Önce biraz Kosova hakkında bilgi verelim; 17 Şubat 2008 tarihinde tek taraflı olarak ilan ettiği bağımsızlıkla, Kosova dünyanın en yeni ülkesi unvanını Karadağ’dan almış durumda (Not: 2011 Yılında Sudan’dan ayrılan Güney Sudan dünyanın en yeni ülkesi ünvanını almış durumda). Kıbrıs Rum Devleti, Yunanistan, Rusya, Sırbistan gibi bazı ülkeler bu bağımsızlığı tanımasalar da, bugün 54 tane ülke bu bağımsızlığı onaylamış durumda (Not: 2014 Yılında Kosova’yı tanıyan ülke sayısı 110’u bulmuş durumda) Kosova da özel bir yönetim var, geçici olarak Avrupa Birliği denetim görevini yürütüyor. Kosova 10912 km²’lik bir yüz ölçüme ve 2 milyonun üstünde bir nüfusa sahip. Türk kökenli topluluklar bu topraklara Osmanlı olmadan çok önce Hunlar, Avarlar ve Peçenekler gibi Müslüman olmayan Türkler vasıtasıyla erken dönemde gelmişlerdir. Osmanlı Türkleri ise 1389 yılında buraya geliyor ama kalıcı hale gelmesi 1455 yılından sonra oluyor ve 1912 yılına kadar da burayı yönetiyor. Birinci Kosova savaşı Sırplara karşı, 1. Murat zamanında yapılmıştır. Bu savaşta Hıristiyan ittifakının liderliğini Lazar Hrebelyanoviç yapmış ve o da bu savaşta öldürülmüştür. Sultan 1. Murat’ın (tartışmalı olsa da) Miloş Kobiloviç (Obiliç) adlı bir Sırp tarafından yine bu meydanda öldürüldüğü bilinmektedir. Yani 1. Kosova savaşı her iki tarafın liderlerinin de öldürüldüğü şiddetli geçmiş bir savaştır. Sırplar bu savaşta mağlup olduklarını kabul etmezler ve bu savaşın yapıldığı 28 Haziranı da en kutsal günlerinden sayarlar ve bu günü Vidovdan adı altında dini bir gün olarak kutlarlar. Sırplar Kosova’yı her zaman ilahi bir yer olarak kabul etmişlerdir ve 1. Kosova savaşını Sırbistan ve Karadağ’ın bölünmesine yol açan ve Sırpları köleleştiren bir savaş olarak algılamaktadırlar.
İkinci Dünya savaşı sonrasında Yugoslavya adı altında bulunan ülkeler, 1992’den sonra SSCB’nin dağılma süreci sırasında tek tek bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. Kosova bu süreçte bağımsızlığını ilan etse de, Sırpların askeri müdahaleleri ve yaptıkları sistematik öldürmeler sonunda (medeni Avrupa’nın ortasında, hepimizin şahit olduğu bir soy kırım yaşandı ve maalesef dünya bu soy kırımı bir süre seyretti) 1999 da NATO’nun müdahalesi sonucunda Sırbistan yönetiminden koparıldı. Bir süre Birleşmiş Milletler burayı idare etti. Daha sonra da, yukarıda bahsedildiği gibi 2008 yılında Avrupa Birliği tarafından yönetilmeye başlandı. İşte ziyaret edeceğimiz Kosova, yakın zamanda büyük acıları yaşamış bir ülke. Burada hala sorunlar var ve biz de gezimiz sırasında etrafta olan huzursuzluğu fark etmedik değil. Sırpların Kosova ovasının ortasına diktikleri kule anıtı görünce ve her yıl 28 Haziranda, 1389 yılında Osmanlıya karşı yenilgiyi kutlamalarını duyunca bu topraklarla ilgili olarak biraz kaygılanmadım değil. Umuyorum ki bu güzel mozaik bozulmaz ve insanlar kardeş kardeş yaşamaya devam ederler (daha önceden başardıkları gibi).
Kosova nüfusunun %90’ı Arnavut, %4 kadarı da Sırp kökenli ve Türkler de 60000 civarında diye düşünülüyor. Arnavutça ve Sırpça gibi Türkçe’de yakın zamana kadar resmi diller arasında sayılmasına rağmen, Türkçe 1999 yılında Birleşmiş Milletler idaresinde bu statüden kaldırılmıştır. Neden yapıldığı konusunda Türk rehberimiz bir şey söyleyemedi. Avrupalıların vardır bir bildiği herhalde!
Kosova’nın şu andaki para birimi Euro. Evet, Kosova’nın hala bir resmi para birimi yok.
Sabah kahvaltı sonrası Stefan, arabamızla birlikte geldi. Grubun sayıca az olmasının avantajını yaşıyoruz, hemen araca yerleştik ve araç yola koyuldu. Kosova’ya gitmeden önce, dünden kalan bir eksiği tamamlamamız lazım. Vodno dağına çıkıp, buradan Üsküp panoraması seyredeceğiz. Vodno Dağı, en yüksek tepesi 1066 mt olan bir dağ ve Krstovar tepesi adını alan bu en yüksek tepesine, 2002 yılında dünyanın en büyük hacı dikilmiş.
Stefan bir ilave yapıp, Pantaleymon Kilisesine kadar gidebileceğimizi söyledi. Neden olmasın dedik, düştük yola. Yeşil, sanki Makedonya’ya yeni gelmiş, kıvrıla kıvrıla Vodno dağını tırmanıyoruz. İlk gözlem yerinde durduk, Üsküp ayaklarımızın altında, hava açık ve fonda sadece bülbül sesleri var.
Yola devam ediyoruz sabah sabah bu manzara çok iyi geldi. Sonunda Pantaleymon kilisesine geldik. Burası Makedonya’nın en eski kiliselerinden ve içindeki freskoları (kabaca duvarlara ve tavana çizilen din konulu resimler) ile meşhurmuş. Burası da depremden nasibini almış. Kilisenin bir kısmı yıkıldığından, duvardaki belli bir yüksekliğe kadar olan freskolar yüzlerce yıllık, üsttekiler ise daha yakın tarihliymiş. Ben bunu nasıl atladım diye hayıflandım, çünkü Makedonya’da kilise ve müzeler saat 10’dan önce ziyarete açılmıyor. İçeri giremedik, çevresini gezmekle yetindik. Makedonya’ya gideceklere burayı da, hem manzarası ve hem de kilise içi önemli freskoları ile geziye dahil etmelerini tavsiye ederim. Hemen yakında bir lokantada var, akşam veya öğlen yemekte denk getirilebilir.
Vodno Dağı sonrası Kosova sınırına geldik. Kosova’da da TC pasaportlulara vize yok. Burada işlemleri ışık hızı ile yaptılar diyebilirim. Yeşil pasaporta damga da vurmuyorlar. Hiçbir sınır kapısında bu sürati görmedim. Artık yeni bir ülkedeyiz.
Üsküp ile Prizren arası 97 km ve 1.5 saatlik bir yol. Şar dağlarını takip ederek, yeşillikler arasında ilerliyoruz. Ben önde, Stefan’ın yanında oturuyorum. Stefan bir ara içlerinden geçtiğimiz köylerin tabelalarına dikkati etmemi istedi. Tabelalarda beldelerin veya köylerin isimleri hem Sırpça ve hem de Arnavutça yazılı. Ama ismin bir tanesi mutlaka çizik oluyor. Meğerse eğer o yerleşim yerinde Sırpların ağırlığı varsa Sırplarca, Arnavut yerleşim ismi çiziliyormuş, yerleşim yerinde Arnavut nüfus ağırlığı varsa tersi oluyormuş. Yanımızdan bolca geçen Barış Gücü (KFOR) askerlerine ait zırhlı araçların sıklığı daha da bir anlam kazandı şimdi. Buralarda her şey daha çok taze. Kötü olaylar tekrarlamaz inşallah.
Sonunda Kosova’nın güneyinde bulunan ve Şar Dağları eteklerindeki vadiye kurulu 220000 nüfuslu Prizren şehrine geldik. Burası Osmanlının izlerinin çokça bulunduğu bir şehir. Aynı hissi bir de Arnavutluk’ta Berat şehrinde yaşadım. Prizren 1455 yılında Fatih Sultan Mehmet’in ünlü kumandanlarından Ahmet Bey Evrenoszade tarafından fethedilmiştir. Prizren çok eski bir yerleşim yeri, adının “uzaktan görülen kale” anlamında Sırpçadan geldiği yazılıyor. Osmanlıca Pür zerrin den değişim geçirerek Prizren olduğunu yazan (ziynet dolu anlamında) kaynaklar da var. Prizren içinden Bistrica adlı bir nehir geçiyor. Şehir bu nehrin iki yanında yer alıyor.
Önce buradaki Türk rehberimizi yanımıza aldık. Stefan iyi bir rehber ayarlamış; Pristina’da yaşayan ve kökenleri buralı olan Ercan bey. Ercan Bey, ayrıca bir haber ajansımızın buradaki temsilcisi. Onunla buluşup, gezimize başladık.
Nehir boyunca yürüyüp şehir içine ilerlerken kapısında Arnavut Ligi Binası yazan bir bina gördüm. Bu binanın önemi Arnavut Aydınların burada Osmanlıya karşı ayaklanmaya karar verdikleri bina olması. Ercan bey şöyle bir geçecekti ama ben içeri girmekte ısrar edince girdik. Önce kararların alındığı evi gezdik. Eskimiş fotoğraflarda bulunan insanların hepsi Türk isimli, bazılarında Paşa unvanı var. Bu nasıl iştir? Osmanlı arkadan vurulmuş fikri oturmaya başlarken, çat pat Türkçe konuşan bir Arnavut vatandaş yanımıza geldi. Hoş beşten sonra Etnografya müzesini de gezmeye davet etti. Burası programda yoktu, bu nedenle orasının ücretini yatırmadık desek de bizi buyur etti. İçeri de, Türkiye’de Safranbolu evlerinde gezdiğimiz etnografya müzelerinde ne varsa hepsi vardı, her şey tanıdık.
Üst katta resimleri gezince iş biraz değişti. Arnavut müze rehberi (belki de değil) gösterdiği her resimde sözün sonunu, “kalleş Osmanlının Arnavutları nasıl kullandığına, özgürlük sözü verip de nasıl tutmadığına” getiriyor. Ercan bey ve ben savunmadayız. Tarihi sonradan değerlendirmek kolay da o zamanın koşulları içinde değerlendirmek çok zor olsa gerek. Ülkedeki huzursuzluk hakkında biraz daha bilgi sahibi olarak oradan ayrılıyoruz.
Sonrasında Gazi Mehmet Paşa Camisi, Hamamı (16. Yüzyıl), Sinan Paşa Camisi (1608), Şadırvan, Maraş Camisi ve Köprüyü gezdik. Sinan Paşa camisi Türkiye Cumhuriyeti’nce restore ediliyor. Zaten bölgenin tamamında Türkiye’nin büyük yardımları var, bunu hiç inkar etmiyorlar ve minnettarlar. Meydanda bir folklor gösterisi vardı, ilgiyle izledik.
Bu arada ben dahil, herkes acıktı. Daha Türkiye’de iken yemek yenecek yeri tespit etmiştim; Besimi Et Lokantası. Burası aslında köftesi ile meşhur. Çok kalabalık. Etler biraz pişmemiş geldi ama açlıktan hepsi gitti.
Burada 11. Yüzyıldan kalma bir Kale var. Buraya yürüyerek gitmek gerekiyor. Çok güzel panoramik görüntü almak mümkün ama grup pek istekli olmayınca ben de ısrar etmedim.,
Halveti Tekkesi burada mutlaka gezilmesi gereken bir yer. İçeriyi gezdik ve Tekke hakkında bilgilendik. Prizren’i çok sevdim. Bir Osmanlı şehrinin o günkü haliyle bugün gezmek çok güzel oldu.
Daha sonra Kosova’nın en kalabalık ve başkenti olan Priştina şehrine doğru yola çıktık. Priştina-Prizren arası 80 km ve 1 saat tutuyor. Önce Priştina’ya gelmek istememiştim. Onun yerine Prizren’de daha çok vakit geçireyim demiştim. Ama iyi ki Priştina’ya da gelmişiz.
Doğrudan Sultan Murad Hüdavendigar Türbesine gittik. Priştina’nın 10 km dışında olan türbede insan garip duygulara kapılıyor. Bu türbede Sultan Murad’ın iç organlarının bulunduğu bir sanduka var. Bu türbeyi Özbek asıllı bir aile koruyor. Türbedar ailesinin ilk üyesi Hacı Ali Buhari, Özbekistan’ın Buhara şehrinden 1660 senesinde buraya geliyor ve türbedarlığa başlıyor. Sonrasında nesilden nesile bu iş naklediliyor. Türbedar ailesi halen göreve devam ediyor.
Görevi şu anda Hacı Ali Buhari’nin torunlarından bir bayan sürdürüyor. Burayı da Türk devleti restore ettirmiş. Türbe bahçesinde belki de 1. Murad’ın defnedilmesi ile birlikte dikilen asırlara meydan okumuş bir dut ağacı var.Türbenin hemen dışında ineklerin otladığı alanda bir zamanların en kanlı ve her iki tarafında liderinin öldüğü bir savaşın geçtiğini düşünmek ne de zor.
Türbeden sonra Priştina’ya doğru yola çıktık. Yolda Sırpların mağlubiyetlerini, zafer kabul edip anısına diktikleri meşhur kulesini gördük. Priştina’ya varınca ve kısa bir şehir turu attık ve Saat Kulesi, Fatih Camii ve Yıldırım Beyazıt Camisini gördük. Priştina’da Prizren’deki kadar eski Türk evi yok ama sadece 1. Murad’ın Türbesi için bile gidilmeli.
Daha sonra Üsküp’e doğru yola çıktık. Pristina-Üsküp arası 85 km, 1 saat 10 dakika tuttu. Herkes geziden memnun. Aklıma geldi birden, Stefan’ı eşi ile birlikte, bizimle yemeğe davet ettim. Lokantayı seçmesini ama mutlaka otantik olması gerektiğini söyledim. Oda bizi akşam otelimizden alıp, Makedon Evi diye tercüme ettiği bir lokantaya götürdü. Harika yemekleri vardı. Makedon rakısı içtik, rakısı biraz sert, ama çok güzel şarapları var. Makedon müzikleri eşliğinde, Makedonlarla birlikte oynadık. Bu kadar kaliteli bir lokantada, bu kadar güzel yemekler ve içki ile, bu kadar az ücret ödemek ne kadar şaşırtıcı…
Güzel bir gün ve güzel bir akşam yemeği. Daha ne isteriz.. Yarın Makedonya’da üçüncü gün. Makedonya doğası ile sarhoş olmaya gidiyoruz.
Gezekalın
Dr Ümit Kuru
İlk yayın tarihi 2009
Gözden geçirilmiş son yayın tarihi 18.10.2014 Saat 00:28