaklar altında gözüküyor. Kaldığımız odanın penceresinden Berat şehrinin o güzel evleri harika fotoğraf veriyor. Otele valizleri atıp hemen geziye başladık. Bin pencereli şehir ismi ne güzel de uymuş bu kente..

SONY DSCÖnce kaleye gidip oradan şehir merkezine doğru ineceğiz. Kaleye çıkan yolda bir mezarlık gördük. Bu mezarlıkta Kliti aracı durdurdu ve bize Hıristiyanı, Ortodoksu ve Müslümanı yan yana aynı mezarlıkta, ebedi istirahata çekilmiş haldeki insanların mezar taşlarını gösterdi. Bu gerçekten önemli bir mesajdı. Kliti Stefan’a göre daha dolu bir rehber gibi gözüküyor. Zaten arkeoloji eğitimi almış deneyimli bir rehbermiş. Kendisi Bektaşi. Albania Express’in sahibi Fatos beyle (evet bu isimle yazıştığım insanın bayan olduğunu düşünmüştüm ama Fatos erkek ismiymiş) başlangıçta Türkçe konuşan bir rehber anlaşmamız vardı. Firma ile yazışmalarımda rehberin deneyimli ve bilgili olması gerektiği şartını ileri sürmüştüm. O da bu yapıda Türkçe konuşan rehber bulamayınca, İngilizce konuşan ama deneyimli bu rehberde karar kılmış. İsabet oldu, çok bilgilendik ve güzel tartışmalarımız oldu.
Kale içinde ilk ziyaret yeri Onufri Müzesi. Onufri 16. Yüzyılda yaşamış Arnavut bir ressam. En önemli özelliği Bizans stili ikon boyamaları yapmasıymış. Portreleri de var. Kendine ait çok güzel bir kırmızı renk boyaması ile de bilinirmiş. Sağda-solda görevli olmayınca bastım deklanşöre, tabii ki flaşsız.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCBuradan çıkınca dar kale sokaklarında yürüdük. Yol boyu Bizans stili kiliseler gördük. İç kalede iki adet cami var. Bu camileri Ortodoks Berat halkı, kale komutanı ve Türk askerleri için yapmışlar. Daha sonra anlatacağım Arnavut ulusal kahramanı İskender Bey ile Berat şehri halkının arası iyi değilmiş. Osmanlı ile birlikte bu şehri ona karşı savunmuşlar. Camilerde o dönemden kalmış. Osmanlı, bu İskender beyle çok uğraşmış.  Osmanlı ile İskender Bey 25 defa savaşmışlar. Fatih Sultan Mehmet en kudretli olduğu zamanlarda bile İskender Beyi yenememiş (2 savaş hariç). Osmanlı kendisinin yetiştirdiği devşirme İskender Bey ölünce Arnavutluk’u tam olarak alabilmiş.
Daha sonra seyir noktasına gelip buradan şehrin panoramasını aldık. Karşıda Tomorri dağları, diğer yanda Shpirag Dağları, ortada da Osumi nehri. Efsane bu ya; bir zamanlar Tomorri dağları bir ejder, Shpirag dağları ise bir diğer ejdermiş. Bu ikisi bir güzel için birbirleri ile savaşmış ve ikisi de bu yüzden ölmüşler. Bu iki ejder, iki karşı yakada birer ulu dağ olmuşlar. Uğruna öldükleri güzelin gözyaşları yüzünden de Osumi nehri oluşmuş. Ne güzel bir söylence!

Panoroma tepesinin altında Mangalem denen bölge var. Mangalem bölgesi seyir tepesinden iyi gözükmese de Gorica denen diğer bölge buradan çok güzel görünüyor. Burada da eski Türk evleri birer inci gibi duruyorlar.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Buradan sonra aşağı şehre doğru iniyoruz. Yol üzerinde Etnografya müzesini gezdik. Müzedeki çok cici bir Arnavut bayan bize müzeyi Fransızca-Arnavutça karışık anlattı. Kaliteli bir müze ama daha iyisini bir sonraki Kruja şehrinde gezeceğiz.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCDaha sonra şehrin Mangalem bölgesine geldik. Harika evler var. Dar sokaklar arasına daldık ama akşamın karanlığı da çökmeye başladı. Bazı sokakların arasında sırtımdaki fotoğraf çantası ile geçemediğimden geri döndüm. Düşünün sokakların darlığını.

Yok bu olmadı! Kendi kendime “Ertesi gün sabah erkenden, yola çıkmadan tekrar gelmeliyim” deyip, en son Bekarlar camisini dıştan gezerek geziyi bitirdik. Ancak akşam anladım ki günlük gez daha bitmemiş, Berat Şehrinde akşamları gezinin sosyal kısmı başlıyormuş. Neredeyse 15000 kişilik Berat şehrinin tamamı Mangalem alanını doldurmuş. Meğerse Komünist dönemde kalma alışkanlıkla saat 18-21 arası 7 den 70 e herkes bu cadde boyu volta atarmış. Biz de aralarına karıştık tabii ki. Çok renkli görüntülerdi.

Kim ne derse desin, bu gezi en güzel gezilerden bir tanesi oldu..
Yarın gece son günümüz olacak: Durres, Kruja ve Tiran.
Gezekalın..

Dr Ümit Kuru

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

 Yazının gözden geçirilmiş yayın tarihi 22.10.2014 Saat 11:35

Balkanlarda Ataların ve Baharın İzlerinde 5. Gün- Resne-Manastır-Makova Köyü-Prespa Gölü ve Galicica Milli Parkı

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Sabah erken kalktım ve kendimi hemen Ohrid sokaklarına attım. Sokaklar boş, ama her gece yatmadan önce çay içmeye gittiğimiz Arnavut arkadaşın işlettiği kahve açık. Çay içmeyi sonraya bırakıp, dünden gözüme kestirdiğim rotadan yürümeye başladım. Hedef Saint Kaneo Kilisesi. Ara sokaklar çok güzel, bol bol fotoğraf çekme şansım oldu. Dünkü fırtına nedeni ile oluşan dalgaların kıyılardaki lokantaların masalarını, sandalyelerini göle çektiğine şahit olmuştum. Ama bugün çılgın Ohrid Gölünün yerini, ölü sessizliğine sahip Ohrid Gölü almıştı. Ohrid Gölü, dipte çakıl taşları seçilecek kadar berrak suları ile tam da fotoğraflarını gördüğüm Ohrid Gölü haline gelmişti. St. Kaneo Kilisesine ulaşıp, aynı yoldan fotoğraf çeke çeke geri döndüm. Bizimkiler kahvaltı salonuna inmişler, kahvaltı sonuna gelmişler bile.

Bugün de doğa ve tarih ağırlıklı bir gün olacak. Dün Stefan ve lokal Rehberimiz Cengiz’le yapmış olduğumuz görüşme ile, İstanbul’da yapmış olduğumuz planda bazı değişiklikler yaptık. Önce Resne’ye gidip daha sonra Manastır’a gideceğiz. Sonrasında Makova köyü ve devamında Prespa Gölü ve Galicica Milli Parkı yolu ile Ohrid’e döneceğiz.

Ahmed_Niyazi_Rsneliİlk durak Resne. Ohrid-Resne arası 40 km. Resne’ye, Resneli Niyazi’den dolayı gidiyoruz. Hürriyet kahramanı Niyazi, 1873 Resne doğumludur. Arnavut kökenli bir Bektaşîdir.  Askerî okulu bitirdiği yıl, yani 24 yaşında, 1897’deki Yunan savaşında büyük yararlılıklar gösterir ve bir Yunan birliğini toptan esir alır. Ancak Resne’li Niyazi’yi esas olarak iki özelliğinden dolayı biliyoruz. Bir tanesi 1908 devriminin kıvılcımını yakan kişilerin başında gelenlerinden olması, diğeri ise kendisine “rehber-i hürriyet” adını verdiği ve dağlarda bulup yanına alarak beslediği geyiği. Ama aslında bir de bir sözün ona atfedilmesi ile tanıyoruz kendisini; “ ne şehittir ne gazi b.. yoluna gitti Niyazi” . Balkan savaşında alınan yenilgi sonrası gemi ile İstanbul’a dönerken yolda kendi koruması tarafından tek kurşunla öldürülmesinden sonra bu sözün ortaya atıldığı söylencesi var.. SONY DSC

Resne’li Niyazi’nin Sarayı gerçekten müthiş bir yer, bahçesi çok güzel

Resne’de bu kısa mola sonrası, Makedonca Bitola denen Manastır’a geldik. Resne Manastır arası 75 km. Manastır’da saat kulesinin bulunduğu parkta buradaki rehberimiz ile buluşacağız. Bu sefer rehberimiz bir bayan çıktı. Bayan Anetta aslında bir arkeolog ama Türkiye’de de eğitim almış ve Türkçe biliyor. Ayrıca Elveda Rumeli dizisinde de görevli.  Bundan başka ne isteriz?

Manastır’a Türklerin ilk gelişi 1382 yılları. Yani Manastır aslında uzun yıllardır Türklerin elinde kalmış bir şehir. Manastır’da gezimize saat kulesi (1664) ile başladık. Eski Türk yerleşimlerinde Çarşı varsa, başında veya sonunda saat kulesi de  oluyor. Elveda Rumeli dizisindeki Terzi Hasan, Kasap Cabbar ve diğerlerinin dükkanlarının çekimlerini olduğu alan bu çarşıymış. Sağlı sollu dükkanlar, kepenkleri bile eski haliyle duruyor. Bedesten’in artık bir özelliği kalmamış gibi, Haydar (Ajdar) Kadı Camisini (Mimar Sinan tarafından 1561-62 yıllarında yaptırılmış) ise göremedik. İbadete de , geziye de kapalı imiş.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Daha sonra Şirok sokak gezimiz yaptık. Burası Manastır’ın en güzel sokağı. Sağlı sollu Paris tarzı kafeler var. Evler eskinin barok tarzı ve hala bakımlı, belli ki zamanında zenginler buralarda yaşamışlar. Bir alımlı ev önünden geçiyoruz. Ben fotosunu çektim. Sonradan öğrendim ki bu ev sevgili Atatürk’ümüzün ilk aşkı yaşadığı Eleni adlı kız ve ailesinin eviymiş. Hani Manastır Askeri İdadisinde askeri öğrenci iken tanıdığı Mustafa Kemal’e,  sonradan yazdığı ve şu satırlarla başlayan mektubun sahibi olan genç kız;

“Kemal Atatürk’e herhangi bir zamanda ve her hangi bir yerde!

Çok seneler geçti, ben halen her gün içerisinde senden haber bekliyorum. Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla ve kağıttaki göz yaşlarımı görebileceksin. Yıllar ve olaylar geçiyor, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor. Mektubu okurken, başka kadını seviyorsan, mektubumu kopar ve kendine sor: inanabiliyor mu ki, manastır’lı bir Eleni Karinte, bir günlük tanıdığı ve aşık olduğu adama bütün ömrünü harcamıştır?  “

ve Eleni’nin mektubundaki son cümlesi:

“Ebediyen seni seven ve seni bekleyen, senin Eleni Karinte.”

SONY DSC

Manastır Askeri idadisindeki, 2. Kattaki Atatürk Müzesinde, girişte sizi karşılayan ve  duvara asılmış bu güzel dizelerin sahibi olan Manastırlı genç kız işte bu evde yaşamış. Hayatımda bu kadar güzel bir aşk mektubu okumadım. SONY DSC

Şirok Sokağı sonunda Manastır Askeri İdadisine (lise) geliyorsunuz. Daha kapısında yoğun bir duygu seline kapıldık. 1848 yılında kurulan bu okulda Mustafa Kemal Atatürk 1896-1899 yılları arasında okumuş. Balkan harbinde okulun öğrencileri Kuleli Askeri Lisesine nakledilmiş (hani bu günlerde siyasetçilerin göz diktikleri o güzelim bina. Bu arada övünerek söylerim ki, Kuleli Askeri Lisesi benimde okulum olur). Manastırdaki bu okul şu anda arkeoloji müzesi olarak kullanılmakta. Binanın ikinci katında Atatürk Anı Odası bulunuyor. 1998 yılında açılmış.

SONY DSCManastır’da Askeri Okulu gezdikten sonra 10 km Manastır dışında bulunan Heraklis antik kentini gezmeye gittik. Burada hala kazılar yapılıyor. Çıkartılan mozaikler çok değerli.

Bu gezimizden sonra ise hastanemde çalışan ve bir kısım aile büyükleri halen Manastır’da yaşayan bir arkadaşın, bu aile büyüklerini ziyarete gittik. Manstır’da ev gezmesi bile yapmış olduk. Hazırlanan güzel sofrada, demli çaylarımızı içerken Türkiye’den selam götürüp, Manastırdan selam   getirdik. SONY DSC

Sonraki durak ise 40 km ötedeki Makova Köyü. Elveda Rumeli’nin film seti olan bu köyde çok az sayıda yaşayan var. Dizi çekimleri bitmişti, kimse yoktu tabii ki.  Ama Anetta’nın rehberliğinde  köyü iyice tanımış olduk. Harika bir yer.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Tekrar yola düşüp Podmocani denen bir köye geldik. Aslında burası zamanında bir Türk köyüymüş ama şimdi çok çok az Türk yaşıyormuş. Buraya esas olarak Etnografya müzesini gezelim diye gittik. Türkiye’de program yaparken burasını “Lonely Planet de yazıyor, vardır bir bildikleri” deyip yazmıştım. Doğrusu Makova köyü sonrası yeşilden ve ortamdan mest olup dönerken buraya uğrayacağımızı unutmuştum bile. İçeriye girerken de bir şeye benzetemiyorsunuz burasını. Burası aslında özel bir müze ve sahibi çok şakacı bir adam. Ama içeride benim gördüğüm en zengin eski Türk giysisi koleksiyonu vardı. İnanılır gibi değildi. Makedonya ya giden burayı mutlaka gezmeli…

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Günün son gezisi Prespa  Gölüne yapıldı. Burası Ohrid gölüne göre 100 mt daha yukarıda kalan göl. Yol çok güzel ama bir yağmura yakalandık ki sormayın! Oldu mu bu şimdi? Bir taraftan sis, bir taraftan yağmur. Ohrid gölü ile Prespa Gölü arasında Galicica Milli Parkını görmemiz gerekiyordu. Sadece kısa bir alanı görmeye müsaade var, Stefan pür dikkat yola bakıyor. Zevkle bitireceğimiz geziyi, biraz eziyetle bitiriyoruz. Bu kısım için Makedonya’dan alacağım var.

SONY DSC

Akşam otele attık kendimizi, herkes duşa ve dinlenmeye çekildi.  Akşama yemeği şirketten. Çalgılı,sözlü veda yemeğimiz oldu.

Yarın bir başka Ülke ve Elveda Makedonya.

Gezekalın…

Dr Ümit Kuru

Gözden geçirilmiş son yayın tarihi 21.10.2014 Saat 23:28

Balkanlarda Ataların ve Baharın İzlerinde 4. Gün- Makedonya’nın İncisi Ohrid

SONY DSC

Ohrid’de kaldığımız otel eski şehrin tam başında. Hemen karşı kaldırımda Türklerin ve Türkçe konuşan Arnavutlar’ın işlettiği kahvede bol bol çay hasretimizi giderme şansımızda oldu. Otel Cingo güzel bir otel ve kahvaltı menüleri de zengindi.

SONY DSCKahvaltı sonrasında bizi Ohrid’de gezdirecek olan Cengiz isimli rehber geldi. Cengiz’in Türkçesi biraz bozuktu ama konusuna çok hakimdi. Türkçenin yetmediği yerde İngilizce anlaşabildik. Stefan dün tüm gün direksiyon başında olduğundan ve yorulduğundan öğlene kadar dinlenmede. Öğlene kadar yürüyerek yapacağımız  Ohrid gezisi sonrasında onu ve aracımızı alıp St. Naum Kilisesine gideceğiz.

Ohrid şehir turu yaklaşık olarak 4 saat kadar sürüyor. Makedonya’nın Dünya Mirası Listesi içinde olan tek yeri Ohrid Şehri. Dünya Kültür Mirası Listesindeki Ohrid gezisine otelin hemen önünde bulunan eski Türk Çarşısından başladık. SONY DSCDün gece yorgunluktan camekanlara bakamayan hanımlar tam formda bir oraya, bir buraya koşturuyorlar. Önce Halveti Tekkesine girdik ama bu Tekke diğer gördüğümüz örneklere göre iyi bir örnek değil.

Eski şehrin ortasında 600-700 yıllık bir çınar ağacı var. Bunun altında rehberimizden Ohrid hakkında kısaca bilgilendik. Milattan önce 4. yüzyıldan beri bilinen bir şehir ve o zaman ki ismi “Işık şehri” anlamı taşıyan Lychnidos. Ben bu ismi daha çok sevdim. Ohrid ismi ise daha sonra verilmiş. Bu adın, kabaca, “Tepede” anlamına gelen Vo Hrid kelimesinden geldiği sanılıyor. Deniz yüzeyinden 695 mt yüksekte olan bu şehir, 10. yüzyılda Slav Ortodoksluğunun dini merkezi haline bile gelmiş ve söylence o ki her gün için bir kilise olacak şekilde, irili ufaklı 365 kiliseye sahipmiş. Ciril ve Metodyl Slav alfabesini bu şehirde yaratmışlar. Aynı şekilde ilk Slav Üniversitesi de bu şehirde kurulmuş.

SONY DSCOhrid Gölüne gelince; Ohrid gölünün tam 3 milyon yaşında olduğu düşünülüyor. Göl Avrupa’nın en derin olan gölü (288 mt) ve 358 km² lik bir alanı kapsıyor. Yazın burası Makedonların yüzme için tatile geldikleri bir yer. Biz de mayoları yanımızda götürdük ama hava yüzmeye pek müsaade etmedi. Bu göl 200 civarı endemik su canlısını barındırıyor. Galicica ormanlarına komşu olan doğu bölgesi, gölün en güzel yeri.

SONY DSCOhrid gölü, benim fotoğraflarda gördüğüm gibi sessiz sakin değil bugün. Sıkı bir rüzgar var. Sahilde Aziz Clement’in dev bir heykeli var. Aziz Clement şehrin koruyucusu anlamında, heykelinde bir elinde Ohrid şehrini tutarken yontulmuş. Yürüyüşe devaam edip dar bir sokağa girdik. Cengiz, sağ yanımızda olan eski binanın Elveda Rumeli’deki kaymakamın evi olduğunu söyledi. Yola devam ediyoruz, sağda dükkanın bir tanesine girdik. Sabah sabah bu rehber ne yapıyor derken, meğerse eski teknik kağıt yapımını izleyecekmişiz. İlginç bir deneyim oldu.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCSonraki durağımız St Sophia Kilisesi oldu. Bu kilise, içindeki freskoları ile meşhur. Gerçekten çok güzeller. Sonra Antik Tiyatro ve devamında Kaleye çıktık.  Kaleden, Ohrid şehri çok güzel gözüküyor.  Burada gezdiğimiz en güzel kilise Sv. Bogorodica Perivlepta Kilisesi. Burası minicik bir Kilise ama 1295 tarihli ve kilise içinde Rönesans öncesinde, Rönesans dönemi güzelliği ve özelliğinde freskolar var. Ayrıca ilk Slav alfabesi ile yazılan yazılar, kilisenin mermer taşlarına kazınmış. Hemen yan tarafta okul olduğunu öğrendiğimiz bina, Elveda Rumeli dizisinde Kaymakamlık makam binası rolünü oynuyor.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSC

SONY DSCZiyaret ettiğimiz diğer bir kilise de Plaosnik kilisesi. Bu alanda kazı çalışmaları vardı. Burada Bizans dönemine ait eserler çıkartılıyor ve bahçede bu dönemden mozaikler var. Ama buradaki kilise çok yakın tarihte, 2002 yılında yapılmış. Burada aslında bir kilise varmış. Bu kilise yıkılınca, yıkıntılar üzerinde Osmanlı bir cami yapmış. Bu camiyi Makedonlar yıkıp, yerine 2002 tarihinde bu kilise yapmışlar. Sevgili Cengiz bu hikayeyi çok kızgın şekilde anlattı. Makedonların, önce Türklerin burada olan Kiliseyi yıkıp yerine cami yaptıkları için bu olayı gerçekleştirdiğini anlattı ve devam etti “ Aslında burada bulunan kilise Türklerden önce yıkılmıştı ve Osmanlı bu yıkık temel üzerine cami yapmıştı”. Bu olay, bu bölgedeki Türkleri ve Arnavutları çok etkilemiş.   Keşke cami yanında kiliselerini yapsalardı, 550 yıllık camiyi yıkıp yerine yeni bir kilise yapmak en azından tarihe saygısızlık. Bunun adına, kim yaparsa yapsın, “Vandallık” denir.    SONY DSC

Daha sonra St Kaneo kilisesine doğru yürüdük. Burası benim en çok görmek istediğim yerlerden. “Before the Rain” filminin çevrildiği St Kaneo kilisesinin, Makedonya tanıtımlarında çok güzel fotoğrafları vardı. Gerçekten çok güzel bir yer ve harika fotoğraflar aldım. Burayı gezdikten sonra şehre dönüyoruz, aslında programda burada bulunan iskeleden tekneye binip, şehre gölden dönecektik ama ne mümkün! Rüzgar artık tam bir fırtına oldu, tekneleri sahile atıp duruyor. Şu havanın yaptığına bak..

Söz verdiğim gibi bayanları inci dükkanlarına saldık. Ohrid incileri ile meşhur. Hemen hepsi inci kolye, yüzük ya da küpe aldılar. Ufak ufak yağmurda başladı, acıktık da daldık bir lokantaya. Balık çorbalarımızı ısmarladık. Aslında Ohrid’in meşhur bir alabalığı var, Kuran Alabalığı. Çok özel ve sadece burada çıkan bir alabalık.  Ama gölden bu balığı avlamak yasakmış. Arnavutluk tarafında ise avlanıyormuş. Zaten gelen aperatifler ve balık çorbası ile doyduk bile. Yemekler Makedonya da her yerde lezzetli ve ucuz.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSC

Öğle sonrasında otelde Stefan ile buluşup, arabamızla St Naum Manastırına doğru yola çıktık. St Naum, St Clement ile birlikte Ciril ve Metodyl adlı azizlerin öğrencileri. St Clement Ohrid’de kalırken, St Naum  Ohrid’e 30 km kadar uzaklıkta bu yerde öğretisini yaymaya devam ediyor. Burada Manastır ve kiliseyi gezdik, içeride hayatımda görmediğim kadar çok sayıda tavus kuşu vardı.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSC

SONY DSCBurayı gezdikten sonra Kara Drim nehrinin kaynaklarında unutulmaz bir bot turu yaptık. Buradan kaynaklanan Kara Drim, Ohrid Gölüne akıyor. Struga şehrinde ise Ohrid Gölünden ayrılıyor. Kara Drim Nehri, deniz yüzeyinden 750 mt daha yukarıda olan Prespa Gölünün fazla sularını, 650 mt rakımlı Ohrid Gölüne taşıyor. Suyun sıcaklığı yaz-kış 8 dereceymiş. Sular o kadar berrak ki, suyun dibindeki balıkların hepsini seçtiğimiz gibi, suyun dibinde kumun içinden, kayanın dibinden gelen kaynak suyunun çıkışını bile görebiliyoruz. Ekip bu günden çok zevk aldı.   Harika bir tekne turuydu.

Sonrasında hemen kenardaki lokantada kahvelerimizi içtik. Ben zevkten kahvenin yanında bir sigara kaçamağı yaptım. Şöyle berrak sulara, yeşilin en canlı haline karşı. SONY DSC

Oh be, iyi ki gelmişiz Makedonya’ya, gel keyfim gel..

Gezekalın…

Dr Ümit Kuru

İlk Yayın Tarih:i 23 Temmuz 2009, 23:12

Son Gözden Geçirilmiş Yayın Tarihi: 19.10.2014 Saat 20:38

Balkanlarda Ataların ve Baharın İzlerinde 3. Gün- Üsküp’ten-Ohrid’e-Matka Gölü ve Kanyonu

SONY DSC

Bugün gezimizin en güzel günü olacak. Bunu programı hazırladığım gün biliyordum. Üsküp’ten hareket etsek ve hiç durmadan Ohrid’e doğru yol alsak 177 km ve 2,5 saat sürecek. Ama kim hemen gitmek istiyor ki?

Bugün hep yeşilin içinde olacağız. Matka kanyonu ve gölü ile başlayacak yolculuk, Tetova (Kalkendelen) şehri, Movrova Ulusal parkı, Rostuse köyü ve Şelaleleri, Debar şehri ve Gölü, Struga şehri ve en sonunda Ohrid’de bitecek. Küçük gezi grubum bugün beni ya taşlar, ya da yorgun ama aşırı mutlu oluruz. Günün sonunu ben de merak etmiyor değilim. SONY DSC

Otelden sabah kahvaltı sonrası ayrılıyoruz. Üsküp-Matka arası 17 km yani 30 dakika. Çabucak Matka’ya varıyoruz. Aracımızı park ettikten sonra Matka gölüne doğru yürüyüşe başladık. Matka, orta çağ binaları, kiliseleri ve manastırlarının yeşil ve mavi içine, insan tarafından özenle yerleştirilmesi ile tam görsel cennete dönüşmüş bir yer. Burada rafting, kaya tırmanışları ve çeşitli zorluk derecelerinde yürüyüşler yapılabiliyor. Bitki örtüsü ve doğal yaşamı ile özel bir yer. Matka gölü, Makedonya’nın en eski suni gölü. Matka Kanyonu yaklaşık 5000 hektarlık bir alanı kaplıyor.

SONY DSCBenim kağıt üzerindeki planım St Andreas kilisesini görüp, buradan botla karşı kıyıya geçip St Nicolas Manastırına kadar yürüyüş yapıp oradan kanyonu kuşbakışı görüntülemekti. Ama Stefan ile konuşunca bunun yarım gün alacağını öğrendim. Hemen bir B planı yaptık; o zaman St Andreas kilisesi önündeki küçük limandan bota binip Matka kanyonunu botla geçip, mağara gezisi yapıp geri dönmek yeni planımız oldu. Bu da 1,5 saatlik bir vakit harcamak demekti ki, bu bizim günlük programı bozmazdı.

Buraya erken sayılacak bir saatte geldiğimizden etrafta kimsecikler yok. Solda Türkuaz renk, sağda yeşil renk var. St Andreas Kilisesine vardık ama burasının saat 10’da açılacağını artık biliyoruz. Bu 14. Yüzyıl kilisenin çok güzel freskoları varmış. Bunların önemi Rönesans öncesinden, Rönesans dönemi resimlerini andırır kalitede resimler olmasıymış. St Andreas Kilisesinin yanındaki kafede temizlik faaliyetleri var. Stefan, burasının özellikle hafta sonları çok kalabalık olduğunu söyledi. Ne şanslıyız, bu hali bize özel ve çok güzel. Ekip kafedeki masalardan birine oturup, gölün türkuaz mavisine bakıp ve ortamdaki sessizliğin sesini dinlemeye daldı. Herkesin yüzünde güzel bir ifade var. İyi, galiba taşlanmayacağım.

SONY DSC

SONY DSCHemen kayaların oyulması ile yapılmış dar yolda kısa bir yürüyüşe çıktım. Etrafta çok güzel çiçekler var. Bugünün tamamında bülbül sesi vardı ama en yoğun olarak da burada duydum. Bir taraftan video çekimi yapıyorum, bir taraftan makro çekim yapmaya çalışıyorum. Kafeye geri döndüğümde sandalcı gelmiş ve tekne ayarlanmıştı. Hemen tekneye bindik ve sessizliğe aykırı bir motor sesi ile kanyon boyu tekne ile yol almaya başladık. Kanyonda tekne ile 6 km gidilebiliyormuş. Suyun derinliği başlangıçta 66 mt, kanyonun sonunda 22 mt’ye düşüyormuş. Biz 4 km yol aldık sonra bir mağara ziyareti için durduk. Burada çeşitli uzunluklarda mağaralar varmış, sadece bir tanesi şu anda ziyarete açıkmış. Grubun hepsi mağaraya gelmek istemedi, dışarıda durup manzaranın keyfini çıkardılar. Biz 3 kişi daldık mağaraya. Mağara güzeldi ama daha iyi örneklerini gördüğümden çok da etkilendim denemez.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Mağara sonunda su var ve bu su epey derine devam ediyormuş. Tekne ile yolcuğu tamamlayıp geri döndüğümüzde kafenin kalabalıklaştığını gördük. Biz meğerse Matka Gölünün en sakin ve güzel zamanına şahit olmuşuz.

SONY DSC

Tetova ya da Kalkandelen Makedonya’nın 3. Büyük kenti. Arnavut etnik kökenli insanların hakim olduğu bir kent. (Matka-Tetovo arası 35 km). Kosova’da solumuzda kalan Şar dağları bu sefer sağımızda kaldı. Şar dağları eteklerinde, Pena nehri kıyısında kurulu olan Tetovo da ilk uğradığımız yer Alaca Cami. Bu camiyi iki kız kardeş yaptırmışlar. Bir kadının elinin değdiği her şey güzel oluyor galiba. Bu cami iç-dış boyamaları ile meşhur bir cami ve belki de Balkanların en güzel camisi. 1459 da yapılıyor. Camide çok güzel kök boya desenler var.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCKöprü, Hamam ve Harabati Baba Tekkesi diğer ziyaret yerlerinden. Harabati baba tekkesi, balkanlardaki en meşhur Bektaşi tekkesi. 1538 de yapılmış. Tito zamanında burası otel yapılmış, bir ara müze olmuş. 1992 de bir grup Bektaşi tekrar buraya yerleşmiş. 2002 de ise silahlı Sünni bir grup buraya saldırı gerçekleştirmiş. Derviş Tahir Emini ölmüş, şimdilerde yeni bir dervişi var. Çok güzel bir bahçesi var. Rengarenk sardunyalar, küpelilerle dolu. Buraya öğle ezan vakti geldik, bizi Bektaşi tekkesinden bir grup gezdirdi ve bilgilendirdi ama yanda bulunan camiye namaza gelen bazı Arnavut Müslümanlar bu ziyaretten pek hoşlanmadılar nedense. Birisi burayı ziyarete gelenlerin Ergenokoncu olduklarını bile iddia etti. Hey yarabbim ! neler yaşıyoruz, burada da Allahın delisi buldu bizi.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCTetova’dan sonra Mavrovo Ulusal parkına doğru gidiyoruz. (Tetovo-Mavrovo  arası 76 km). 73000 hektarlık alanı ile Makedonya’nın en önemli ulusal parklarından olan Mavrovo’da 1200 mt rakımlarda suni bir göl vardır. Kış turizminin de önemli yerlerinden olan Mavrovo’da yeşil artık gözlerimizi kamaştırmaya başladı. Bizden başka kimse yok gibi. Göl çevresinde bir tur atıyoruz. Stefan’dan aracı durdurmasını rica ettim. Yarım saat kadar süren bir yürüyüş yaptık. O kadar çok fotoğraflanacak şey var ki! Çilekler daha çok yeşil.  Burada bir tam gün geçirebiliriz ama yol uzun. Kışın ne kadar güzel olur burası!    Mavrovo’dan ayrılmak çok zor oldu. Ama hava iyice kapandı. Bulutlar yere fazla yakın, acele etmek lazım. Sırada Rostuse köyü ve Şelalesi ile Sveti Jovan Bigorski Kilisesi var.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSC27 km sonra Kiliseye varıyoruz. Burada bizi tavus kuşları karşıladı. Makedonya’da kiliselerde tavus kuşları bol miktarda var. Yeniden yaşama dönme ile ilgili bir inanış nedeni ile besleniyorlarmış.  Bu kilise öncelikle içinde bulunan ikonaları ile meşhur, sonra da kilisenin kurulu olduğu alanın manzarasının güzelliği ile. İkonaları yapan ustaların ismini ve eserlerini Üsküp’te Sveti Spas kilisesinde duymuş ve görmüştük. İçeriyi fotoğraflamak yasak olunca foto alamadık. SONY DSCİçeride bize rehberlik eden kilise görevlisi ile biraz tartıştık. Kilisenin Osmanlı tarafından yıkıldığını söyledi. Ben öyle okumamıştım ve Osmanlı’nın kiliseyi, cami yaptığını biliyordum ama yıktığını pek duymamıştım. Belki de olabilir. Kilise bahçesinden karşıdaki Rostuse köyüne baktık. Hedef orası. Kısa bir yolculuk sonrası köye geldik, ekipte biraz yorgunluk emareleri var. Öğle yemeğini de ayak üstü yapınca açlıkta başladı. Köyde insanlar turiste alışık ama Türk olduğumuzu görünce “ne işiniz var burada” ifadesi ile bakıyorlar. Bizim kahveleri andıran bir kahvede Türk kahvemizi içip (Makedonya’da her yerde harika kahve yapıyorlar)  Rostuse şelalesi için yürümeye başladık. Bir iki damla yağmur düşmeye başladı. İçimden “Aman Tanrım biraz daha müsaade et de şu şelaleyi de görelim” diye dua ediyorum. Bir kilometre kadar yürümek lazım. Yürüyüş yolu çok güzel ama yağmur hızlandı. Yağmur yapraklardan yol bulup bizi ıslatamıyor. Altı yüz metrede ilk şelaleyi gördük ama yağmur artık  işi abarttı. Bir gözüm insanlarda, Allahları var sesleri çıkmıyor ama işi de zorlamamak lazım. İleri de esas şelale 100 mt yüksekten akıyor ama buradan ileri gitmeyelim dedim. Grup dünden razı, orada kesip, birkaç fotoğraf sonrası dönüşe geçtik. Araca döndüğümüzde ıslanmıştık ama şelalenin gördüğümüz kadarı bile bizi mest etti.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Araca binince Debar şehrine doğru yola düştük. Eşim gelincikleri çok sever. Bol gelincikli bir tarla ve arka fonda da Debar gölü olunca, Stefan’dan aracı durdurmasını rica ettim. Manzara harikaydı.

SONY DSC

Rostuse-Debar arası 16 km. Debar şehrinin pek bir özelliği yok. Ama şehri geçtikten sonra Cami denen ve göl kenarında bir restoran var, burada durup bir kahve molası daha verdik. Çok iyi bir mola yeri.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Aslında programda Vevcani köyü ve şelalesi vardı ama hava hem kararmaya yakın, hem de yağmur var. Hiç teklife açmadan iptal ettik. Daha sonra her yıl şiir etkinliklerine ev sahipliği yapan Struga şehrine geldik. Aracımızı park edip kısa bir yürüyüş yaptık. Aslında benim kağıt üzeri gezi programımda, buraya güneşin batımına şahit olacak saatte gelmek vardı ama ara ki güneşi bulasın..

Struga şehri bugünün son şehri. Hem Ohrid gölüne ve hem de içinden geçen Kara Drim Nehrine kıyısı olan çok güzel bir şehir burası. Ohrid gölünden geçen Kara Drim nehri, Struga şehrinde Ohrid’den ayrılıp Debar gölü ve devamla Arnavutluk’u geçerek Adriyatik Denizine boşalıyor.

Burada SONY DSCDrim nehri kenarı yürüyüş yaptık, civarda mağazalar var ve meşhur Ohrid incileri vitrinlerde tüm cazibeleri ile bizim bayanlara bakıyor. Ama bizim bayanlar hiç yüz vermiyor demek ki artık sıfır tükendi. SONY DSCHemen bir lokantaya girip güzel bir akşam yemeği yiyoruz. Kahvelerimizi içip 14 km ötede ki Ohrid şehrine vararak, kalacağımız otele yerleştik.

Yarın Ohrid gezimiz var.

Gezekalın…

Dr Ümit Kuru

Son güncel yayın tarihi 19.10.2014 Saat 02:39

Balkanlarda Ataların ve Baharın İzlerinde 2. Gün Kosova Gezisi

SONY DSC

Kosovo_kartÖnce biraz Kosova hakkında bilgi verelim; 17 Şubat 2008 tarihinde tek taraflı olarak ilan ettiği bağımsızlıkla, Kosova dünyanın en yeni ülkesi unvanını Karadağ’dan almış durumda (Not: 2011 Yılında Sudan’dan ayrılan Güney Sudan dünyanın en yeni ülkesi ünvanını almış durumda). Kıbrıs Rum Devleti, Yunanistan, Rusya, Sırbistan gibi bazı ülkeler bu bağımsızlığı tanımasalar da, bugün 54 tane ülke bu bağımsızlığı onaylamış durumda (Not: 2014 Yılında Kosova’yı tanıyan ülke sayısı 110’u bulmuş durumda) Kosova da özel bir yönetim var, geçici olarak Avrupa Birliği denetim görevini yürütüyor. Kosova 10912 km²’lik bir yüz ölçüme ve 2 milyonun üstünde bir nüfusa sahip.   Türk kökenli topluluklar bu topraklara Osmanlı olmadan çok önce Hunlar, Avarlar ve Peçenekler gibi Müslüman olmayan Türkler vasıtasıyla erken dönemde gelmişlerdir. Osmanlı Türkleri ise 1389 yılında buraya geliyor ama kalıcı hale gelmesi 1455 yılından sonra oluyor ve 1912 yılına kadar da burayı yönetiyor. Birinci Kosova savaşı Sırplara karşı, 1. Murat zamanında yapılmıştır. Bu savaşta Hıristiyan ittifakının liderliğini Lazar Hrebelyanoviç yapmış ve o da bu savaşta öldürülmüştür. Sultan 1. Murat’ın (tartışmalı olsa da) Miloş Kobiloviç (Obiliç) adlı bir Sırp tarafından yine bu meydanda öldürüldüğü bilinmektedir. Yani 1. Kosova savaşı her iki tarafın liderlerinin de öldürüldüğü şiddetli geçmiş bir savaştır. Sırplar bu savaşta mağlup olduklarını kabul etmezler ve bu savaşın yapıldığı 28 Haziranı da en kutsal günlerinden sayarlar ve bu günü Vidovdan adı altında dini bir gün olarak kutlarlar.  Sırplar Kosova’yı her zaman ilahi bir yer olarak kabul etmişlerdir ve 1. Kosova savaşını Sırbistan ve Karadağ’ın bölünmesine yol açan ve Sırpları köleleştiren bir savaş olarak algılamaktadırlar.

İkinci Dünya savaşı sonrasında Yugoslavya adı altında bulunan ülkeler, 1992’den sonra SSCB’nin dağılma süreci sırasında tek tek bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. Kosova bu süreçte bağımsızlığını ilan etse de, Sırpların askeri müdahaleleri ve yaptıkları sistematik öldürmeler sonunda (medeni Avrupa’nın ortasında, hepimizin şahit olduğu bir soy kırım yaşandı ve  maalesef dünya bu soy kırımı bir süre seyretti) 1999 da NATO’nun müdahalesi sonucunda Sırbistan yönetiminden koparıldı. Bir süre Birleşmiş Milletler burayı idare etti. Daha sonra da, yukarıda bahsedildiği gibi 2008 yılında Avrupa Birliği tarafından yönetilmeye başlandı. İşte ziyaret edeceğimiz Kosova, yakın zamanda büyük acıları yaşamış bir ülke. Burada hala sorunlar var ve biz de gezimiz sırasında etrafta olan huzursuzluğu fark etmedik değil. Sırpların Kosova ovasının ortasına diktikleri kule anıtı görünce ve her yıl 28 Haziranda, 1389 yılında Osmanlıya karşı yenilgiyi kutlamalarını duyunca bu topraklarla ilgili olarak biraz kaygılanmadım değil.  Umuyorum ki bu güzel mozaik bozulmaz ve insanlar kardeş kardeş yaşamaya devam ederler (daha önceden başardıkları gibi).

Kosova nüfusunun %90’ı Arnavut, %4 kadarı da Sırp kökenli ve Türkler de 60000 civarında diye düşünülüyor. Arnavutça ve Sırpça gibi Türkçe’de yakın zamana kadar resmi diller arasında sayılmasına rağmen, Türkçe 1999 yılında Birleşmiş Milletler idaresinde bu statüden kaldırılmıştır. Neden yapıldığı konusunda Türk rehberimiz bir şey söyleyemedi. Avrupalıların vardır bir bildiği herhalde!

Kosova’nın şu andaki para birimi Euro. Evet, Kosova’nın hala bir resmi para birimi yok.

Sabah kahvaltı sonrası Stefan, arabamızla birlikte geldi. Grubun sayıca az olmasının avantajını yaşıyoruz, hemen araca yerleştik ve araç yola koyuldu. Kosova’ya gitmeden önce, dünden kalan bir eksiği tamamlamamız lazım. Vodno dağına çıkıp, buradan Üsküp panoraması seyredeceğiz. Vodno Dağı, en yüksek tepesi 1066 mt olan bir dağ ve Krstovar tepesi adını alan bu en yüksek tepesine, 2002 yılında dünyanın en büyük hacı dikilmiş.

SONY DSC

Stefan bir ilave yapıp, Pantaleymon Kilisesine kadar gidebileceğimizi söyledi. Neden olmasın dedik, düştük yola. Yeşil, sanki Makedonya’ya yeni gelmiş, kıvrıla kıvrıla Vodno dağını tırmanıyoruz. İlk gözlem yerinde durduk, Üsküp ayaklarımızın altında, hava açık ve fonda sadece bülbül sesleri var.

Yola devam ediyoruz sabah sabah bu manzara çok iyi geldi. Sonunda Pantaleymon kilisesine geldik. Burası Makedonya’nın en eski kiliselerinden ve içindeki freskoları (kabaca duvarlara ve tavana çizilen din konulu resimler) ile meşhurmuş. Burası da depremden nasibini almış. Kilisenin bir kısmı yıkıldığından, duvardaki belli bir yüksekliğe kadar olan freskolar yüzlerce yıllık, üsttekiler ise daha yakın tarihliymiş. Ben bunu nasıl atladım diye hayıflandım, çünkü Makedonya’da kilise ve müzeler saat 10’dan önce ziyarete açılmıyor.   İçeri giremedik, çevresini gezmekle yetindik. Makedonya’ya gideceklere burayı da, hem manzarası ve hem de kilise içi önemli freskoları ile geziye dahil etmelerini tavsiye ederim. Hemen yakında bir lokantada var, akşam veya öğlen yemekte denk getirilebilir.

Vodno Dağı sonrası Kosova sınırına geldik. Kosova’da da TC pasaportlulara vize yok. Burada işlemleri ışık hızı ile yaptılar diyebilirim. Yeşil pasaporta damga da vurmuyorlar. Hiçbir sınır kapısında bu sürati görmedim. Artık yeni bir ülkedeyiz. SONY DSC
Üsküp ile Prizren arası 97 km ve 1.5 saatlik bir yol. Şar dağlarını takip ederek, yeşillikler arasında ilerliyoruz. Ben önde, Stefan’ın yanında oturuyorum. Stefan bir ara içlerinden geçtiğimiz köylerin tabelalarına dikkati etmemi istedi. Tabelalarda beldelerin veya köylerin isimleri hem Sırpça ve hem de Arnavutça yazılı. Ama ismin bir tanesi mutlaka çizik oluyor. Meğerse eğer o yerleşim yerinde Sırpların ağırlığı varsa Sırplarca, Arnavut yerleşim ismi çiziliyormuş, yerleşim yerinde Arnavut nüfus ağırlığı varsa tersi oluyormuş. Yanımızdan bolca geçen Barış Gücü (KFOR) askerlerine ait zırhlı araçların sıklığı daha da bir anlam kazandı şimdi. Buralarda her şey daha çok taze. Kötü olaylar tekrarlamaz inşallah.

 Sonunda Kosova’nın güneyinde bulunan ve Şar Dağları eteklerindeki vadiye kurulu 220000 nüfuslu  Prizren şehrine geldik. Burası Osmanlının izlerinin çokça bulunduğu bir şehir. Aynı hissi bir de Arnavutluk’ta Berat şehrinde yaşadım. Prizren 1455 yılında Fatih Sultan Mehmet’in ünlü kumandanlarından Ahmet Bey Evrenoszade tarafından fethedilmiştir. Prizren çok eski bir yerleşim yeri, adının “uzaktan görülen kale” anlamında Sırpçadan geldiği yazılıyor. Osmanlıca Pür zerrin den değişim geçirerek Prizren olduğunu yazan (ziynet dolu anlamında) kaynaklar da var. Prizren içinden Bistrica adlı  bir nehir geçiyor. Şehir bu nehrin iki yanında yer alıyor.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Önce buradaki Türk rehberimizi yanımıza aldık. Stefan iyi bir rehber ayarlamış; Pristina’da yaşayan ve kökenleri buralı olan Ercan bey. Ercan Bey, ayrıca bir haber ajansımızın buradaki temsilcisi.  Onunla buluşup, gezimize başladık.

SONY DSCNehir boyunca yürüyüp şehir içine ilerlerken kapısında Arnavut Ligi Binası yazan bir bina gördüm. Bu binanın önemi Arnavut Aydınların burada Osmanlıya karşı ayaklanmaya karar verdikleri bina olması. Ercan bey şöyle bir geçecekti ama ben içeri girmekte ısrar edince girdik. Önce kararların alındığı evi gezdik. Eskimiş fotoğraflarda bulunan insanların hepsi Türk isimli, bazılarında Paşa unvanı var. Bu nasıl iştir?  Osmanlı arkadan vurulmuş fikri oturmaya başlarken, çat pat Türkçe konuşan bir Arnavut vatandaş yanımıza geldi. Hoş beşten sonra Etnografya müzesini de gezmeye davet etti. Burası programda yoktu, bu nedenle orasının ücretini yatırmadık desek de bizi buyur etti. İçeri de, Türkiye’de Safranbolu evlerinde gezdiğimiz etnografya müzelerinde ne varsa hepsi vardı, her şey tanıdık.  SONY DSC

Üst katta resimleri gezince iş biraz değişti. Arnavut müze rehberi (belki de değil) gösterdiği her resimde sözün sonunu, “kalleş Osmanlının Arnavutları nasıl kullandığına, özgürlük sözü verip de nasıl tutmadığına” getiriyor. Ercan bey ve ben savunmadayız. Tarihi sonradan değerlendirmek kolay da o zamanın koşulları içinde değerlendirmek çok zor olsa gerek. Ülkedeki huzursuzluk hakkında biraz daha bilgi sahibi olarak oradan ayrılıyoruz.

Sonrasında Gazi Mehmet Paşa Camisi, Hamamı (16. Yüzyıl), Sinan Paşa Camisi (1608), Şadırvan,  Maraş Camisi ve Köprüyü gezdik. Sinan Paşa camisi Türkiye Cumhuriyeti’nce restore ediliyor. Zaten bölgenin tamamında Türkiye’nin büyük yardımları var, bunu hiç inkar etmiyorlar ve minnettarlar. Meydanda bir folklor gösterisi vardı, ilgiyle izledik.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Bu arada ben dahil, herkes acıktı. Daha Türkiye’de iken yemek yenecek yeri tespit etmiştim; Besimi Et Lokantası. Burası aslında köftesi ile meşhur. Çok kalabalık. Etler biraz pişmemiş geldi ama açlıktan hepsi gitti.

Burada 11. Yüzyıldan kalma bir Kale var. Buraya yürüyerek gitmek gerekiyor.  Çok güzel panoramik görüntü almak mümkün ama grup pek istekli olmayınca ben de ısrar etmedim.,

Halveti Tekkesi burada mutlaka gezilmesi gereken bir yer. İçeriyi gezdik ve Tekke hakkında bilgilendik.  Prizren’i çok sevdim.  Bir Osmanlı şehrinin o günkü haliyle  bugün gezmek çok güzel oldu.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCDaha sonra Kosova’nın en kalabalık ve başkenti olan Priştina şehrine doğru yola çıktık. Priştina-Prizren arası 80 km ve 1 saat tutuyor. Önce Priştina’ya gelmek istememiştim. Onun yerine Prizren’de daha çok vakit geçireyim demiştim. Ama iyi ki Priştina’ya da gelmişiz.
Doğrudan Sultan Murad Hüdavendigar Türbesine gittik. Priştina’nın 10 km dışında olan türbede insan garip duygulara kapılıyor. Bu türbede Sultan Murad’ın iç organlarının bulunduğu bir sanduka var. Bu türbeyi Özbek asıllı bir aile koruyor. Türbedar ailesinin ilk üyesi Hacı Ali Buhari, Özbekistan’ın Buhara şehrinden 1660 senesinde buraya geliyor ve türbedarlığa başlıyor. Sonrasında nesilden nesile bu iş naklediliyor. Türbedar ailesi halen göreve devam ediyor. SONY DSC

Görevi şu anda Hacı Ali Buhari’nin torunlarından bir bayan sürdürüyor. Burayı da Türk devleti restore ettirmiş. Türbe bahçesinde belki de 1. Murad’ın defnedilmesi ile birlikte dikilen asırlara meydan okumuş bir dut ağacı var.Türbenin hemen dışında ineklerin otladığı alanda bir zamanların en kanlı ve her iki tarafında liderinin öldüğü bir savaşın geçtiğini düşünmek ne de zor.

Türbeden sonra Priştina’ya doğru yola çıktık. Yolda Sırpların mağlubiyetlerini, zafer kabul edip anısına diktikleri meşhur kulesini gördük. Priştina’ya varınca ve kısa bir şehir turu attık ve Saat Kulesi, Fatih Camii ve Yıldırım Beyazıt Camisini gördük. Priştina’da Prizren’deki kadar eski Türk evi yok ama sadece 1. Murad’ın Türbesi için bile gidilmeli.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Daha sonra Üsküp’e doğru yola çıktık. Pristina-Üsküp arası 85 km, 1 saat 10 dakika tuttu. Herkes geziden memnun. Aklıma geldi birden, Stefan’ı eşi ile birlikte, bizimle yemeğe davet ettim. Lokantayı seçmesini ama mutlaka otantik olması gerektiğini söyledim. Oda bizi akşam otelimizden alıp, Makedon Evi diye tercüme ettiği bir lokantaya götürdü. Harika yemekleri vardı. Makedon rakısı içtik, rakısı biraz sert, ama çok güzel şarapları var. Makedon müzikleri eşliğinde, Makedonlarla birlikte oynadık. Bu kadar kaliteli bir lokantada, bu kadar güzel yemekler ve içki ile, bu kadar az ücret ödemek ne kadar şaşırtıcı…

Güzel bir gün ve güzel bir akşam yemeği. Daha ne isteriz.. Yarın Makedonya’da üçüncü gün. Makedonya doğası ile sarhoş olmaya gidiyoruz.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

İlk yayın tarihi 2009

Gözden geçirilmiş son yayın tarihi 18.10.2014 Saat 00:28