Sabahleyin erkenden kalktık. Tüm gece müzik sesi hiç kesilmedi. Otelimizin balkonundan dün geceki festivalin yapıldığı komşu otel gözüküyor. Sabah saat 07:00 olmuş ve hala bir masada, bir grup şarkılarını söylüyorlar.
Biograd sahilini gezdik. Küçücük ama çok güzel bir şehir. Zadar şehrini ziyaret etmek için tekrar geri dönmemiz lazım, çünkü kaldığımız otelin şehri olan Biograd, Zadar’a göre daha aşağıda.
Hırvatistan’ın en çok ziyaret edilen bölümü hiç şüphesiz ki Dalmaçya kıyıları. Bizde bir gün önceki Plitvice maceramız sonrası Zadar’a vararak, Dalmaçya Kıyılarına ayak basmış olduk. Romalıların yaklaşık 200 yıl süre ile İliryalılarla olan savaşları sonrasında elde ettikleri bu kıyılara Romalılar döneminde barış ve rahatlık gelmişse de önce Asya’dan gelen kavimlerin, sonrasında da 7. Yüzyılda gelen Slavların saldırıları sayesinde yeniden savaş yılları başlamış. 915 yılında bu bölgede kurulan ilk Hırvat Krallığına 12. Yüzyılda Macarlar son vermiş. Yeniden bir yapılanma dönemi yaşanmış ve sonrasında Venediklilerle savaşlar başlamış. En sonunda Macarların bölgeyi, adalar ile birlikte Venediklilere parası karşılığı bırakması ile 16. Yüzyılda başlayan yeniden yapılanma ve barış dönemi başlamış.
Yukarıda da bahsettiğim gibi Macar Kralı Ladislaus 1409’da Zadar dahil bölgeyi 100.000 Duka altını karşılığı Venediklilere satınca, bundan sonra bölgede İtalyan yaşam tarzı ve eserleri hakim olmuş. Birinci Dünya Savaşı sırasında İtalyanlara verilmiş olan bu bölge 2. Dünya savaşında ağır bir yıkıma uğramış. Yugoslavya kurulunca da bölgede yerleşmiş İtalyanlar burayı terk etmemiş ve o dönemi burada geçirmişler.
Eski Zadar şehri bir yarımada üzerine kurulu. İki kapısı mevcut. Otobüsümüz Zadar’a varınca rehberle deniz tarafındaki kapıda buluştuk. Otobüste bekleme yaparken bir küçük delikanlının beyaz bir papaz giysisi ve elinde bir muma benzer obje ile anne ve babasının yanında durduğunu gördük. Meğerse çocuğun ilk vaftiz töreni sonrası hali buymuş.
Deniz kapısı, eski bir Roma kapısı üzerine, 1573 yılında Michele Sanmicheli tarafından yeniden yapım olan bir kapı. Kapının dışında üstte Venedik Krallığının simgesi olan St Mark Aslanı ve altında da 1571 yılında kazanılan Leponto savaşı anısına yapılan kabartma varken, arka tarafında 1177 yılında şehri ziyaret eden Papa Alexander III anısına kabartma mevcut. Kapının içinden geçtikten sonra karşımıza çıkan evin yan duvarı savaştan kalma kurşun izleri ile dolu. Çok daha dramatik örneklerini Bosna Hersek topraklarında göreceğimizi bilmeden “savaşta çok çekmişler” diye düşündük. Ama Bosna da gördüklerimiz karşısında bu duvar hafif bir örnekmiş. Gerçi savaşın azı çoğu değil, hepsi kötü.
Bu kapıdan ilerleyerek dar sokaklardan geçerek, Roma Forumuna geliniyor. MÖ 1. Yüzyıl ile MS 3. Yüzyılda bu alanda kurulu Jadera adlı şehirden geriye sadece birkaç devrik sütun ve ev temeli kalmış.
Burada göze çarpan önemli yapı, temellerinde Roma şehrine ait sütunlarının kullanıldığı St Donat Kilisesi. Bu kilise tüm Dalmaçya’da ayakta kalmış en önemli ve sağlam Bizans Kilisesi. Kilisenin yanında yükselen kule sonradan eklenmiş. Dokuzuncu yüzyılda yapılan bir kilisede 1797’den beri ayin yapılmıyor, bugün de harika akustiği nedeni ile burada zaman zaman konserler veriliyormuş.
Alanın bir köşesinde ise St. Anastasia Katedrali var. Burası Bizanslılarca 9. Yüzyılda yapılmış ve 12-13. Yüzyılda Romanesk bir karakter kazandırılmış. Kilisenin gösterişli ön kapısı var ve üstte 2 adet gül motifli pencereden büyük olan Romanesk, üstteki küçük olan ise Gotik tarzda. Kilisenin içine girdik, gösterişli bir Altarı mevcut.
St. Anastasia Katedralini arkamıza alıp yürümeye devam edince önce St Mary Kilisesi ve daha ilerde de hem eskiden ve hem de günümüzde aynı işlevi olan bir meydana geliniyor. Burada bulunan saat kulesi, 1798 yılından kalma.
En sonda eski şehrin Kara kapısına geldik. Buranın iç tarafında 5 adet kuyu var. Bu kuyular Zadar şehrinin su ihtiyacını karşılarmış. Kara kapısı 1543’de, Deniz kapısını da yapan Veronalı mimar tarafından yapılmış. Kapının üstünde yine bir St Mark Venedik aslanı ve şehrin koruyucusu St. Chrysogonus’u at sırtında gösteren bir rölyef var.
Buradan sonra bizi şehri kendimizin de yeniden dolaşması için serbest bıraktılar. Daha önceden teoride hazırlıklı olduğumdan, Sea Organ denen ve 2005 yılında mimar Nikola Bosic tarafında yapılan çok ilginç bir müzik aletini görmeye gittik. Bu deniz kıyısına yapılan ve karmaşık bir boru sistemi ile içine giren dalgalara göre müzikal sesler çıkartmaya yarayan bir sistem. Dalgaların her kıyıya vuruşunda kulağa çok güzel melodik bir ses geliyor. Doğa müzik yapar mı demeyin! Vallahi de yapıyor, kulaklarımızla duyduk. Esasında burada gün batımında bu sesi dinlemeyi tavsiye ediyorlar ama ne mümkün! Daha çok yolumuz var.
Ben, siz Sanal Gezginler için internetten bulduğum ve Sea Organ dan elde edilen bir ses ve ışık gösterisini aşağıdaki bağlantıdan izlemeniz için ekledim. Çok etkileyici değil mi ?
Sonrasında otobüse doluşup Sibenik kentine doğru yola çıktık. Yol boyunca denizde adaları görüyoruz. Aslında Zadar şehri ve civarında 300 kadar irili ufaklı ada var. Bu adalarda kristal berraklığında kıyılar varmış. Velebit Dağlarının denize uzanan ama deniz dışında kalan yükseltileri adaları yapmış. Bu kadar ada içinde ancak bir düzine kadarında yerleşim varmış. Sizin anlayacağınız tekne ile bu kıyılara gelenler için insansız ortam, kristal berraklığında sular, denizde mercanlar, süngerlerle cennet gibi yerler var. Ayrıca Zadar’ın güneyine doğru Kornati Adaları Milli Parkı da bu bölgede.
Zadar’la Sibenik arası 90 km kadar ve 1 saat sürüyor. Sibenik kenti 12 yüzyıl civarlarında Macar Krallığı ve 1412-1797 yılları arasında Venedik Krallığı altında yaşamış. Bu dönemden kalma çok sayıda eser var. Kısa bir dönem Fransız ve 1917 kadar da Avusturya İmparatorluğu yönetmiş. Son dönem savaşı bu kentin ekonomisini de batırmış.
Sibenik kentine varır varmaz ilk işimiz yemek yiyeceğimiz restorana gitmek oldu. Daha sonra ziyaret edeceğimiz St. James (Aziz Jakov) Katedrali karşısında bulunan Gradska Vijecnica adlı restorana gitmek için yola düştük. Yolda tramplende zıplayan çocukların eğlenceleri görülmeye değerdi. Yolda bir küçük köpekcik, Katedralin duvarını hizalamış işini görüyor. Ne de sevimli!
Restoranda müthiş bir yemek yedik. Yol bizi biraz yormuştu. Çok iyi geldi doğrusu. Daha sonra Katedrali gezmeye başladık. St.James (Aziz Jakov) Katedrali’nin UNESCO’nun dünya kültür mirası listesinde olduğunu hatırlatalım. Hatırlatalım ama Sırplar son savaşta bunu hatırlamamış olacaklar ki burası ağır bir bombardıman altında kalmış ve hem Hırvat ve hem de Uluslar arası uzmanların bu katedrali tekrar restore etmeleri yıllar almış. İtalyan ve Dalmaçyalı sanatçıların bu katedrali inşa etmeleri 1432 yılından 1555 yılına kadar sürmüş. Orijinal plan Venedikli Antonio Dalle Masegne’ye ait ve binanın alttaki Gotik kısmını yapmış. Dalmaçyalı Juraj Dalmatinac ise Katedralin üst Rönesans kısmını ve büyük kapıdaki oymaları, muhteşem vaftiz yerini, katedral içi mezarları yapımını üstlenmiş. Daha sonra başka sanatçılar da devamını getirmiş. Bundan sonra bir kilise kapısında daha göreceğimiz Adem ve Havva’nın çıplak oymaları ve onların da üstünde Venedik aslanı kapıya muhteşem bir görünüm veriyor. Ancak bu katedralde bizi en çok etkileyen vaftizhane oldu. Vaftizhaneye merdivenle iniliyor. Çok ince bir işçilikle yapılan oymalar, azizlerin, meleklerin tasvir edilen yüzleri, insanı çok etkiliyor. Burada avluya açılan bir kapı var. Vaftiz olmadan kiliseye ön kapıdan girilmeyeceği için, ilk vaftiz için kiliseye gelen kişi, burada vaftiz olduktan sonra kilisenin ön kapısından çıkıyormuş.
Daha sonra St Barbara Kilisesine gittik. Katedralin arkasındaki küçük kilisenin en önemli özelliği 15. Yüzyıl ortalarında yapılması ve değişik bir ön görünümü olması. Bu kilise ön duvarında bir de saat var. Daha sonra Sibenik’in dar sokaklarında kaybolduk. İki küçük ayrıntı daha vereyim; Sibenik sokaklarında bazı evlerin duvarlarında boy ölçümü için cetvellerin ve sokak hayvanlarının su içebilmeleri için taştan sulukların varlığını görmek hoşuma gitti. Bu şehri sevdim.
Daha sonra Trogir’e doğru yola çıktık. Yolda Primosten diye bir başka orta çağ şehrini, görüntülemek için durduk.
Trogir şehri 1997 yılında UNESCO’nun kültür mirası listesi içine bütünüyle alınmış olan bir şehir. Burası aslında küçük bir bağlantı ile ana karaya bağlanan bir ada. Burada da yerel rehberle buluşmamız sonrasında şehri gezmeye başladık. Hava dünkü gibi yağmurlu değil ama güneşi de tüm gün boyu hiç göremedik. Ana kapı daha evvel gördüklerimiz kadar şatafatlı değil. Daha önceden bu kapıya bağlı açılır-kapanır bir köprü varmış. Kapının üstünde şehrin koruyucu azizlerinden bir tanesi olan Ivan Trogirski’nin heykeli var.
Trogir’in en önemli yapısı olan St Lawrence Katedrali, Arap akınları ile yıkılmış olan eski bir kilisenin yerinde kurulmuş. 1193’de başlayan çalışmalar çok yıllar almış. Katedralin iki kapısından bir tanesi çok sade ve diğeri ise Romanesk tarzda ve çok gösterişli. Gösterişli olan kapı 1240’da Dalmaçyalı usta Radovan tarafından oyulmuş ve çıplak Adem ve Havva heykelleri, Venedik’i temsil eden Aslan ve pençelerinin altında Bizans’ı temsil eden kartal ve daha iç tarafta da bir yandan dini hikayeleri gösteren, bir yandan da günlük yaşamdan sahneleri gösteren oymalarla çok güzel bir kapı. Binanın içine girince her zamanki mistik hava içinde, yarım daire şeklinde tavanlar ve yanlarda sütunları görüyorsunuz. 13. Yüzyıldan kalma oktagonal taştan bir minber var ki, muhteşem bir sanat eseri. Sol tarafta ise çok güzel bir şapel mevcut ve orta da Trogir’in ilk piskoposunun mezarı var.
Katedralin yan tarafında olan çan kulesi 14. Yy’da yapılmış, daha sonra ise savaşlarda yıkılmış, şimdiki hali Venediklilerin hakimiyeti altında oldukları dönemden kalma.
Katedral sonrası en ilgimizi çeken yer ise saat kulesi ve yanında bulunan ve 14 yy’dan kalma altı kolonla desteklenen sundurma oldu. Saat kulesinin duvarında bulunan iki adet rölyeften bir tanesi Nicola Frentinac’a ait (1471) ve diğeri Ivan Mestrovic’e (1950-Ban Berislavic). Bu duvarın alt tarafında eskiden cezalandırma da kullanılan zincir mevcut.
Daha sonra ise eski Trogir’in dar sokaklarını arşınlamak için serbest zaman verdiler. Trogir şehri her türlü övgüyü ve UNESCO’dan aldığı kültür mirası şehri unvanını hak ediyor.
Sonrasında tekrar otobüse atlayıp konaklayacağımız şehir olan Split’e doğru yol aldık. Bugün yorulduk doğrusu ve üç adet orta çağ şehrini gezme şansını elde ettik. Otelimiz Split’in sanayi bölgesinde bulunuyor. Dışarı çıkma şansımız yok ama çıkacak halimiz de yok zaten..
Gezekalın..
Dr Ümit Kuru
İlk yayın tarihi 29.05.2010
Gözden geçirilmiş son yayın tarihi 31.10.2014 Saat: 01:40