HIRVATİSTAN, KARADAĞ, BOSNA-HERSEK GEZİSİ-Zadar-Trogir-Sibenik-Split

SONY DSC

SONY DSCSabahleyin erkenden kalktık. Tüm gece müzik sesi hiç kesilmedi. Otelimizin balkonundan dün geceki festivalin yapıldığı komşu otel gözüküyor. Sabah saat 07:00 olmuş ve hala bir masada, bir grup şarkılarını söylüyorlar.

Biograd sahilini gezdik. Küçücük ama çok güzel bir şehir.  Zadar şehrini ziyaret etmek için tekrar geri dönmemiz lazım, çünkü kaldığımız otelin şehri olan Biograd, Zadar’a göre daha aşağıda.

SONY DSC

Hırvatistan’ın en çok ziyaret edilen bölümü hiç şüphesiz ki Dalmaçya kıyıları. Bizde bir gün önceki Plitvice maceramız sonrası Zadar’a vararak, Dalmaçya Kıyılarına ayak basmış olduk. Romalıların yaklaşık 200 yıl süre ile İliryalılarla olan savaşları sonrasında elde ettikleri bu kıyılara Romalılar döneminde barış ve rahatlık gelmişse de önce Asya’dan gelen kavimlerin,  sonrasında da 7. Yüzyılda gelen Slavların saldırıları sayesinde yeniden savaş yılları başlamış. 915 yılında bu bölgede kurulan ilk Hırvat Krallığına 12. Yüzyılda Macarlar son vermiş. Yeniden bir yapılanma dönemi yaşanmış ve sonrasında Venediklilerle savaşlar başlamış. En sonunda Macarların bölgeyi, adalar ile birlikte Venediklilere parası karşılığı bırakması ile 16. Yüzyılda başlayan yeniden yapılanma ve barış dönemi başlamış.

Yukarıda da bahsettiğim gibi Macar Kralı Ladislaus 1409’da Zadar dahil bölgeyi 100.000 Duka altını karşılığı Venediklilere satınca, bundan sonra bölgede İtalyan yaşam tarzı ve eserleri hakim olmuş. Birinci Dünya Savaşı sırasında İtalyanlara verilmiş olan bu bölge 2. Dünya savaşında ağır bir yıkıma uğramış. Yugoslavya kurulunca da bölgede yerleşmiş İtalyanlar burayı terk etmemiş ve o dönemi burada geçirmişler.

SONY DSC

Eski Zadar şehri bir yarımada üzerine kurulu. İki kapısı mevcut. Otobüsümüz Zadar’a varınca rehberle deniz tarafındaki kapıda buluştuk. Otobüste bekleme yaparken bir küçük delikanlının beyaz bir papaz giysisi ve elinde bir muma benzer obje ile anne ve babasının yanında durduğunu gördük. Meğerse çocuğun ilk vaftiz töreni sonrası hali buymuş. SONY DSC

Deniz kapısı, eski bir Roma kapısı üzerine, 1573 yılında Michele Sanmicheli tarafından yeniden yapım olan bir kapı. Kapının dışında üstte Venedik Krallığının simgesi olan St Mark Aslanı ve altında da 1571 yılında kazanılan Leponto savaşı anısına yapılan kabartma varken, arka tarafında 1177 yılında şehri ziyaret eden Papa Alexander III anısına kabartma mevcut. Kapının içinden geçtikten sonra karşımıza çıkan evin yan duvarı savaştan kalma kurşun izleri ile dolu. Çok daha dramatik örneklerini Bosna Hersek topraklarında göreceğimizi bilmeden “savaşta çok çekmişler” diye düşündük. Ama Bosna da gördüklerimiz karşısında bu duvar hafif bir örnekmiş. Gerçi savaşın azı çoğu değil, hepsi kötü.

Bu kapıdan ilerleyerek dar sokaklardan geçerek, Roma Forumuna geliniyor. MÖ 1. Yüzyıl ile MS 3. Yüzyılda bu alanda kurulu Jadera adlı şehirden geriye sadece birkaç devrik sütun ve ev temeli kalmış.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Burada göze çarpan önemli yapı, temellerinde Roma şehrine ait sütunlarının kullanıldığı St Donat Kilisesi. Bu kilise tüm Dalmaçya’da ayakta kalmış en önemli ve sağlam Bizans Kilisesi. Kilisenin yanında yükselen kule sonradan eklenmiş. Dokuzuncu yüzyılda yapılan bir kilisede 1797’den beri ayin yapılmıyor, bugün de harika akustiği nedeni ile burada zaman zaman konserler veriliyormuş.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Alanın bir köşesinde ise St. Anastasia Katedrali var. Burası Bizanslılarca 9. Yüzyılda yapılmış ve 12-13. Yüzyılda Romanesk bir karakter kazandırılmış. Kilisenin gösterişli ön kapısı var ve üstte 2 adet gül motifli pencereden büyük olan Romanesk, üstteki küçük olan ise Gotik tarzda. Kilisenin içine girdik, gösterişli bir Altarı mevcut.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

St Donat11-001St. Anastasia Katedralini arkamıza alıp yürümeye devam edince önce St Mary Kilisesi ve daha ilerde de hem eskiden ve hem de günümüzde aynı işlevi olan bir meydana geliniyor. Burada bulunan saat kulesi, 1798 yılından kalma.

En sonda eski şehrin Kara kapısına geldik. Buranın iç tarafında 5 adet kuyu var. Bu kuyular Zadar şehrinin su ihtiyacını karşılarmış. Kara kapısı 1543’de, Deniz kapısını da yapan Veronalı mimar tarafından yapılmış. Kapının üstünde yine bir St Mark Venedik aslanı ve şehrin koruyucusu St. Chrysogonus’u at sırtında gösteren bir rölyef var.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCBuradan sonra bizi şehri kendimizin de yeniden dolaşması için serbest bıraktılar. Daha önceden teoride hazırlıklı olduğumdan, Sea Organ denen ve 2005 yılında mimar Nikola Bosic tarafında yapılan çok ilginç bir müzik aletini görmeye gittik. Bu deniz kıyısına yapılan ve karmaşık bir boru sistemi ile içine giren dalgalara göre müzikal sesler çıkartmaya yarayan bir sistem. Dalgaların her kıyıya vuruşunda kulağa çok güzel melodik bir ses geliyor. Doğa müzik yapar mı demeyin! Vallahi de yapıyor, kulaklarımızla duyduk. Esasında burada gün batımında bu sesi dinlemeyi tavsiye ediyorlar ama ne mümkün! Daha çok yolumuz var.

Ben, siz Sanal Gezginler için internetten bulduğum ve  Sea Organ dan elde edilen bir ses ve ışık gösterisini aşağıdaki bağlantıdan izlemeniz için ekledim. Çok etkileyici değil mi ?

Sonrasında otobüse doluşup Sibenik kentine doğru yola çıktık. Yol boyunca denizde adaları görüyoruz. Aslında Zadar şehri ve civarında 300 kadar irili ufaklı ada var. Bu adalarda kristal berraklığında kıyılar varmış. Velebit Dağlarının denize uzanan ama deniz dışında kalan yükseltileri adaları yapmış. Bu kadar ada içinde ancak bir düzine kadarında yerleşim varmış. Sizin anlayacağınız tekne ile bu kıyılara gelenler için insansız ortam, kristal berraklığında sular, denizde mercanlar, süngerlerle cennet gibi yerler var. Ayrıca Zadar’ın güneyine doğru Kornati Adaları Milli Parkı da bu bölgede.

SONY DSC

Zadar’la Sibenik arası 90 km kadar ve 1 saat sürüyor. Sibenik kenti 12 yüzyıl civarlarında Macar Krallığı ve 1412-1797 yılları arasında Venedik Krallığı altında yaşamış. Bu dönemden kalma çok sayıda eser var. Kısa bir dönem Fransız ve 1917 kadar da Avusturya İmparatorluğu yönetmiş. Son dönem savaşı bu kentin ekonomisini de batırmış.

SONY DSCSibenik kentine varır varmaz ilk işimiz yemek yiyeceğimiz restorana gitmek oldu. Daha sonra ziyaret edeceğimiz St. James (Aziz Jakov) Katedrali karşısında bulunan Gradska Vijecnica adlı restorana gitmek için yola düştük. Yolda tramplende zıplayan çocukların eğlenceleri görülmeye değerdi. Yolda bir küçük köpekcik, Katedralin duvarını hizalamış işini görüyor. Ne de sevimli! SONY DSC Restoranda müthiş bir yemek yedik. Yol bizi biraz yormuştu. Çok iyi geldi doğrusu. Daha sonra Katedrali gezmeye başladık. St.James (Aziz Jakov) Katedrali’nin UNESCO’nun dünya kültür mirası listesinde olduğunu hatırlatalım. Hatırlatalım ama Sırplar son savaşta bunu hatırlamamış olacaklar ki burası ağır bir bombardıman altında kalmış ve hem Hırvat ve hem de Uluslar arası uzmanların bu katedrali tekrar restore etmeleri yıllar almış. İtalyan ve Dalmaçyalı sanatçıların bu katedrali inşa etmeleri 1432 yılından 1555 yılına kadar sürmüş. Orijinal plan Venedikli Antonio Dalle Masegne’ye ait ve binanın alttaki Gotik kısmını yapmış. Dalmaçyalı  Juraj Dalmatinac ise Katedralin üst Rönesans kısmını ve büyük kapıdaki oymaları, muhteşem vaftiz yerini, katedral içi mezarları yapımını üstlenmiş. Daha sonra başka sanatçılar da devamını getirmiş. Bundan sonra bir kilise kapısında daha göreceğimiz Adem ve Havva’nın çıplak oymaları ve onların da üstünde Venedik aslanı kapıya muhteşem bir görünüm veriyor. Ancak bu katedralde bizi en çok etkileyen vaftizhane oldu. Vaftizhaneye merdivenle iniliyor. Çok ince bir işçilikle yapılan oymalar, azizlerin, meleklerin tasvir edilen yüzleri,  insanı çok etkiliyor. Burada avluya açılan bir kapı var. Vaftiz olmadan kiliseye ön kapıdan girilmeyeceği için, ilk vaftiz için kiliseye gelen kişi, burada vaftiz olduktan sonra kilisenin ön kapısından çıkıyormuş.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Daha sonra St Barbara Kilisesine gittik.  Katedralin arkasındaki küçük kilisenin en önemli özelliği 15. Yüzyıl ortalarında yapılması ve değişik bir ön görünümü olması. Bu kilise ön duvarında bir de saat var. Daha sonra Sibenik’in dar sokaklarında kaybolduk. İki küçük ayrıntı daha vereyim; Sibenik sokaklarında bazı evlerin duvarlarında boy ölçümü için cetvellerin ve sokak hayvanlarının su içebilmeleri için taştan sulukların varlığını görmek hoşuma gitti. Bu şehri sevdim.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Daha sonra Trogir’e doğru yola çıktık. Yolda Primosten diye bir başka orta çağ şehrini, görüntülemek için durduk.

SONY DSC

Trogir şehri 1997 yılında UNESCO’nun kültür mirası listesi içine bütünüyle alınmış olan bir şehir. Burası aslında küçük bir bağlantı ile ana karaya bağlanan bir ada. Burada da yerel rehberle buluşmamız sonrasında şehri gezmeye başladık. Hava dünkü gibi yağmurlu değil ama güneşi de tüm gün boyu hiç göremedik. Ana kapı daha evvel gördüklerimiz kadar şatafatlı değil. Daha önceden bu kapıya bağlı açılır-kapanır bir köprü varmış. Kapının üstünde şehrin koruyucu azizlerinden bir tanesi olan Ivan Trogirski’nin heykeli var.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Trogir’in en önemli yapısı olan St Lawrence Katedrali, Arap akınları ile yıkılmış olan eski bir kilisenin yerinde kurulmuş. 1193’de başlayan çalışmalar çok yıllar almış.  Katedralin iki kapısından bir tanesi çok sade ve diğeri ise Romanesk tarzda ve çok gösterişli. Gösterişli olan kapı 1240’da Dalmaçyalı usta Radovan tarafından oyulmuş ve çıplak Adem ve Havva heykelleri, Venedik’i temsil eden Aslan ve pençelerinin altında Bizans’ı temsil eden kartal ve daha iç tarafta da bir yandan dini hikayeleri gösteren, bir yandan da günlük yaşamdan sahneleri gösteren oymalarla çok güzel bir kapı.  Binanın içine girince her zamanki mistik hava içinde, yarım daire şeklinde tavanlar ve yanlarda sütunları görüyorsunuz. 13. Yüzyıldan kalma oktagonal taştan bir minber var ki, muhteşem bir sanat eseri. Sol tarafta ise çok güzel bir şapel mevcut ve orta da Trogir’in ilk piskoposunun mezarı var.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Trogir Saat kulesi11Katedralin yan tarafında olan çan kulesi 14. Yy’da yapılmış, daha sonra ise savaşlarda yıkılmış, şimdiki hali Venediklilerin hakimiyeti altında oldukları dönemden kalma.

Katedral sonrası en ilgimizi çeken yer ise saat kulesi ve yanında bulunan ve 14 yy’dan kalma altı kolonla desteklenen sundurma oldu. Saat kulesinin duvarında bulunan iki adet rölyeften bir tanesi Nicola Frentinac’a ait (1471) ve diğeri Ivan Mestrovic’e (1950-Ban Berislavic). Bu duvarın alt tarafında eskiden cezalandırma da kullanılan zincir mevcut.

Daha sonra ise eski Trogir’in dar sokaklarını arşınlamak için serbest zaman verdiler. Trogir şehri her türlü övgüyü ve UNESCO’dan aldığı kültür mirası şehri unvanını hak ediyor.

Sonrasında tekrar otobüse atlayıp konaklayacağımız şehir olan Split’e doğru yol aldık. Bugün yorulduk doğrusu ve üç adet orta çağ şehrini gezme şansını elde ettik. Otelimiz Split’in sanayi bölgesinde bulunuyor. Dışarı çıkma şansımız yok ama çıkacak halimiz de yok zaten..

Gezekalın..

Dr Ümit Kuru

İlk yayın tarihi 29.05.2010

Gözden geçirilmiş son yayın tarihi 31.10.2014 Saat: 01:40

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

HIRVATİSTAN, KARADAĞ, BOSNA-HERSEK GEZİSİ-Plitvice Gölleri

SONY DSC

Sabah erken uyandım ve perdeleri açınca gerçekten çok güzel bir parkın içinde konakladığımızı gündüz gözüyle de gördüm. Ama akşamdan yağmur yağmıştı ve hava kapalıydı. Benim için gezinin bu en önemli gününde daha sabahtan “Hava kapalı olsun ama yağmasın” dualarıma başladım. Çabucak giyinip kahvaltı öncesi fotoğraf çekmek için çevre turlarına başladım. Hemen otelin yanından akan Korona Nehri üzerinde tahtadan yapılmış iki adet köprü ve nehrin uzak bir köşesinde ise kuğuları gördüm. Yalnız ufak ufak yağmur da başladı ve “İşler kötü gidecek galiba” diye düşündüm. Makineyi yağmur damlalarından koruyarak fotoğraf çekmeye başladım. Yağmur hızlanınca da kahvaltıya  gittim.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Kahvaltı sonrası otobüse bindik ve Plitvice’ye doğru yola çıktık. Yol üzerinde 1991-1995 yılları arasındaki savaştan kalma ağır silahların ve tankların sergilendiği bir açık hava müzesini gezdik. Savaşın kötü yüzü, yağmur altında daha da kötü gözüküyor.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Tito sonrası Yugoslavya parçalanınca orduda hakimiyeti elinde tutan Sırpların beraberce yaşadıkları diğer halkların toprakları üzerinde iştahı kabarmış ve acılara sebep olmuşlardı. Bu işte en fazla acı çeken Boşnaklar olsa da Hırvatlarında kötü anıları var. Sırplar Karlovac ve Plitvice bölgelerini bir süre işgal altında tutmuşlardı. Bu acıları yaşayan Hırvatların, sonradan Sırplarla gizliden de olsa işbirliği yapıp, Bosna Hersek üzerinde aynı emelleri göstermeleri ne kadar trajik!

SONY DSC

SONY DSCKarlovac-Plitvice arası 84 km tutuyor ve bir saat civarı bir yolculukla parka vardık. Yağmurun hiç dinmeye niyeti yok, bir de hızını arttırdı namussuz! Parka gruplarla gelmişseniz, sıra ile alıyorlar ve rehber alma zorunluluğu var. Sıramızı beklerken, yağmurda fotoğraf makinelerini ve video kamerayı ıslatmadan nasıl çekim yaparız onu düşünüyorum. “Önce can” deyip, park içindeki marketten yağmurluk yapılmış naylonları aldık. O gün, o markete en çok para kazandıran mal bu olmuştur eminim. Sonra fotoğraf makinesi için naylon bir torbadan kılıf uydurmaya çalıştım. Burada fotoğraf çekemezsem, ben kendimi bu geziyi yapmamış sayarım!

Hırvatistan Milli Parklar bakımından çok zengin bir ülke. Burada 8 adet Milli Park statüsü almış alan mevcut. Lika Platosu üzerindeki Plitvice Gölleri Milli Park,ı 1949 da Milli Park statüsünü ilk alan park. Bundan birkaç yıl sonra da Rijeka’nın kuzeyinde Risnjak Milli Parkı bu unvanı alıyor. 1985 yılında Sibenik’in kuzeyinde Krka Milli Parkı ve  Velebit Dağ sırası üzerinde Paklenika Milli Parkı ise diğer milli parklar.

Hırvatisan’ın Adriyatik üzeinde 4 adet Milli Parkı var; 1964 yılında Milli Park olan Mljet Milli Parkı, 1980’de Kornati Milli Parkı, 1983’de Brijuni Milli Parkı ve en son olarak da Kuzey Velebit Milli Parkı. 2008’de Hvar Adasındaki Stari Grad düzlüğü de UNESCO dünya mirası listesi bulunuyor.

SONY DSC

Bu parklar içinde en meşhur olanı Plitvice Gölleri Milli Parkı. 16 adet gölden ve el değmemiş ormanlık alanlardan oluşan Plitvice Gölleri Milli Parkı 295 km²’lik bir yer kaplıyor.

SONY DSCTraverten sözcüğü,  geniş traverten çökellerinin bulunduğu Tivoli´nin, Roma zamanındaki adı olan “Tivertino“dan gelmektedir. Traverten çok yönlü, çeşitli nedenlere ve ortamlara bağlı, kimyasal reaksiyon sonucu çökelme ile oluşan bir kaya türüdür. Plitvice Göller Milli Parkı da aslında zaman içinde oluşan travertenler nedeni ile çok sayıda şelalelerden oluşmuş. Burada süreç hala devam ediyor ve bazen suyun yön değiştirmesi ile yeni oluşumlar ortaya çıkıyor. Bu demektir ki her sene aslında bu alanda ufak tefek değişiklikler oluyor. Ulusal Parkın sınırlarında geniş ve bakir ormanlar başlıyor. Avrupa’nın en önemli el değmemiş Kayın ve Köknar ağaçları ormanı buradaymış. Bu milli parkta 75 tanesi endemik olmak üzere 1267 farklı tür bitki ve 55 orkide türü tespit edilmiş. 321 Tür kelebek ve 161 kuş türü ormanın zenginliği hakkında fikir verebilir.

Sonunda sıramız geldi ve parka girdik. Daha ilk durak da güzellik karşısında nutkumuz tutuldu. Şelalelerin görebileceğiniz en sonuncusu ayaklarımızın altında duruyor. Fotoğraf çekmeye başladık, ama yağmur, naylon filan dinlemiyor. Damlalar artık kafamıza kurşun gibi gelmeye başladı. bir şeyler çekiyoruz ama ne çektiğimizi göremiyoruz.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCPlitvice Milli Parkını öyle bir güzel düzenlemişler ki önce kıyıdan yürüyüp, sonra da tahtadan yapılmış yol üzerinde, minik şelalelerin üstünde yürüyorsunuz. Sonra da Bir bota binip, göl üstünde yol alıyorsunuz. Bir süre sonra oteller (zaten park içinde bir adet otel var) bölgesinde traktörümsü bir aracın çektiği araçla yukarı göller bölgesine devam ediyorsunuz. İsterseniz burada bir tam gün geçirebilirsiniz ama bizim tur programı 3,5 saatlik programdı. Yağmurdan ıslanmadık hiçbir yerimiz (abartmıyorum!) kalmayıp, ellerimizde uyuşmaya başlayınca (benimkiler dahil !) grup olarak “Bitse de gitsek” demeye başladık. Tur liderimiz Ayşe Hanım “ben burada turu keselim diyorum” deyince kimse itiraz etmedi ve işin traktörle seyahat ve botla diğer gölde gezi kısmını yapamadık ve kalan şelaleleri göremedik. İskeleden yürüyüşe devamla kendimizi otele attık. Kimimiz otobüsün içinde, kimimiz otelde kıyafetleri değiştirdik. Ayakkabıların yedeğini götürmeyince o saatten sonra artık terlikle gezmeye başladım.  Yani Hırvatistan’da ikinci günde karizmam sıfır oldu. Bu arada grupta zayiatta büyük; 2 adet fotoğraf makinesi ve 2 adet video kamera devre dışı oldu (bir tanesi de benimkisi). On günlük tatilimin en önemli gününün rezil olduğuna mı yanayım, ıslanmadık yerimin kalmayıp, terlikle gezip millete madara olduğuma mı yanayım, bilmiyorum. Bu Hırvatistan’a sadece bir Milli Parklar turunu tekrar yapmam şart oldu galiba…

SONY DSC

Milli Park içinde yemek yedikten sonra otobüsle Zadar’a doğru yola çıktık. Bu gece burada da kalmayıp yakınlardaki Biograd denen yerde kalacağız. Buradaki otelin konumu ve otelin kendisi gayet iyi ama derdim video kameranın ıslanma şokunu atlatıp ertesi güne çalışır hale gelmesi. Saç kurutma makinesini epey bir çalıştırdım, inşallah kurutma sonrası tekrar çalışır. Bu arada dışarıda bir müzik festivali varmış ama gidecek halimiz yok ki..

Gezekalın..

Dr Ümit Kuru

İlk yayın tarihi : 27 Mayıs 2010, 21:24

Gözden geçirilmiş son yayın tarihi 31.10.2014 Saat 09:53

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

HIRVATİSTAN, KARADAĞ, BOSNA-HERSEK GEZİ ANILARI- Zagreb

 SONY DSC

map_of_croatiaHedefimiz Hırvatistan’ın başkenti  Zagreb şehri. istanbul-Zagreb uçuşu 2 saat 10 dakika sürüyor ve kuş uçuşu 1362 km. Geziye katılanlardan 8 kişisi zaten bizim grup (öz gezginler grubu!), kalan 15 kişiyi ise tanımıyoruz (şüpheli gezginler!). Tur şirketi ile yapılan yakın ülkelere geziler beni hep ürkütmüştür. Uzaklara gezilerde hemen daima rast geldiğim ve geziyi bir kültür alışverişi eylemi gören gezgin tipi, yakınlara olan gezilerdeki katılımcılar arasında daha az olabiliyor. Buralara gezilerde yaşanabilen alışveriş çılgınlığı ve gezinin kültürel alışverişten çıkıp ayakkabı, çanta alışverişine dönüşme olasılığı beni hep ürkütmüştür. Yazımda “şüpheli gezginler” dediğim arkadaşlar en az bizler kadar gezgin ruhlu insanlar çıktılar. Bunu yazının sonu değil, hemen başında ifade etmem lazım.  Demek ki gezi kültürü denen kavram iyice yerleşiyor.

1991 Yılından beri Hırvatistan’a başkentlik yapan  Zagreb şehri ülkenin hem ekonomik açıdan ve hem de kültürel açıdan amiral gemisi durumunda. Siyaset Bilimcisi Max Weber’in “ Bir şehrin yaşam kalitesinin yüksekliğini, o şehrin sahip olduğu kültüre hizmet eden yapıların ve kültürel aktivitelerin fazlalığı belli eder” sözünün ispatı olan bu şehirde 21 adet müze, 10 adet tiyatro, 350 adet kütüphane ve her daim var olan kültürel aktiviteler mevcut. Bu sayılar 4-5 milyonluk tüm Hırvatistan nüfusunun, 1 milyonunun yaşadığı bu şehir için azımsanmayacak seviyede olsa gerek.

http://www.mappery.com/map-of/Zagreb-Croatia-Tourist-Map

Bugünkü Zagreb şehri Üst (Gornji Grad) ve Alt (Donji Grad) olmak üzere iki kısımdan oluşuyor. Üst şehir tarihsel olarak iki ayrı tepe üzerine kurulu olan Kaptol (şehrin dini merkezi) ve Gradec olmak üzere iki bölümden meydana geliyor. Gezilecek alanlarda genellikle bu alanlar üzerinde bulunuyor. İlk zamanlarda her iki şehirde birbirlerinden surlarla ayrılmış ve o zamanlarda tam ortadan geçen ancak daha sonra üstü örtülerek şehrin kanalizasyon yapısına bağlanan günümüzde gözükmeyen Medvescak Deresi sınır görevi yaparmış. Bu dere üzerine kurulu olan Krvari Most köprüsü civarı iki şehrin kanlı çarpışmalarına bile sahne olmuş. Zaten Krvari Most’un anlamı da “Kanlı Köprü”. Bu iki şehrin birbirleri ile birleşmesi ise Türkler sayesinde olmuş. Nasıl diye sorarsanız; “ Anneciğim! Türkler geliyor” korkusundan..

Havaalanına indikten sonra gümrük işlemleri için kısa bir beklememiz oldu. Bu işemler sonrasında bizi bekleyen tur şirketinin otobüsüne atladık ve gezimizin Hırvatistan kısmı da resmen başlamış oldu. Toplam 23 kişi için kocaman otobüs gelince, sevinmedim değil. Tüm gezi boyunca da otobüste sere serpe seyahat ettik. Otobüsün kaptanı Slaven adlı bir Hırvat. Soğuk gözüken bu adamı sonradan hepimiz çok sevdik.

Zagreb Ulusal Tiyatrosu

Havaalanı ile şehir arası çok değil. Şehre ilk girişte Avrupa şehirlerinde görmeye alıştığım o kasvetli ve soğuk havayı bu şehirde almadım. İlk dikkati çeken düzenli ve geniş yollar, çok sık gördüğümüz tramvay ve yeşillik.  içinden Sava isimli bir nehirde geçiyor. Gecelemeyi Zagreb’de yapmayacağız, 56 km uzakta olan Karlovac diye bir yerde yapacağız. Geceyi burada, Zagreb’de geçirmek iyi olurdu diye düşündüm. Bizim gerçekleşmeyen programda burada bir gecemiz ve tam günümüz vardı. Sizin anlayacağınız Zagreb’de sadece birkaç saatimiz var. Bu nedenle doğrudan eski şehre gittik. Yol üzerinde Ulusal Tiyatrolarını gördük. Gerçekten çok güzel bir bina, biliyorum içi de güzel ama yapacak bir şey yok! Ancak uzaktan video kaydını yapabiliyorum. Bu tiyatronun önünde de Hırvatların meşhur sanatçıları İvan Mestrovic’in yaptığı bir heykelin varlığını ancak teoride biliyorum.

Bu arada otobüse yerel rehberimizi de almıştık. Hemen her şehirde ayrı bir rehberimiz oldu. Bu gezi sayesinde 12 adet Hırvat, Karadağlı ve Boşnak rehberle tanıştık.

Sonunda otobüs Kaptol’de bulunan St. Stephen Katedrali önünde bizi indirdi. Bu Katedral, şehrin en görkemli binası ve Stephen ve Ladislaus adlı Azizlere adanmış. Aslı 1094 yıllarına kadar giden Katedrali Macar Kralı Ladislaus yaptırmış. 1242 Yılındaki Moğol saldırıları ile yıkılan Katedrali birkaç yıl sonra yeniden yaptırmışlar. 1880 Yılında yaşanan büyük depremle kubbesi ve önemli bir bölümü yıkılan binanın şimdiki Neo-Gotik tarzdaki ön görünümü ve 108 metreyi bulan yanlardaki iki kule Freidrich von Schmidt ve Herman Bolle adlı mimarlarca ortaya çıkarılmış.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

IMG_1133Katedralin önünde bir çeşme var. Çeşmenin ortasına bir sütun yerleştirilmiş. Sütun üzerine Meryem ve çevresine de 4 adet melek yerleştirilmiş. Katedralin içine giriyoruz, bu tip binalarda verilmek istenen haşmetli görünüm ve mistik havayı hemen yakaladık. Katedral içinde ülkenin bazı önemli şahsiyetleri ve Din adamlarının mezarları var. Ama Alojzije Stepinac adlı bir adamın tam ortadaki mezarı hepimizin merakını çekti. Neredeyse tam merkezde olan bu mezarda 2. Dünya Savaşında Ustaşilere (Alman Nazilerine yardım eden Yugoslav Faşistleri) yardım eden ve bu nedenle cezalandırılan bir Piskopos yatıyormuş. Sonradan bu adama azizlik vermişler. Bu arkadaşın Azizliğinin nereden geldiğini pek anlamadım doğrusu…

Katedral çıkışından sonra karşı caddeye geçip, dar bir sokak içinden yürüyerek Dolac Markete gittik. Dolac Markette in-cin top oynuyor tabii ki. O saatlere kadar çoktan alan almış, satan satmış oluyor ve kapanıyor. Burası aslında 1930’lardan beri açık olan  ve Zagreb’in en meşhur taze sebze, meyve pazarı. Çok canlı bir mekan. O hareketliliği ve renkliliği yaşamak isterdim doğrusu. Pazardan arta kalan sebze çöplerini gördükten sonra sağ tarafımızda bulunan ve pazara bakan kafenin merdivenlerini adımlayınca karşımıza bir heykel çıktı. Bu heykel Vanja Radaus tarafından efsanevi gezgin ve ozan Petrica Kerempuh ‘u mandolin çalarken boynunda ip ile gösteren bir yapıt. “Ölümüne çalar ve gezerim” der gibi..

Zagreb,Petrica Kerempuh HeykeliBu heykelin yanındaki dar sokaktan aşağıya inince karşımıza sağlı solu kafelerin bulunduğu çok güzel bir meydan çıktı. Evler 1800’lü yılların tarzında eski evlerden. Bir köşede bir bayanın bronzdan heykeli var. Bu bayan feminist hareketin ilk temsilcilerinden birisinin heykeliymiş. Burayı gözümüze kestirdik, serbest zamanda bir kahve içmeye buradayız.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCDaha sonra bir yokuşu takip edip Gradec bölgesine doğru yola düştük.  Taş Kapı (Kamenita Vrata) Gradec ve Kaptol’ü birbirlerinden ayıran beş taş kapıdan hala ayakta kalan tek kapı. 13. Yüzyılda inşa edilmiş. 1731 Yılında çıkan bir yangında kapıya komşu tüm binalar yanmış ama mucizevi şekilde Kucağında bebek İsa ile Meryem’i resmeden bir tablo yanmadan kurtulmuş. Bu resmi burada yaptıkları bir şapelde saklıyorlar ve sokaktan gelip geçenlerde burada dua ediyorlar. SONY DSCBu sokaktan biraz daha yukarıya doğru çıkınca köşede 1350 yılından beri var olan bir eczane gördük; Alighieri ljekarna. Bu eczanenin önemi burada bir zamanlar (1350-1399 yılları arasında) “İlahi Komedya” nın yazarı İtalyan Şair Dante’nin büyük torunu Nicolo  Alighieri’nin eczacılık yapması.

Biraz daha yukarıya çıkınca sağımızda St Mark Kilisesini gördük. St Mark Kilisesine ait kayıtlar 1256 yılına, Macar Kralı 4. Bela zamanına kadar gidiyor. Bu kral sayesinde Gradec şehri, serbest ticaret şehri ünvanını elde ederek  bazı ticari imtiyazlar kazanıyor. Bu kilise önünde o zamanlar bir fuar açılırmış ve 2 hafta sonra da azizler günü kutlanarak kapanırmış. Bu Kilisenin en önemli özelliği damında bulunan renkli kiremitleri. Çeşitli yangın ve deprem sonrası çok değişen ve bugünkü hali 1882 yılındaki tamiratlar sonucu ortaya çıkan kilisenin değişmeyen yerleri Romanesk pencereleri ve Gotik tarzda kapısı. 1364-1377 yılları arasında Ivan Parler adlı heykeltıraş tarafından yapıldığı şekli ile duruyor. Kilise içine giremedik. Kilisenin damında bulunan renkli kiremitlerden bayraklarda Hırvatistan, Dalmaçya, Slovenya ve  Zagreb şehri ordularından işaretler var. St Mark Kilisesini karşınıza alınca sağ tarafta Parlamento Binası var. Civarda onlarca polis ve jandarma gücü görmeyince Parlamento Binalığını yakıştırmasak da, bu binanın balkonundan 1918 yılında Avusturya Macaristan İmparatorluğundan ayrılma ilanı ve 1991 yılında eski Yugoslavya’dan ayrılıp bağımsızlık ilanı yapılmış. Sol tarafta ise Başkanlık binası görülüyor.

SONY DSC

SONY DSCSırtımızı St Mark Kilisesine verip aşağıya doğru yürüyünce sol kol üzerinde Ulusal Sanat Müzesi var ama zaman nedeniyle pas geçiyoruz.  Bir evin duvarında Sırp asıllı mucit olan Nikola Tesla anısına asılan bir plaket gördük. Meğerse Tesla ilk defa Zagreb şehrinde sokaklara elektrik lambaları takılmasını teklif etmiş ama Zagreb ileri gelenleri bunu reddetmişler. Oda başka bir şehirde (galiba Newyork) bunu yapmış. Zagreb’liler biraz da Tesla ya yaptıkları yanlışı affettirmek amacıyla olsa gerek onu anmak istemişler ve sokak lambalarını onun yaptığı şekliyle koymuşlar.

Yol sonunda karşımıza Funiküler çıkıyor. Bu bizim Dolmabahçe-Taksim arası veya Tünel deki raylı sistem benzeri çalışan bir sistem. Bu sayede Gradec ten Ban Josip Jelacic Meydanına 1 dakikada ulaşmak mümkün oluyor. Funikülerin hemen karşısındaki saat kulesi şehrin en eski yapılarından (Lotrscak Tower) birisi. 13. Yüzyıla kadar uzanan tarihi var. Şehrin kapılarının kapanma zamanının gösteren bir zaman diliminde burada bulunan bir çan çalınırmış. Bu çana hırsızlar çanı denirmiş, böylece insanlar dışarıda kalırlarsa soyulacaklarını bilirlermiş. Bu alandan şehrinin çok güzel panoraması görülebiliyor. Bol bol fotoğrafladık. Daha sonrada yokuş aşağı inerek Ban Josip Jelacic Meydanına geldik. Burası nispeten kalabalık bir meydan. Burada bir saat kadar serbest zaman verdiler. Hemen gözümüze kestirdiğimiz kafelerin bulunduğu meydana gidip biralarımızı söyledik. Light bira mıydı neydi, Ojuzsko adlı Birasını beğenmedim.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Sonrasında otobüse binip yemek yiyeceğimiz Zlatni Medo’da adlı lokantada yemeğe oturduk. İlginç bir mekan, çorba, et yemeği ve aşağı yukarı Hırvatistan’da yediğimiz her öğle yemeğinde tatlı olarak sunulan Strudel denen tatlı ile sonlanan bir yemek yedik. Biralarını kendileri yapıyorlarmış ve açık olarak büyük ya da küçük bardaklarda geliyor. Siyah birası fena değildi.

Yemek sonrası Karlovac denen yere doğru yola düştük. Karlovac aslında yolların ve nehirlerin buluştuğu bir yer. Ne ilginçtir ki bu şehirde Türkler korkusuna, kendisinden sonra gelen şehirleri korumak için 16. Yüzyılda yapılmış olan bir karakol şehri. Burada Korana, Kupa, Mrežnica and Dobra adlı nehirler kesişiyorlar. Yaklaşık bir saatlik bir yolculuktan sonra otele geldik. Yanından akan nehrin isminden adını alan Otel Korana,  yemyeşil bir doğada belki asırlık ağaçların içinde bir otel. Odalarda çok güzel. Zagreb’de kalamadığımıza olan üzüntüm çabucak geçti.  Ne satıcıyım ama!

Yarın erken kalkıp, fotoğraflamam lazım diyerek uykuya daldım. İlk günü bitirdik.

Her gezimin en favori olduğu ve o günün, o anın  gelmesini  sabırsızlıkla beklediğim bir yer mutlaka vardır. Hırvatistan’da bu yer benim için Plitvice gölleri ve şelaleleri. Yarın orayı gezmeye gideceğiz.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

İlk yayın tarihi 26 Mayıs 2010, Saat 22:30

Gözden geçirilmiş yayın tarihi 30.10.2014,  Saat 22:37

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

HIRVATİSTAN, KARADAĞ, BOSNA-HERSEK GEZİSİ-Giriş

IMG_2892

Teoride her şey güzeldi.

SONY DSCBaharın son günlerinde, iyi bir programla ve olabilecek en ucuz fiyata ne zamandır gezi programımızda olan üç ülkeyi, Hırvatistan, Karadağ ve Bosna Hersek’i turistik amaçla ziyaret edecektik. Başlangıçta 15 gezginle yola çıktık. Programları ince ince hesaplamalarla yaptık. Yaklaşık 3 ay boyunca bize butik tur hizmetini verebilecek olan Hırvatistan ağırlıklı firmalarla yazıştık. Hemen başlangıçta söylemeliyim ki eğer kendiniz bir grup arkadaşla bu ülkelere seyahat planlıyorsanız, çelik gibi sağlam sinirleriniz olmalı. Hırvatlar insanı çıldırtıyorlar, Nuh deyip, Peygamber demiyorlar. Hırvat tur şirketinin beni çıldırtan son hareketi ise çift kişilik yataklı oda için ayrı, aynı oda da iki yatak varsa farklı fiyat talep etmesi oldu. SONY DSC

Grup sayımız da 9 kişiye inince kendimizin yapacağı turun fiyatının pek de ucuza gelmediğine karar verdim. Sonunda arkadaşlarla bir Türk firması (Koptur) ile gitmeye karar verdik. Bu şekilde 1695 EU’ya 9 gece 10 gün süreli Hırvatistan-Karadağ-Bosna Hersek’i içine alan ve yemekleri, uçak biletleri içinde tura çıktık. Bizim programda fazladan 1 gece ve 2 gün vardı ve Karadağ da biraz daha fazla kalıp, Hırvatistan’da Krka Şelalesini, Hvar adasını ve Bosna Hersek’te de Saray Bosna’yı daha fazla bir zaman diliminde gezebilecektik. Ancak sayımız azalınca fiyat-performans ilişkisi uygun olmadı. Sonunda söyleyeceğimi başta söylemeliyim ki, seçtiğimiz tur şirketinin performansı çok iyi çıktı ve aslında zor bir programı bir-iki küçük aksaklık dışında başarı ile hallettiler. Çoğunlukla çok iyi otellerde kaldık. Özellikle öğle yemekleri için çok iyi yerler seçilmişti.

SONY DSC

Gezdiğimiz ülkeler ve şehirler muhteşemdiler. Eğer bu ülkelere ziyaret planlıyorsanız mutlaka Mayıs ayında planlama yapın derim. Denize girme şansınız belki azalır ama yeşilden gözlerinizin kamaşacağına, doğanın size sunduğu cömert pozlar karşısında nereyi fotoğraflayacağınızı şaşıracağınıza emin olmanızı isterim.

SONY DSC

Evet sevgili sanal gezginler, bir geziyi daha bitirdik. Her gezi sonrası yaptığım gibi gezi anılarımı dostlarımla paylaşmak için çektiğim fotoğrafları ayıkladım, bilgileri yeniden derledim ve anılarımı sizlerle paylaşmaya hazırım. Aslında kendime olan anı yazılarımı, sabrınıza sığınarak, sizlere paylaşıma açtım. Tabii ki okumak isteyene ya da bir gün gidersem lazım olur diyene..

Gezekalın..

Dr Ümit Kuru

İlk yayın tarihi  25 Mayıs 2010,  Saat 22:41

Gözden geçirilmiş son yayın tarihi 29.10.2014 Saat 00:20

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Balkanlarda Ataların ve Baharın İzlerinde 7. Gün- Arnavutluk: Durres, Kruja, Tiran

SONY DSC

SONY DSCSabah kahvaltı sonrasında Arnavutluk gezimizin Durres, Kruja ve Tiran’ı kapsayan kısmına başlıyoruz. Ülkenin Kuzeyine doğru hareket ediyoruz.
Arnavut halkının tarihi çok eskilere, İliryalılara kadar dayanıyor. Arnavut halkı kendisini Shqipëria olarak adlandırıyor. Bu kelime “Kartallar ülkesi” anlamında. Bayraklarında bulunan çift kartalda herhalde buradan geliyor. Tarih boyunca direnen ve savaşan bir ulus olmuşlar. Önce Osmanlıya 40 yıl direnen bir İskender Beyleri olmuş. Daha sonra önce İtalya, sonra da Almanya Faşizmine karşı direnmişler. İkinci dünya savaşı sonrasında kendilerini komünist rejim altında bulmuşlar ve önce Stalin Rusya’sına, sonra Mao’nun Çin’ine dayanmışlar. Enver Hoca zamanında kurulan sıkı ve kapalı rejim, Hocanın ölümü sonrasında gevşemiş ama ülke bu duruma hazırlıklı olmayınca kaos ortamında güçlü olan, öz kaynakların başına geçmiş. Arnavutlukta özgürlük, açlıkla birleşince tüm Avrupa’da Arnavutluk’u meşhur eden araba hırsızlığı, eskiden komünizmin tarım politikalarının uygulandığı çiftliklerin eroin ve mariuana ekim çiftlikleri haline gelmesi ve bir zamanlar özgürlük ilanı yapılan Vlora liman kentinin, insan kaçakçılığının aktarma merkezi haline dönüşümü gibi olumsuzluklar yaşanmış. Biz orada iken Arnavutluk seçim atmosferindeydi. Ortalıkta arabalar bağıra bağıra geziyorlardı. Ancak caddelere de boydan boya asılmış bayraklar da yoktu. Sahi bize bu ilkellik ne zaman geldi?

SONY DSC
Biz bugün önce Arnavutluk’un en büyük liman kenti olan Durres şehrine gideceğiz. Eğer girebilirsek Adriyatikte denize gireceğiz. Sonra Osmanlıya kök söktüren adam olan Gyergi Kastrioti, yani İskender Bey adlı Arnavut kahramanın kalesinin bulunduğu Kruja şehrine gideceğiz. Sonrada Arnavutluk’un başkenti olan Tiran şehrini gezip gecelemeyi burada yapacağız. Bu gece bize Arnavut firmanın hazırladığı müzikli yemek programına katılacağız. Geceleme burada olacak, yarında artık gezimizin son günü; İstanbul’a öğle sonrası dönüyoruz.
Durres şehri Adriyatik kıyılarında bulunan ve yazlık otelleri ile meşhur ve Tirandan sonra ikinci büyük Arnavutluk şehri. Aracımızı park edip şehri kısaca geziyoruz. Roma amfi tiyatrosu buranın en kayda değer yeri. İlk defa bir amfi tiyatronun en alt bölümlerine kadar görebildim. Buranın bir özelliği de Roma’da mozaiklerin yerde değil, yan duvarlarda yapılmış olması.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Sonra da bu şehirdeki müzeyi gezdik. Kliti iyi bir tarih bilgisine sahip. Müzeyi gezen sadece biz değiliz; Çocuklarda gezmeye gelmişler ama müze çıkışında okul otobüslerine bir kaçışları vardı ki görülmeye değer.
Araca binip, sahilde yüzecek bir yer bakacağız. Geziye katılanlardan bazılarını (yani sevgili eşimi) “ Sizi Adriyatik’te denize sokacağım” diye geziye ikna etmiştim. Denize girmeye hiç niyetim yok ama söz, sözdür.
Aracı sahilde bir otelin otoparkına park ettik. Aynı otelin sahildeki masalarında mevzilendik. Önce kahveleri söyledik. Sonrada sahile yürüdük. Sahil uçsuz bucaksız görünüyor. Denize girenler var ama deniz çok dalgalı ve suyu bulanık. Hanım dahil kimse denize girmek istemedi. Ben de üzülmüş ayaklarında bir kahve daha söyledim; Öyle ya ben sözümü tuttum, onlar girmediler!

Buradan sonra Kruja şehrine gidiyoruz, Kruja şehri Osmanlıya kök söktürmüş olan İskender Beyin şehri. I. Beyazıt, Arnavutluk’u işgal edince Gjon Kastrioti adlı Arnavut lider ona karşı koyuyor. Ama baba Kastrioti başarılı olamayınca bu Beyin 4 oğlu Osmanlı tarafından devşiriliyor ve eğitime alınıyor. Osmanlı Sarayı bu 4 kardeşten 3 tanesini saraydan kızlarla evlendiriyor ama bu kardeşler bir şekilde ölüyorlar (rehberimiz bunların öldürüldüğünü söylüyor ama “öldürecekleri adama niye kız verilsin ki?” diye sorunca yanıtını alamadım). Dördüncü kardeş olan Gyergi Kastrioti ise oldukça becerikli çıkıyor ve Sultan’nın güvenini kazanıyor. Öyle ki Macarlarla savaşta komuta etmesi için emrine asker bile veriyorlar. Gyergi ise Osmanlıya ihanet edip, baba memleketi olan Kruja’ya kaçıp orada beyliğini ilan ediyor. Biraz coğrafyanın etkisi, çokça da becerikliliği sayesinde, Osmanlının eğitime aldığı bu devşirme edilmiş Arnavut kahraman tam 40 yıl Osmanlı ile girdiği 25 savaşın neredeyse tamamını kazanıyor. İstanbul Fatihi II. Mehmet dahil hiç bir Osmanlı büyüğü onun bileğini bükemiyor. Sonunda ölüyor ve kısa zaman sonra da Osmanlı buraları ele geçiriyor. İşte gezeceğimiz Kruja şehri, bu ulusal kahramanın şehri. SONY DSC
SONY DSCKruja şehrine varmadan hemen önce Sarı Saltuk Türbesini gezdik. Bir Sarı Saltuk Türbesi de, Makedonya da, Ohrid şehrinde vardı. Geçi Anadolu’da da birçok yerde Sarı Saltuk a ait olduğu iddia edilen türbeler varmış. Sarı Saltuk, Anadolu ve Rumeli’nin fethi sırasında önemli rol oynadığı rivayet edilerek efsaneleşmiş bir evliyadır. Efsanevi şahsiyet kimliğini daha yaşarken elde ettiği söylenmektedir. Hayatını anlatan Saltukname Destanı, bu 13. yüzyıl alpereninin savaşlarını ve çeşitli kerametlerini konu almaktadır. Bu türbede Sarı Saltuk’a ait ayak izlerini gördük.
Sonra Kruja kalesine geldik ama bu arada acıktık. Tam eski Türk Pazarının yanında bulunan bir lokantaya girdik. Burada Elbasan Tava ve Arnavut Böreği başta olmak üzere çeşitli Arnavut yemeklerinden tattık. Gerçekten güzel yemekleri var, tam da ağzımızın tadında.

Yemek sonrası Kruja kalesini gezmeye diye yola çıktık ama yolda bir güzel Pazar var ki ben dahil herkesin gözü bu dükkanlarda. Sonunda ağırlığı koyup, kale sonrası bolca çarşı gezisi sözü de vererek kale gezisine başladık.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Kale hakkında bilgilendikten sonra burada bulunan Etnografya müzesini gezdik. Buradaki müze benim gördüğüm en güzel Etnografya müzelerinden bir tanesi. Burada bulunan yaşlıca rehber tane tane İngilizcesi ile (kelimelerin tamamını ezberlemiş, arada soru sorarsanız duralamak zorunda kalıyor) harika bir sunum yaptı. Bu amcam yakında emekli olacakmış. Ondan bu müze hakkında bilgilenmenizi isterdim.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCKale içinde bulunan bir Bektaşi Tekkesini de gezdik ama esas tavsiyem Tekkenin yanında bulunan terastan Kruja şehrine tepeden bakmanızdır. Eski Türk pazarına hep beraber daldık, kimisi zeytin ağacından kaplar aldı, ben ise keçeden bir çift Arnavut patiği aldım. Burada işimizde bitti, Kruja şehri görülmeden olmazsa olmaz bir şehir.

SONY DSC

SONY DSCArnavutluğun başkenti Tirana doğru hareket ettik. 1614 yılında Osmanlı Paşası Süleyman Bey tarafından kurulmuş olan bu şehrin aslında ilk ismi Tahran’mış ama zaman içinde bu sözcük Tiran’a dönüşmüş. 1612 metrelik Datji Dağı’nın batısında uzanan geniş düzlüğe yayılan Tiran, 1920 yılında ülkenin başkenti oluyor. Tirana vardığımızda saat ilerlemişti. Hiç otele uğramadan şehir turuna çıktık. Tiran yeni binalar dolu bir şehir. Burada bize ait olan tek şey Ethem Bey camisi. Bu cami 17. Yüzyılın ikinci yarısında yapılmış. Enver Hocanın bile güzelliğinden dolayı yıktıramadığı bu cami, inanılmaz güzel kalem boyamalara sahip. İçerideki çizimler muhteşem. Buraya sabah erken saatlerde gelmeliyim deyip ayrıldım. Bizde niye bu güzellikte cami sayısı az anlamıyorum.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCEthem Bey camisi yanında 1830 larda yapılan saat kulesi var. Bakanlıkların bulunduğu meydanı ve İskender Beyin at sırtında muhteşem bir duruşunun sergilendiği dev heykelinin yanından geçtik. Tam karşısında ise Ulusal Müzeyi gördük. Burayı ertesi gün sabah 10’dan başlayıp saat 12’ye kadar hızlıca gezmek zorunda kaldık. Güzel bir müze tavsiye ederim.

SONY DSC

Anlaştığımız firmadan son gece için sazlı sözlü bir Arnavut gecesi talep etmiştim. O da, o gecenin cuma olduğunu, Arnavutluk’ta cumartesi ve Pazar bu tip gecelerin düzenlendiğini söyledi. Doğrusu ben götürmekten kaçınıyorlar diye düşünmüştüm ama o gece bizi bir müzikli lokantaya götürdüler. Sözlerinde durdular derken, bir yaşlı kemancıyı görünce biraz bozuldum. Ama bu kemancı muhteşem bir performans gösterdi ve gözlerimizi ondan ayıramadık.
Gece konakladığımız otel Tafaj çok kaliteli bir otel çıktı. Sabah kahvaltı için indiğimiz bahçesinde aldığımız kahvaltı unutulmazdı.
Gezi bitince Albania Express in sahibi bizimle tanışmak istedi ve bir kafede oturup konuştuk. Birer kahve içtik. Bu bizim hem Arnavutluk’a ve hem de gezimize veda kahvelerimizdi. Uçağımıza atlayıp, güzel anılarla İstanbul’a evimize uçtuk.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Bundan sonra Bosna-Hersek, Karadağ ve Hırvatistan gezisi yapacağız. Kim bilir belki de her şey denk gelir, grubu da oluşturduk mu ver elini ”Balkanlar’da Ataların izleri 2 “.
Gezekalın..

Dr Ümit Kuru

İlk Yayın tarihi 21-06-2009, 23:31

Gözden geçirilmiş son yayın tarihi 26.10.2014 Saat 23:44