Merida’dan hareket ederek UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası Listesinde yer alan Chichen Itza (okunuşuyla Çiçen İtza) antik kentine doğru yola çıktık. Arada 128 km kadar bir mesafe var. Yani yaklaşık 2-2:30 saat kadar bir yolumuz var. Bu antik kent beni oldukça heyecanlandırıyor. Çünkü bu kent Mayaların kurduğu en önemli kentlerden ve günümüzde de çok sayıda eseri hala ayakta duruyor. Chichen Itza Antik Kentinin7 Temmuz 2007’de dünyanın yeni 7 Harikası’ndan biri olarak seçilmiş olduğunu da söyleyelim.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Mayaların en güçlü olduğu MS 300-900 yılları arasında burasının güçlü bir dini merkez olduğu kabul ediliyor. Daha sonra ise Toltekler bu kenti Mayalardan almış. Mayalar 17. yüzyıl sonuna kadar dağlarda yaşayan kabileler halinde kalmışlar. Maya dilinde Chichen Itza, “Itzaların kuyusunun ağzı” anlamına geliyormuş. Buradan da anlaşılacağı gibi, “Itza” bir başka yerli kabilenin ismi demek.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Bu kente girer girmez sizi ilk karşılayan satıcılar oluyor. Burada, diğer yerlerden daha fazla satıcı olduğunu söylemem lazım. Kale (The Castillo) adıyla tanınan Kukulkan Tapınağı ya da Kukulkan Piramidi’nin bir kısmını Mayalar, ama çoğunluk kısmını da Toltekler inşa etmişler. Şehrin büyük meydanının güney kısmında yer alan bir eser. Mayalar bu piramidi astronomi ve matematik bilgilerini ortaya koymak istercesine belirli bir sistemle inşa etmişler. Örneğin 4 cephesinin her birinde 91 basamak yer alıyor. Böylece 4×91’le bulduğumuz 364 sayısına en tepedeki düzlüğü (1) de eklediğimizde, yıldaki günlerin sayısı olan 365’i buluyormuşuz.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Piramidin merdivenlerinin iki yan tarafına, aşağıdan yılanın başı ile başlayan ve en tepeye kadar devam eden yılan gövdesinden yapılma merdiven korkulukları yapmışlar. Ayrıca, piramidi öyle bir şekilde inşa etmişler ki, ilkbahar ve sonbaharda ekinoksların gerçekleştiği an, piramide gelen güneş ışıkları sayesinde bu yılan gövdesi S’ler çizen şekilde bir gölge oluşturmaktaymış. Bunu tabii ki biz göremedik ama ekinoks zamanlarında sadece bu olayı görmek için dünyanın her tarafından turist geliyormuş. Kukulkan adıyla bilinen ilahi tüylü bu yılandan bir önceki yazıda bahsetmiştim. Piramidi, inandıkları yeraltı alemi katları sayısı gibi, 9 farklı düzey halinde düzenlemişler. Bu piramide çıkış eskiden serbest iken artık yasaklamışlar. Dolayısı ile çıkamadık.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Kale Piramidinin solunda Platforma de las Aguilas ve Platforma de los Jaguares (Kartallar ve Jaguarlar Platformu) anıtlarını görüyorsunuz. Burada insan kalbi yiyen kartal ve jaguar kabartmaları insanı çok etkiliyor. Platforme de Los Craneos ( Tzompantli, Kuru Kafalar Platformu) diğer bir etkileyici yapıt. Burada yüzlerce kuru kafa kabartması T şeklindeki bir platformun her bir yönüne oyulmuş. Buraya kurbanların kesik kafaları konurmuş. Templo de Jaguars and Escudos(Jaguarlar ve Kalkanlar Tapınağı) top sahasının güney doğu köşesinde bulunan ve içinde solgun da olsa renkli bazı resimlerin ve kabartmaların (tüylü yılan) bulunduğu bir küçük tapınak ve hemen önünde de bir heykelcik var.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Chichen Itza arkeolojik alanın bir başka önemli özelliği de büyük ve oldukça iyi korunmuş halde bir Kutsal Top Oyunu (Pelotte) sahasına sahip olması. Burada çok iyi durumda olarak bulunan top oyuncuları ile ilgili bir kabartma var. Bu top alanının en önemli özelliği de duvarlarda bulunan çemberlerin oldukça yukarıda bulunması.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Buraya kalça, omuz ve dizlerle ağırlıkları 300-400 gram arasında değişebilen topları sokmak pek mümkün değil gibi gözüküyor. Onuncu yüzyıldan sonra bu oyuna çemberleri ekleyenlerin Toltekler olduğu biliniyor. Chichen Itza’da bu sahadaki çemberlere topları sokmak için ise raket gibi bir alet kullandıkları düşünülüyor. Yıldızların konumuna göre sahaya yerleşen yedişer kişilik iki takımdan hangisi en önce bu çemberden topu geçirebilirse, sahadan galip olarak ayrılıyormuş. Tek sayı ile ve ölümle biten bir oyun. Aslında buna oyun demek yanlış olur, bu bir tür dini tören olarak algılanmalı. Chichen Itza’da daha küçük olan bir top sahası daha var.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Burayı da gezdikten sonra Kurban Kuyusuna (Cenote Sagrado) doğru yürüyüşe geçtik. Bu kuyu doğal bir kuyu olup, 60 mt çapında ve 35 mt derinliğindeymiş.
Bu kuyuya ayaklarına bağlanan ağırlıkla atılan kurbanların, suya atıldıktan sonra yüzeye çıkarsa tanrılar tarafından affedildiği kabul edilirmiş. Ama ben bu kuyudan kimsenin sağ çıkabildiğine inanmıyorum. Burayı gördükten sonra ise tekrar Kale Piramidini hedefleyip meydana doğru yürümeye başladık. Ancak yol kenarında artık tezgahlar iyice çoğalınca bizden de dağılmalar başladı.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Bu sefer piramidin diğer yönüne doğru yürüyerek El Caracol’a doğru yürüyüşe geçtik. Yolumuz üstünde Baş Rahibin Tapınağından (The High Priest’s Grave (Osario veya Ossuary) geçtik. Burada merdivenlerin iki yanına yapılmış olan tüylü yılan korkuluklarından birisinin içinde yerleşmiş ve “buraları benden sorulur” havasındaki iguana hepimizin dikkatini çekti.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
İspanyollar tarafından spiral merdivenleri nedeni ile Salyangoz olarak adlandırılmış olan bu gözlemevi (El Caracol) yuvarlak planlı yapısı ile Mayalarda tek örnektir. Buradaki Astronomi okulunda rahipler yıldızların hareketine göre kutlamaların zamanından, mısır toplama veya ekim tarihine kadar bir dizi önemli kararı verirlermiş.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Okuyunca şaşırdığım bir diğer bilgi de 8. Yüzyılda buradaki rahipler tarafından Venüs gezegeninin, güneş arkasındaki kalma süresi gibi bugün bilgisayar destekli hesaplamaları, o zamandan yapabilmeleri oldu. 1991, 1994 ve 2002 yıllarındaki güneş tutulmalarını daha o zamandan tahmin edebilmişler.
İspanyollar tarafından “Rahibeler Manastırı” adı verilmiş yönetim sarayına giderken rastladığımız, sarı sarı çiçeklerinin bir kısmı üstünde bir kısmı ise yere dökülmüş haldeki ağaçlık alanın görüntüsü hepimizin bu alanda poz vermesine neden oldu.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Rahibeler Manastırı, aslında Maya Kraliyet ailesine ait ve içlerinde çok sayıda odanın bulunduğu bir dizi binaya deniyor. İspanyollar buraya geldiklerinden Rahibeler Manastırına benzettikleri için bu ad verilmiş ama bence bu ad yakışmamış.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Daha sonrasında ise çok sayıda sütunların bulunduğu ve Savaşcılar Tapınağı, Chac Mool Tapınağı, Sauna gibi binaları içine alan Bin Sütun Grubu içinden yürüyüşle gezimizi, başladığı gibi, Kale Tapınağında bitirdik. Tüm Meksika antik şehirleri içinde en çok etkilendiğim Chichen Itza Antik Kenti oldu diyebilirim.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Bu kenti hakkını vererek gezdiğimize ve civarda da bu kadar çok satıcı olduğuna göre, kalan serbest zamanda da alışveriş yapma hakkını kazandık demektir. Bizde öyle yaptık zaten. Bol bol ıvır zıvır alıp, son Peso’larımızı da satıcılara bıraktık.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Chichen Itza’dan ayrılıp 198 km ötede olan Cancun’a vardık. Otelimiz çok iyi ve her şey dahil sistemle çalışan bir otel. Burada bol bol denize girme arzumuz var. Ancak korkunç bir fırtına var ve arkasından hafif de olsa bir yağmur başladı. Ne olursa olsun grup denize girmeden vazgeçmeyecek gibi. Herkes yemekten sonra acele ile soyunup mayolarını giydi. Koştura koştura deniz kenarına gittik ama denize 5 adım girmek mümkün olmuyor. Biz denize giriyoruz, dalgalar bizi kıyıya vuruyor. Grup bir süre sonra bunu bir oyun haline getirdi. Çığlıklar içinde denize giriliyor, dalgalar gerisin geri bizi kıyıya vuruyor. Cancun Cancun olalı, böyle çığlık atan bir grup görmemiştir.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Akşam yemek sonrası ise “hiç olmasa beleş tekila içelim” deyip bara daldık. Meksika’daki son gecemize kadehler kalktı. Dışarıda ise korkunç bir yağmur var. Eğer bir gün sonra bu yağmur ve fırtınaya yakalansak, gezimizin bir felakete dönüşebileceğini bilemeden kadehlerin birini bitirmeden diğerini sipariş ettik.
Ertesi gün uçak saatine kadar serbest zaman var. Bu arada denize girmek yine mümkün olmadı, bizde sahilde bol bol fotoğraf çekip uçak saatini bekledik.
Meksika’dan, önce uçakla Belize’ye, Belize şehrine uçacağız, sonrada otobüsle Guatemala sınırına kadar gidip oradan Guatemala’ya geçeceğiz. Yani bir günde üç ülke; kimde var bu keyif..
Gezekalın ve Aydınlık kalın…
Dr Ümit Kuru
İlk yazım tarihi: 21.11.2010 saat 19:20
Gözden geçirilmiş son basım tarihi: 17.11.2016 Saat 23:55
Gecelediğimiz ve Kolonyal dönemden kalma şirin otelde üşüdük ve ısıtıcıyı yakmak zorunda kaldık. Ancak ilk defa bu sabah dinç uyandık. Kahvaltı sonrasında San Cristobal de Las Casas’ın meşhur Pazarına doğru yürüyüşe çıktık. Bu Pazar, civarda oturan köylülerin ürünlerini getirip sattıkları oldukça büyük bir Pazar. Yiyecekten, giyeceğe, canlı hayvana ve çiçeklere kadar ne ararsanız bulabiliyorsunuz. Dün gece gezip, akşam ışıkları altında gezdiğimiz ve fotoğrafladığımız bu şehri günün ilk ışıkları altında ve trafiğe kapalı olan caddesi boyunca görmek de ayrı bir güzellikti.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Pazara daha girişte ilk Peso’ları harcadık, yani dakika bir, gol bir.. Pazarın girişinde hiç görmediğim renklerde Gala çiçeği (Zantedeschia) satan bir kadından renk renk çiçek köklerinden satın aldık. Eminim kadın şaşırmıştır, bir anda tüm malları neredeyse bitti. Ben beyazından, pembesinden, kırmızısından ve turuncusundan olmak üzere 4 adet Gala çiçeği kökü aldım. Onları bir heves İstanbul’a da getirmeyi başardım ama bir sorun var; Violetta ya göre bu çiçeğin sadece beyaz rengi varmış, diğer renkler ise boya imiş. Galiba aldatıldık. İstanbul’a gelir gelmez saksıya diktim, bakalım ne çıkacak?
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Meksika’ya giderseniz bu Pazarı asla atlamayın. Tüm gezide çok sayıda Pazar gezdik ama en iyi yerel Pazar örneği, San Cristobal de Las Casas’da olanıydı. Pazarda satıcı olan yerlilerin fotoğraf çektirmekten hoşlanmadıklarını söylediler. Gerçekten ya yüzlerini kapatıyorlar ya da arkalarını dönüyorlar. Ama ağızlarındaki altın dişleri ile koltuklarının altlarında taşıdıkları tavukları, horozları ile tipik şapkaları ile fotoğraf için o kadar çekiciler ki. Biz de birazcık saygısızlık ederek ya çaktırmadan göbekten (artık neresine rast gelirse!) veya birimizin alışverişi sırasında, diğerlerinin fotoğraf çekmeleri gibi taktikleri denedik. Bu konuda Naime, makinesinin özelliği sayesinde şanslıydı. Çok güzel kareler çekebilmiş.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
San Cristobal de Las Casas’da Pazar alışverişi sonrasında Palenque‘e doğru yola düştük. Bugünkü otobüs yolculuğu 200 km kadar sürecek. Ama iki yere uğrayacağız; bir tanesi San Juan Chamula Köyü, diğeri de Aqua Azul Şelaleleri.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
San Cristobal de Las Casas’dan 10 km sonra ilginç bir köye geliyorsunuz; San Juan Chamula. Burada Mayaların Tzotzil grubu yaşıyor. Bu insanların giyinişleri burası için tipik ve özel. Erkeklerin üzerinde koyun postları var ve başlarında ise kovboy şapkaları. Kadınlarda başlarına özel bir şapka takıp, yerel bir elbise giyiyorlar. Bu köy, Meksika içinde otonom bir idareye sahip ve dışarıdan asker veya polis gücü olmadan kendi kolluk kuvvetleri varmış. Orada iken buna dikkat etmemiştim.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Burasının özelliği ise özgün Kilisesi. Bu kilisenin özelliği, içinde Katolik çağrışımlar barındıran Animist bir tapınma şeklinin yapılması. Daha sonra bir kilisede daha örneğini görmekle birlikte, burada gördüğümüz tapınma biçimi hepimizi çok etkiledi. İçeri de fotoğraf çekmek kesinlikle yasak. Öyle göbekten, yandan çekim filan yapmaya kalkmayın. Yakalanırsanız fotoğraf makinenize el koyuyorlar, dahası 2 gün de hapis cezası var.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
İnsanların ibadet için içeriye girmelerini seyretmek bile ilginç. Havai fişekler atarak, davul zurnalar çalarak içeriye giriyorlar. Önde dua ettirecek olan bir din adamı, arkada onu takip eden ve dua veya şifa bulmak için gelen köylüler oluyor.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Bu Kilise 16. yüzyıla tarihleniyor. İspanyollar dinlerini Mayalara kabulde güçlük çekmişler, Mayalarda Hristiyanlığı kabullenmemeye çalışmışlar ve kendi yorumlarını katmışlar. Bunun en tipik örneğini göreceğiniz yer bu kilise . Kilisenin içinde sıra, sandalye cinsi herhangi bir oturak yok. İnsanlar yerlere serilmiş çam yaprakları üzerine oturuyorlar, yerlerde mumlar yakılıyor. Kiliseye ibadete gelenlerin başındaki din büyüğü kabul ettikleri sahte doktorlar (şifacı) ise şifa arayan inananların nabızlarını tutarak hastalıkları (kötülük veya şeytan nerede tanısı) ile ilgili tanıda bulunarak çözümlerini öneriyorlar. Çözüm olarak renkli mumları yaktırmak, çiçek sunmak, kolalı içkileri veya mısır alkollü içecekleri içip geğirterek kötülüğü içinden çıkartmak gibi yolları kullanıyorlarmış. Bazen kilise içinde, içine kötü ruhları hapsettikleri tavuğun boynunu kırabiliyorlarmış. Bu kilisenin başrahip ayarı din adamı var ve belirli bir süreliğine kilisenin başında kalıyormuş.
Burada fotoğraf çekemeyip, ortamı sizlerle paylaşamadığıma çok üzgünüm. Tütsü kokuları, mumların titrek ışıkları ve yükselen ince dumanları, gruplar halinde dağılmış olarak oturan köylülerin, başlarında bulunan din büyüklerinin dudaklarından dökülen sözcüklere kilitlenmiş bakışları, bazı grupların müzik eşliğinde bu ibadeti yerine getirmesi, yerlere serpilmiş çam yaprakları ve bütün bu mistik görünümü bozan Coca Cola şişeleri görülmeye değerdi doğrusu. Yukarıdaki video bana ait değil. İnternetten buldum ve bağlantısını verdim. İlginç gelecektir.
Kilisenin duvarlarında giysili şekilde kutsal heykeller bulunuyor ve belirli zamanlarda bu giysiler değiştiriliyor. Bir başka ilginçlikte Vaftizci Yahya’nın, Hz İsa’dan daha büyük bir din adamı olarak görülmesi. Hz İsa’nın çarmıha gerilmesi ve o kadar eziyete karşı kendine bile hayrı olmaması onu Mayaların gözünden biraz düşürmüş. Vaftizci Yahya’nın koyunları nedeni ile koyunu kutsal kabul ediyorlar ve tüylerini kırpıyorlar ama etlerini yemiyorlar.
Kilise çıkışı artık adetimiz olduğu üzere Pazar gezimizi de yaptık, sonra da otobüse binip Palenque’e doğru yola çıktık.
Yol boyu kısa bir mola verdikten sonra bugünün diğer aktivitesi olan Aqua Azul Şelalelerine doğru yol aldık. Yol boyunca çok yerde “Zapatista” yazılarını ve yıldız işaretini görüyoruz. Yolumuzun üzerindeki bu yerler, adını Meksika Devriminin (1910-1920) lideri olan Emiliano Zapata’dan alan ve kendilerini Zapata’nın ideolojik mirasçıları ve emperyalizme karşı beş yüz yıldır süren yerli direnişin varisleri olarak gören devrimci bir grup olan Zapatistlerin hakim olduğu bölgelermiş. Liderleri olan Subcomandante Insurgente Marcos’un (eski liderleri Emiliano Zapatista’ya Commandante denmesinden ve ona karşı saygısından dolayı kendisi Subcommandante lakabını kullanıyormuş) yüzünde sürekli olarak maske bulunduğundan, liderlerini tanıyan da yokmuş. Bu bölgede hemen her yerde Ninja veya kar maskeli bez bebeklerden oyuncaklarını da gördük.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Tam da Aqua Azul Şelaleleri’ne yaklaşıyorduk ki otobüsümüz yolun ortasında durdu. Otobüsün önünde neredeyse yol boyu uzanan kocaman çivili bir tahta ve bu tahtayı iki ucunda bulunan iplerle tutan, yolun iki yakası boyunca dizilmiş köylüler gördük. Bu köylüler meğerse otobüsün önünü kesmişler ve kendileri de Devrimci Zapatistalar oluyorlarmış. Sağdaki soldaki adamlara bakınca bu adamları pek teröristliğe uygun görmedik ama boylu boyunca çivili tahta yol ortasında duruyor. Bizim şoför Rafael adamlarla sıkı bir konuşma yapmaya başladı. Meğerse vereceğimiz paranın konuşmaları yapılıyormuş. Sonunda 20 USD karşılığı bir para ile yol ortasındaki tahtayı kaldırdılar. Sevdim ben bu teröristleri vallahi!
On dakika sonra Aqua Azul Parkının girişinde, Meksika hükumetinin resmi görevlileri paralarını aldılar ve parka girdik.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Aqua Azul Şelaleleri, Chiapas Dağları’nın doruklarından gelen suların, kilometrelerce uzunlukta şelaleler sırası yapması ile ortaya çıkan doğa harikası bir yer. Türkuaz renkte sularda bazı yerler yüzmeye müsait deseler de, biz ancak dizlere kadar derinlikte sulara denk geldik. Bununla birlikte ortam çok güzeldi.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Gecikmiş bir öğle yemeği yedikten sonra Palenque içinde konaklayacağımız otele vardık. Burası da doğanın içinde ve doğayı bozmayan bir oteldi. Belli çevre çok güzeldi ama gecenin karanlığı çökünce çevrede pek bir şey göremedik. Çevreyi görmek yine sabaha kaldı. O da erken olan kalkış saatimizden de erken kalkmamıza bağlı.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Yarın Palenque gezisi var.
Gezekalın ve aydınlık kalın…
Dr Ümit Kuru
İlk yayın tarihi 14.11.2010 Saat 01.21
Gözden geçirilmiş son yayın tarihi: 30.10.2016 Saat 21:40
Bu gezinin en zor tarafının uzun süren otobüs yolculukları olduğunu daha önce de yazmıştım. Ancak neredeyse Meksika’nın önemli bir bölümünü, otobüs camı arkasından olsa da, görmüş bulunmak işin zevkli tarafıydı.
Gezimizde bazı şehirlere uğramamızın en önemli nedeni konaklama yapılmasıydı. Uzun süren yolculuk için bu gerekliydi. Tehuantepec’te bu şehirlerden bir tanesiydi. Buradan kara yolu ile Tuxtla Gutierrez’e gidip ve sonrasında 1 saat daha yol yaparak Rio Grijalva Nehri üzerinde bulunan Sumidero Kanyonunda tekne ile bir gezi yapacağız. Sonrasında ise yola devamla San Cristobal de Las Casas şehrinde geceleme yapacağız. Sumidero Kanyonuna kadar 325 km ve oradan da San Cristobal de las Casas a 70 km var. Artık en büyük güvencem kızlar; çünkü nasılsa “tuvalet ihtiyacı” deyip saat başı otobüsü bir benzinlikte durduruyorlar. Bazen kızsam da, ayakların açılması için kısa yürüyüşler iyi oluyor.
Gezeceğimiz yerler Chiapas eyaleti içinde. Chiapas, Meksika’nın güneydoğusunda yer alan bir eyalet ve doğu sınırında Guatemala ile komşuluğu var. Yani sonradan gezeceğimiz Guatemala’ya yakın geçeceğiz. Chiapas antik Maya Uygarlığı kalıntılarına ev sahipliği yapması bakımından tarihi öneme de sahip.
Chiapas’da, 1994’te Meksika hükümeti ve Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN veya Zapatistalar) arasında yalnızca 11 gün süren bir iç savaş ve devrim yaşanmış. Emiliano Zapata anısına kurulan bu örgüt son dönemde güç kullanmayı bırakmış, oy hakkını reddetme eylemine yönelmiş. Zapatistaların kontrolünde 32 belediye bulunmaktaymış. Bu isyancılarla bizde karşılaştık ve daha sonra anlatacağım çok ilginç anılarımız oldu.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Sabah erkenden yola çıktık. Yol beklediğim gibi çok güzel; sırık kaktüsleri yol boyu görüyoruz ama yol çok virajlı. Tahmin ettiğim gibi kızlar 1,5 saat sonra ilk molalarını istediler. Benzinliğin arkası ağaçlık ve etrafta çok güzel renkli kuşlar var. Güzel sesleri ile konser veriyorlar. Yakalayabildiğimi fotoğraf karemin içine hapsettim.
Beş saate yakın bir yolculuk sonrası yemek yiyeceğimiz Chiapa de Corzo adlı küçük kasabaya vardık. Burası şirin bir yer ve koloniyal dönemde yerlilerin ana yerleşim yeri burası iken, İspanyolların yerleşim yeri yakındaki San Cristobal de Las Casas şehriymiş. Chiapa de Corzo da meydanda 1562 yılında yapılan ve İspanyollardan kalma güzel bir çeşme var. Yemeği Jardines de Chiapa adlı bir restoranda yedik. Güzel bir mekan ve güzel bir yemekti.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Yemek sonrası otobüse doğru yürüyüş yaparken ilerden gelen insan kalabalığı dikkatimizi çekti. Meksikalılar her şeyi protesto ediyorlarmış ya, o eylemlerden biri sandık. Ama sonradan anladık ki bu ölüler bayramı için bir yürüyüşmüş. Bol bol poz verdiler ve bizi takip edin anlamında bir takım hareketler yaptılar ama acelemiz var kanyona yetişeceğiz. “İlk defa Meksikalılar yüzlerini çevirmeden poz veriyorlar, biz de ayrılmak zorundayız. Bizdeki şansa” bak dedim içimden.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Sonrasında Sumidero Kanyonuna gittik. Rio Grijalva Nehri, üzerine baraj kurulmadan önce daha da yüksek ve çılgın akan bir nehirmiş. Ama üzerine kurulan barajla su seviyesi alçalmış. Buradan sağlanan elektrikte, ülkenin en önemli kaynağıymış. Tekne turunun başlangıcından baraja kadar 35 km var.
Tekneye biniş noktasında önce can yeleklerimizi giydirdiler. Sonrada tekneye bindik. Yaklaşık 2 saatlik bir tur alacağız. Tekne çok süratli. Programda burada timsahları filan göreceğiz yazıyor ama benim pek beklentim yoktu. Daha 10 dakika olmadı tekne durdu” sağda timsah var” dendi. Gerçekten sahilde miskin miskin güneşlenen bir tane vardı. Bunu oraya konu mankeni olarak koydular diye düşünürken, etrafta timsahların kaynadığını fark ettim. Bu meretleri hiç sevmem, fotoğraf çekerken de kendimi kaybediyorum, “bir düşersek yandık” diye düşünmeye başladım.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Akbabalar, pelikanlar, balıkçıllar tanıdığım hayvanlar. Ağaçlarda ise maymunlar var. Burası tam bir cennet (timsah kısmı hariç). Kanyonda duvarların yüksekliği yer yer 1000 mt yi buluyormuş.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Harika manzaralar var. Hele bir de gezinin sonunda mini bir çağlayana rastladık ki, sormayın gitsin! Su o kadar yüksekten akıyor ki, yere değmeden su buharı haline geliyor. Sumidero Kanyonu iyi bir gezi noktası oldu.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Daha sonra otobüse doluşup San Cristobal de Las Casas’a doğru yola çıktık. Akşam üstüne doğru otele vardık. Otelin ismi Hotel de Monica. Şehir, 2100 mt rakımda olduğundan gece üşüdük biraz ama severim ben bu tip otelleri. Kolonyal dönemde kalma şirin bir oteldi.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Otobüs şehrin dar olan bu kısımdaki bölümüne giremediğinden otele biraz yürüdük. Hemen dışarı çıkıp bu güzel şehri yemek zamanına kadar tanımak istedik.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
San Cristobal de Las Casas 1528 yılında İspanyollarca kurulan bir şehir ve şehrin ismi, azizi olan Saint Christophe veya Barthelemy de Las Casas’dan geliyor. Şehrin en önemli yerleri Katedrali, Zocalo Meydanı ve pazarları hariç her gün açık olan Pazar yeri. Her türlü yiyecek ve giysinin civar köylülerce getirilip satıldığı bu meşhur pazarı yarın gezeceğiz. Şehrin bir özelliği de amber ile meşhur olması. Buradan çıkartılan amber ve ondan yapılan takılar çok meşhur.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Katedrali sağınıza alıp Pazar yerine doğru yürüdüğünüz cadde bana çok güzel göründü. Hem o akşam ve hem de ertesi gün bu caddeyi bir güzel gezdim. O gece bir kafeye oturup bir şeyler içelim dedik ama hava iyice soğudu biz ise öğlenki tekne kıyafeti ile oturuyoruz. Otele dönüp bir güzel yemeğimizi yedik sonra da cumba yatak.
Gün zorlu ama bir o kadar zevkliydi. Yarına Allah kerim..
Gezekalın, Aydınlık kalın…
Dr Ümit Kuru
İlk yayın tarihi: 13.11.2010 Saat 02:42
Gözden geçirilmiş son yayın tarihi 28.10.2016 Saat 00:51
Kahvaltı sonrası Ulusal Antropoloji Müzesine ve devamında Puebla’ya doğru hareketi beklerken, gruptan bir arkadaşın uyarısı ile otelin önündeki yaşlı satıcıya yöneldim. Her iki elinde büyük bir ustalıkla oynattığı kuklaları satmaya çalışan yaşlı bir satıcının elinde kalan son parçaları da biz aldık. Sabahın bu erken saatinde elindeki tüm kuklaları bitirmenin verdiği mutlulukla ve yaşından beklenmeyecek bir çeviklikle gözden kayboldu. Otobüs 20 dakika sonra Müzeye doğru yola çıktığında bizim kuklacı amca, yeni sermayeleri olan kuklalar elinde, aynı gösteriyi sunarak otel önündeki yerini almıştı. Karşılıklı el sallaştık.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Ulusal Müzenin açılış saatine daha zaman vardı. Bu nedenle Chapultepec Parkı‘nda kısa bir yürüyüş yaparak zaman geçirdik. Burası 6.5 km²’lik bir alan üzerinde, asırlık ağaçları olan bir park. Kargalara hiç uymayan güzel sesi ile karga benzeri kuşların sesleri etrafta yankılanıyor. Park, yiyecek aramaya çıkmış ve etrafta korkusuzca dolaşan sincaplar, rengarenk adını bilemediğim kuşlar ve ağaçlarla dolu. İnsanlar gerek yürüyüşte, gerekse de bisiklet üstünde sabahın bu güzel anlarının keyfini çıkarıyorlar. Bir de yarışmaya şahit olduk ki her yaştan insan var. Kimisi ciddi ciddi bir atlet görünümünde, kimisi ise palyaço kıyafeti ile koşuyor. Bir ara benim hanımda gaza geldi, insanlarla birlikte koşmaya başladı. Bir de alanda bulunan bir çift kanat heykeli dikkatimizi çekti.
Saat 09:00’da Ulusal Antropoloji Müzesi açıldı. Ulusal Antropoloji Müze gezisi programda bir önceki gündeydi. Ancak yeterli zamanı verebilmek için bugüne ertelenmişti. Çok doğru bir hareket olmakla birlikte, bu zaman bile bize yetmedi. Son zamanlarda gezdiğim en güzel müzelerden bir tanesini gezdim. Müthiş güzel bir müzecilik anlayışı ile sergileme yapılmış. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen müze kalabalıktı. Hem dünkü geziden ve hem de bugünkü müze gezisinden edindiğim izlenim; Meksika halkının müze gibi yerleri çok gezdiği oldu. Biraz da turizm mevsiminin açılmamasından dolayı olsa gerek yabancı turistten çok, yerli turist gördük. Müze avlusunda, tam ortada, Meksika kültürlerinden örneklerin gösterildiği kabartma heykeller ile dev bir sütun mevcut.
Burası 1960’lı yıllardan beri var olan ve 26 sergi salonuna sahip çok güzel bir müze. Meksika’nın her tarafından toplanan eserler sergileniyor. Özellikle Maya ve Aztekler bölümü çok değerli eserlere sahip. Her bölümün başında dönemle ilgili bir bilgi mevcut ve eserlerin başında da İspanyolca ve İngilizce açıklamalar var.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Müzenin açık alanlarında ise ilerdeki günlerde ziyaret edeceğimiz arkeolojik alanların çok küçük birer örnekleri de sergilenmiş. Şüphesiz ki müzenin en değerli eseri Azteklere ait takvimin gösterildiği dev Güneş Taşı’ydı.
Bu taş aslında üstünde insan kurban edilen 3.6 mt çapında ve 26 ton ağırlığında olan bir taş. Taşın ortasında, bıçak tarzındaki dili dışarıya çıkmış ve iki yana uzanan ellerinde birer kalp tutan Güneş Tanrı Tonatiuh gözüküyor. Bu kabartma, en büyük tanrının hayatiyetini devam ettirmesi için devamlı olarak insan kurban edilmesine olan ihtiyacı anlatıyormuş. Taşın çevresindeki 20 adet küçük dikdörtgen güneş takvimindeki ayların günlerini, 18 adet dikdörtgen ise güneş yılındaki ayları temsil ediyor. Yani bir yıl 360 günden oluşuyor. Ama bir de uğursuz saydıkları yıl sonundaki artık 5 gün var. Yani sizin anlayacağınız bir yılın 365 gün olduğu bu insanlarca biliniyormuş. Ayrıca bu taş üzerinde daha önceden geçirilmiş ve bitmiş olan 4 dünya döngüsünü (çağ) gösteren jaguar, ateş, yağmur, su figürleri mevcut. Onlara göre 5. Dünya çağı yaşanıyordu. Bu adak taşı, 1885’de Katedralden buraya getirilmiş.
Bu Güneş taşı önünde bulunan bir diğer önemli sunak taşı da Kral Tizoc’un yendiği düşmanların kafataslarını taşıyorken gösterildiği Tizoc Taşıdır. Tabii ki bu da bir adak taşı. Müzenin içinde yeşim taşından yapılmış maskların her biri birbirinden güzel. Bir de büyük Kral Pakal’ın (daha sonradan bu Kralın Piramidini gezdik) birebir kopyasını gösteren mezar kapağı ve kafatasının bulunduğu bölüm çok etkileyici.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Mayalar ve Aztekler’in oynadıkları Pelotte adlı bir oyuna ait kauçuk bir topun ve bu oyunda topu içinden geçirdikleri ama duvarda yanlamasına duran deliklerin sergilendiği bir bölüm var. Bu oyun ayakla veya elle topa değmenin yasak olduğu bir oyunmuş. Topa vuruşlar ve duvarda yanlamasına asılı olan delikten topu geçirmeler sayesinde (bu vuruşlar genellikle kalçalarla veya baldırla yapılıyormuş) sayı kazanılıyor. Hemen her Maya ve Aztek antik şehrinde bu top sahaları mevcutmuş. Bu arada bu oyun zevkine değil, inanışları nedeni ile ibadet olarak yapılıyormuş. Bazen kazanan olmak üzere, çoğunlukla kaybeden takımın kaptanının kellesi uçurulurmuş. Tanrılara adak niyetine! Burada bulunan videoda bu oyunun oynanması ve kuralları anlatılıyor. Bu oyunu oynamak yürek ister değil mi ?
Müzede Olmek ve Toltek uygarlığına ait bölümleri çok hızlı gezmek zorunda kaldık. Çünkü müzenin bir üst katında, eski Orta Amerika uygarlıklarının gündelik yaşamlarını, giysilerini, müzik aletlerini ve oyunlarını gösteren etnografya müzesi de var. Onu da mutlaka gezeceğiz diye çok hızlı gezdik. Aslında buraya bir gün lazımmış.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Müzenin güzel bir hediyelik eşya satan dükkanı da var. Onu da ziyaret etmek lazım tabii ki.
Müzeden çıkışta, sabahleyin orada olmayan seyyar satıcıların ve yerel kıyafetleri ile gösteri yapan insanların varlığı ile, alanın iyice hareketlendiğini gördük. Bir de hayli yüksek olan bir direkten baş aşağıya doğru döne döne inen ve bu arada da tanrılara flüt ve davul çalarak müzik yapan 4 kişinin yer aldığı bir gösteriyi seyrettik. Bu da o zamanlar bir ayin olarak yapılırmış.
Artık Mexico City’i terk etmenin zamanı geldi, yeni hedefimiz 50 km batıda olan Teotihuacan. Aztek inanışına göre Tanrıların doğduğu şehir olan Teotihuacan’a varınca ilk işimiz öğle yemeği yemek oldu. Meksika yemekleri ile ilgili olarak hepimizin beklentileri yüksekti ama tüm gezi boyunca biraz hayal kırıklığı yaşadık. Hemen her öğün ana yemek tavuk olunca biraz isyanları oynadık. Buradaki yemeğimiz sonrası bir de törensel dans gösterisi izledik.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Daha sonra merakla beklediğim Teotihuacan Antik Şehrine girdik. Öğle sonrasında güneşin en yüksekte olduğu bir zamanda burada olmak ve piramitlerin tepelerine tırmanmak biraz yorucu olmakla birlikte, bu antik şehrin gezimizin ilk sit alanı olması nedeni ile heyecanlıyım. Bu şehir o kadar önemli ki Dünya Kültür Mirası listesi içinde yer alıyor.
Teotihuacan’ın kurucularının Aztek-öncesi ileri kültürlerden biri olduğu düşünülüyor. Kente “Teotihuacan” ismini, kenti terkedilmiş haliyle bulan Aztekler vermişler, Nahuatl dilinde “İnsanların ilahlar haline geldikleri yer” anlamına geliyormuş. Kentin ilk kurucularının kimler olduğu bilinmemekle birlikte, sonradan burada Zapotekler ve Mistekler gibi Maya topluluklarının da yaşamış olduğu düşünülüyor. Kimi efsanelerde insan soyunu imal eden, kimi efsanelerde ise insan kılığına girerek insanlara uygarlığı öğretmiş ve göklere dönmüş bir ilah olan Tüylü Yılan (Quetzalcoatl) tasvirlerinin ilk örneklerine bu kentte rastlanmış.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Teotihuacan sit alanı 30 km²’lik bir alanı kapsamaktaymış ve Teotihuacan’da arkeolojik kazılar 1905’de başlamış, 1910’da Meksika’nın bağımsızlığının yüzüncü yılını kutlamak üzere kentteki piramitlerden en büyüğü olan Güneş Piramidi restore edilmiş.
Yaklaşık 2.500 yıl önce 150-200.000 kişilik bir nüfusu barındırdığı sanılan kentin ana caddesinin adı, Aztekler’in verdiği adla, “Ölüler Yolu”. Ölüler Yolu, Güneş Piramidi, Ay Piramidi ve Quetzalcoatl (Tüylü yılan) Tapınağı ve ikinci derecede öneme sahip tapınak ve saraylar ile çevrelenen 1,5 km. uzunluğundaki yol. Bu yol boyunca 23 kadar saray ve tapınak bulunmuş.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Güneş Piramidi (Cholula), Amerika’nın ikinci büyük piramidi olup, 65 m. yüksekliğiyle dünyada bilinen piramitler içinde üçüncü yüksek piramit olarak kabul ediliyor.
Teotihuacan gizemli bir antik şehir. Örneğin kentte yaşayanlar, henüz anlaşılamamış bir nedenle kenti aniden terk etmişler. Teotihuacan kentindeki yapıların konumları, Gize’deki piramitler gibi, Orion Takım Yıldızının yerdeki yansıması şeklinde. Yine tapınaklar Queatzalcoatl Tapınağı’ndan hareketle, gezegenlerin yerdeki yansıması olacak biçimde düzenlenmişler.
Antik şehri, isterseniz Güneş Piramidinin arkasından dolanarak yürüyebiliyorsunuz, isterseniz de arka arkaya bağlanmış vagonları çeken traktör benzeri bir araçla gezebiliyorsunuz. Biz yemek sonrası yürüdük ve önce Güneş Piramidini gezdik. Tüm merdivenleri ofla puflaya çıkıp, tepeye kadar ulaştık. Tepeye yakın bir yerde merdivenlerde bir daralma oluyor. Kaza olmasın diye dar bir alanda merdivenleri gidiş geliş yapmışlar ve ancak tek sıra çıkabiliyorsunuz. Burada biraz bekleme oluyor. Tepeden ise tüm şehir ayaklarınızın altında, ondan sonra da seyreyle gözüm dünyayı…
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Uzakta sağ tarafta, Ölüler Yolunun sonunda daha kısa olan ve tepesine kadar çıkılmasına izin olmayan Ay Piramidi, solda ise Ulusal Antropoloji Müzesinde birebir maketini gördüğümüz Quetzalcoatl Tapınağı var. Burada da yerli halk turist olarak çoğunlukta, her hareketimizi izleyen satıcılar ise peşimizde.
Güneş piramidi sonrası, Ay Piramidi ve civar gezilerini tamamlayıp bu güzel antik şehirden ayrıldık.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Bundan sonra hedefimiz 151 km ötedeki Puebla kenti olacak. Ancak yol üzerinde Tekila yapımını öğrenip, tadacağız ve volkanik kökenli bir taş olan obsidyen taşı atölyesini gezeceğiz.
Tekila bir kaktüs türü olan “Agave” bitkisinin öz suyundan elde edilen bir damıtık içki. İki kez, klasik ibriklerde damıtılıyor.
Tekila, Jalisco eyaletine bağlı bir Meksika kasabası olan Tequila‘dan geliyor. Aztekler 2000 yıl önce agave bitkisinin özsuyundan ürettikleri içkiye “Octilli Poliqhui” adını vermiş ve kutsal kabul ettikleri bu içkiyi Büyük Maya Tanrısı Olmeca‘ya adamışlar (Günümüzde Olmeca isimli tekila da var). Agave Tequiliana bitkisinin damıtılmasıyla gerçek tekila yapılıyor. Tekila içerken yanınızda mutlaka tuz ve limon bulundurun bu ikisi tekilanın tadına tat veriyor.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Tekila almayı Meksika havaalanına bıraktım. Ama hata ettim. Çünkü İspanya aktarmalı gelince valize içkiyi atamıyorsunuz: Madrid havaalanında da tekrar arama olunca, İspanyol Polis amca “ Oh ne güzel bana Tekila mı getirdin” deyip içkiye el koyuyor. Bu nedenle ya içkiyi Meksika içinde alıp valize atın ya da aktarmalı gelecekseniz almayın.
Bu arada bu Agave Kaktüsü de her derde deva bir bitki galiba; Yapraklarından elde ettikleri zarımsı kısmı papirüs gibi kağıt yapımında kullanırlarken, kaktüsün uç kısmındaki iğnesini ve devamındaki liflerini yara veya giysilerini dikmede kullanmışlar. Bu tesiste bize tanıtım yapan Meksikalı bayanın tekila içimi gösterisi ise harikaydı doğrusu.
Obsidyen taşlarlarla yaptıkları işler ise gerçekten çok güzeldi ama doğrusu paraya kıyamamak bir yana, gezinin başında yükü artırmak istemedim. Ama bunları almak konusunda kolaylıkla baştan çıkabilirsiniz. Bu arada Meksika’da pazarlık yapmak hem sokakta ve hem de dükkanda gerekli, unutmayın.
Otobüs hareketlendikten kısa bir sür sonra tekrar durdu. Burada da bir başka Meksika içkisi denedik. Bu Meksika içkisinin adı Mezcal. Mavi Agave kaktüsü dışındaki Agave kaktüslerinden yapılan içkiye Mezcal deniyor. Ben bu içkiyi daha çok tuttum ve ondan aldım. Bu içkinin içinde bazen kurtçuklar yüzüyor (bu kurtçuğa Gusano deniyor), kendine güvenen kurtçuğu da ağzına atıyor galiba. İsteyene ekstradan kurtçukta paketliyorlar. Fikir iğrenç gelse de Agave kaktüsünden doğal olarak içkiyi ortaya çıkartan da bu kurtçuk. Aztekler ve/veya öncesi insanlar bu kurtçuğun, kaktüsün köklerinden parazitlenip özsuyunu değiştirdiğini keşfederek, bu özsuyu içki olarak kullanmışlar.
Puebla şehri, Popocatepetl Yanardağı eteklerinde kurulmuş olan koloniyal bir şehir. Puebla’ya ancak karanlık basarken varabildik. Burası, İspanyolların ticaret yollarını güvene almak için 1531 yılında kurdukları şehirlerden bir tanesi. Küçük bir şehir gibi gözüküyor ama bir milyona yakın nüfusu varmış. Buradaki meydanın ismi Zocalo Meydanı. 2600’e yakın İspanyol döneminden kalma tarihi eseri ile aslında UNESCO’nun dünya kültür mirası listesi içinde olan bir şehir. Ama program o kadar yoğun ki her şeyden bir tadım bal alıyoruz. Capilla del Rosario Dominikan kilisesi 1571-1611 e tarihlenen Barok tarzı mimarisi olan bir kilise. Çok güzel tavan süslemeleri mevcut. Daha önceden yazmış olduğum gülen ve dili dışarıda yüzü bu kilise de görmüştüm, Mexico City de Katedral de değil. Düzeltmiş olayım, affedin.
Bu günlük gezinin sonunda otele gidip yemek ve uyuma işini hallettik. Bu gezinin temposu üçüncü günden belli oldu; Koş babam koş.. Ne yapalım ki bir ülkeyi böyle gezmenin de bir zevki var.
Gezekalın ve Aydınlık kalın…
İlk yazım tarihi : 08.11.2010 Saat 02:33
Düzeltilmiş son yazım tarihi 20.10.2016 Saat 12:03
15-31 Ekim 2010 tarihleri arasında Meksika-Guatemala gezisi yapmış ve çok güzel anılarla dönmüştük. O zamanlar Koptur firması ile yaptığımız bu geziyi, o dönemde yazılarımı yazdığım, www.gezekalinblogcu.com adresinde yayınlamıştım. Tüm gezi yazılarımı, kendime ait olan bu web sayfası altında toplama isteğim nedeni ile bu gezi yazısını gözden geçirilmiş hali ile yeniden yazmak ve sizlerle paylaşmayı arzu etmiş ve bu ilk yazıyı da yollamıştım. Ama sonrası gelmedi. Meksika gibi güzel bir ülkeyi bu sayfalarımda sizlerle paylaşmamak olmaz. Bu nedenle eskileri güncelleştirmeye devam ediyoruz.
Neyse! Lafı uzatmadan, masası başında gezmek isteyen sanal Gezginler:
Meksika ve Guatemala bizim “Görmeden bu dünyadan gitmek olmaz” diyeceğimiz ülkeler arasındaydı. Bağımsızlıkları için yıllarca savaşmayı göze alacak kadar cesur ancak doğru zamanda, doğru yerde bulunan kızıl saçlı, parıl parıl parlayan çelik zırhları içinde, at sırtında bir İspanyol’a teslim olacak kadar da kaderci insanların var olduğu bu bölgeyi gezmek bizim için bir ayrıcalıktı. Epey zamandır yaptığımız araştırmayı pratiğe dökmenin zamanı gelmişti. Bu arada Meksika ile ilgili olarak yararlandığım kaynaklar arasında Meksika’ya gitmeyi düşünenlere hararetle tavsiye edeceğim en önemli kaynak Bülent Demirdurak’ın Meksika adlı kitabıdır. Yakın zamanlarda bir ülke hakkında yazılmış olan ve okuduğum en kapsamlı Türkçe gezi kitabı oldu. Bu gezi yazımda bazı genel bilgileri onun kitabından aldığımı söylemeliyim.
Meksika-Guatemala gezimiz için önce Madrid’e ardından da Mexico City’e uçmamız gerekti. 2010 Yılında THY’nın Mexico City’e doğrudan uçuşları başlayacak diye bir söylenti vardı ama yıl 2016 ve hala o noktaya THY uçuşu yok.
Uzun ve sıkıntılı bir yolculuk sonrası Mexico City havaalanına indik.
Çok da eziyetli olmayan bir bekleme sonrası gümrükten geçip havaalanı dışına çıktık. Bizi yerel acente rehberi Bayan Violetta karşıladı. Hakkındaki ilk izlenimimiz bilgili ve güven verici olduğu yönünde.
İlk gün doğruca otele gittik. Zaten rahatsız ve uzun bir yolculuktan sonra vardığımız şehrin gece hayatını yaşayacak halimiz yoktu. Hatta Türkiye ile 8 saatlik zaman farkı olunca iyice dağıldık diyebilirim. Otelimiz Alameda Parkı denen bir büyük parkın yakınında ve şehrin merkezine yakın. Ancak yeni geldiğimiz bu şehirde lokalizasyona hakim olmayınca ve bulunduğumuz şehrin adı da Mexico City olunca dışarı çıkmaktan korktum.
Meksika’nın başkenti olan Mexico City çok eski yıllardan beri yerleşim yeri olmuş. İki bin metre yükseklikte ve volkanik bir göl olan Texcoco Gölü üzerinde kurulmuş bir şehir. Tabii bu gün artık gölün üzerinde olduğunuzu pek anlamıyorsunuz. Çevresi ile birlikte yaklaşık 21.2 milyon nüfusu ile Mexico City koca bir metropol.
Bu bölgenin ilk halklarından olan Toltekler, Kolomb öncesi uygarlıklardan birini oluşturuyorlar ve Meksika’daki Aztek-öncesi üç kültürden (Mayalar, Toltekler, Olmekler) biri olarak kabul ediliyorlar. Meksika topraklarında ilk insan topluluklarına ait izler, tarihçilere göre, yaklaşık 20.000 yıl öncesine gidiyormuş
“Toltek” sözcüğü Nahuatl dilinde “İnşaatçı üstat” anlamına geliyormuş. Hakkında fazla bilgi sahibi olunmayan kadim Amerika uygarlıklarından biri olan Toltekler’in kökeni ve yaşadıkları dönem hakkında çeşitli varsayımlar bulunmakta. Şimdilik en kabul gören varsayım, nereden geldikleri bilinmeyen bu halkın günümüzden 3300 yıl önce mevcut olduğudur. İleri bir uygarlık oluşturdukları sanılıyor. Arkeologlara göre başkentleri , Mexico City’den yaklaşık 80 km. uzaklıkta bulunan, Teotihuacan yakınlarındaki, Tula adlı bir kent.
Daha sonra sahneye çıkan ve Meksika’nın kuzeyinden gelen bir halk olan Aztekler, terk edilmiş mükemmel Toltek yapıları ya da kalıntılarıyla karşılaşmışlar. Meksikalılar kendilerini, bu topraklara 1325 yıllarında gelen Azteklerin torunları sayıyorlar. Daha önceki kavimlerin olsun, Azteklerin olsun yani tüm Mezo-Amerikan halklarının kökenleri konusunda efsaneler var. Kimisi kayıp kıta Mu, kimisi Atlantis ve kimisi de Bering Boğazı’nı o zamanlar yürüyerek geçen Asya insanlarından bahsediyor.
Biz tekrar konumuz olan Mexico City’e dönersek; Burası zamanında büyük göl ile kaplı olan bir vadiymiş ve Aztekler de buraya gelip yerleşmişler. Bugünkü Mexico City Şehrinin çekirdek hali işte bu gölün üstünde var olan ada ve çekirdek halkı da bu adaya yerleşebilmiş olan Aztek halkı. Aztekler o zamanlar buraya, kahinleri olan Tenoch’un “kartalla yılanın birleştiği yere gitmeniz gerek” emrini aldığı rüyası üzerine gelmişler. Hikaye bu ya, Aztekler, bu adada ağzında yılan tutan bir kartalı görünce “Hah! İşte bizim yer burası” deyip yerleşmişler. Şehre de bu kahinin ismine izafen Tenochtitlan demişler. Bu berbat yeri de zamanla Venedik benzeri bir şehir haline getirmişler. Bugünkü Meksika bayrağının ortasında bulunan ağzında yılan tutan kartal ise o efsaneden kalma.
Biz işte ilk ve sonraki günde tarihi kalıntılar üstüne inşa edilmiş Mexico City’i gezeceğiz. Burası da, İstanbul’umuz gibi, tarihi şehrin tüm kalıntıları üstüne kurulmuş ve kazmayı vurdun mu tarih fışkıran bir şehir. 2200 metre rakımlı bu şehirde, 110 milyonluk Meksika nüfusunun 21.2 milyonu yaşıyor. Siz varın şehrin kalabalığını, trafiğini düşünün!
Rafael isimli bir Meksikalı şoförün kullandığı rahat bir otobüsle ilk gittiğimiz yer Zocalo olarak da bilinen Devrim (Reforma) Meydanı. Burası şehrin tam merkezi ve dünyanın en büyük üçüncü meydanıymış.
İlk olarak Palacio Nacional’i yani Hükümet Sarayını gezeceğiz. Sabah erkenden gidince kuyruğun başlarında olduk. İlerleyen saatlerdeki kuyruğu görünce, yerel rehberin bizi neden ilk olarak oraya götürdüğünü anladım. Binanın bulunduğu yerde Azteklerin aşırı dindar kralı olan, İspanyolları tükürükle boğup yok edecekleri yerde, “kaderimiz bu” deyip teslim olan 2. Moctezuma’nın Sarayı varmış. İspanyol General Cortez, Moctezuma’nın Sarayının yerine kendisine önceleri bir kale, sonra saray yaptırıyor (1521-1530). Sonradan bu bina 1562’de Cortez ailesinden İspanyol Kraliyetince satın alınıyor ve 1820’lerde Meksikalıların bağımsızlıkların kazanmasına kadar da İspanyol Kraliyetinin atadığı valilere hizmet ediyor.
Binanın ön cephesinin uzunluğu 200 metrelerde, düşünün büyüklüğünü. Ön cephede Hidalgo adlı papazın, İspanyollara karşı başlattığı isyanın, başlama işaretini verdiği orijinal çan gözüküyor.
Binaya girişte merdivenleri çıkınca sizi ilk karşılayan, Frida Kahlo ile çalkantılı yaşamları ile de bilinen, ressam Diego Rivera tarafından yapılan duvar resimleri oluyor. Duvar resimlerinde 1521’den 1930’lara kadar Azteklerden, İspanyollara, Fransızlara ve sonradan onlara başkaldırıya kadar tüm Meksika tarihi resmedilmiş. Hatta Meksika’nın geleceği bile resmedilmiş diyebilirim. Meksika tarihinin önemli şahsiyetleri olan kral Moctezuma, Zapatista, Hidalgo, Juares Benito gibiler yanında Meksika’yı sömürgeleştiren İspanyol Cortez, Karl Marx, Lev Troçki gibi dünya şahsiyetlerinin çoğu duvarlara resmedilmiş. Aztek efsanesi olan ağzında yılanla kartal da var bu resimlerde, Hidalgo’nun isyan başlatmak için çaldığı çan da. Gerçekten çok etkileyici resimler. Diego bu resimleri 1929-1935 yılları arasında yapmış. Uzun süre kendimizi bu resimleri seyretmekten alamadık. İşin ilginci, Diego Rivera bu resimlerde hiç beklemediğiniz bir yere sevgili karısı Frida’yı çizmiş. Bir bakıyorsunuz gelecek ile ilgili çizdiği resimlerde kalın kaşları, topuz saçları ile Frida gözükürken, bir başka duvarda bir Aztek Generali, Frida’ya kesilmiş bir kol sunabiliyor.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Daha sonra yakın zamanda ziyarete açılmış olan sarayın diğer odalarını da gezdik. En ilginç olan oda ise bağımsızlık ilanın yapıldığı balkonun bulunduğu oda. Orta avlu da bir fıskiye var. Burayı fotoğraflamaya çalışırken, bir anda elinde kamçısı ile kendine bir at muamelesi yaparak içeri koşarak giren bir adam ve arkasından koşturan çocuk ordusu avluda belirdi. “Sarayın delisi de herhalde bu adamdır” diye düşündüm. “Ama çocuklar neyin nesi” diye düşünürken olay anlaşıldı; Meğerse bir okul, öğrencileri olan çocukları saray ziyaretine getirmiş ve olayı çocukların ilgisini çekecek hale getirmek için de eski zamanların süvarisi mizanseni yaratılmış. Bu adamcağız çocukların tüm ilgisini üzerine çekerek, saray ve tarihleri hakkında bilgi veriyordu. Hayran oldum. Millet, geleceği olan çocuklara tarih bilincini böyle verebiliyor, biz de ise ”haydin çocuklar, toplu halde namaza”!
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Saraydan sonraki ziyaret yerimiz şehrin Katedrali oldu. Mexico City’deki Katedral, Amerika Kıtası’nın en büyük ve en eski olanı. Tahmin edebileceğiniz gibi bu Katedral, eski bir Aztek tapınağı yerine inşa edilmiş. Eskiden burada (Templo Major) piramit şeklinde Aztek tapınağı varmış ve bu tapınağa ait olan taban kısım, Katedralin hemen arkasında yapılan bir kazıda tesadüfen bulunmuş. Mexico City içindeki tek Aztek kalıntısı da bu kalıntılar. Yani sizin anlayacağınız İspanyollar bölgeye geldikten sonra, tüm Aztek yapılarını yıkıp yerine kendi yapılarını yapmışlar. Hoş, adamların neyini eleştirebiliriz ki? Bizde de Osmanlı dışı ne varsa, ya toprak ya da suyla örtmüyor muyuz?
Neyse! Dönelim Katedral’e; Burası 1524-1532 yılları arasında, Aztek tapınak taşlarının kullanılarak yapıldığı kilise yerine, 1573 yılında yapımına başlanmış bir Katedral. Yapımı 1813 yılına kadar sürmüş. 1962 yılında çıkan yangında Katedralin içi harap olmuş. Gotik tarzda yapılmış Roma Katolik Katedrali. Hem dışı ve hem de içi heybetli gözüküyor. İki adet çan kulesi var ve hemen sağ tarafta daha yeni gözüken yer ise vaftizhane bölümü. Tesadüfen o gün içeride vaftiz töreni varmış. Ben dışarıyı fotoğraflamaya çalışırken, içerideki töreni kaçırdım. Ben gittiğimde bizim grubun diğer fotoğrafçıları işi bitirmiş, çektikleri karelerin zevkini çıkartıyorlardı. Bu kadar çok ve cicili bicili giydirilmiş çocuğu görünce uyanmalıydım ama ne yapalım!
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Katedralin tavan kısımları çok güzel işlemelerle dolu. Burada da, Orta ve Güney Amerika’da inançlarından uzaklaştırılıp, Hıristiyanlaştırılmak istenen yerli halkın işçi olarak kullanıldığı kiliselerde olduğu gibi, sağa sola sokuşturulan (zenci İsa, Meryem Ana’nın yarım ay içinde gösterilmesi gibi) kendi inanışlarından motifler veya Hıristiyanlığı kendince hicvetme yollarından bir tanesine rastladım. Kasvetli Katedralin tavanında dil çıkartan bir figür, aşağıda ibadet edenlere alaycı gözlerle bakıyor gibiydi. Belki de ben yanlış değerlendiriyordum ama yerel rehbere sorduğumda beni destekler şeyler söyleyince haklı olduğumu anladım.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Katedral gezisi sonrasında otobüse binip hem öğle yemeğini yiyeceğimiz ve hem de tekne ile gezeceğimiz Xochimilco Kanallarına gittik. Burası merkezden 30 km dışarıda bulunuyor. Aztekler üzerinde yaşam inşa ettikleri gölde yaşanır alanları artırmak için, göle bıraktıkları bitkileri büyütmüşler ve yerleşim yerleri (hatta tapınaklar) yapmışlar. Bu bitkilere Chinampa deniyor. Buradaki yerleşim yerleri işte bu bitkilerin üzerine inşa edilmiş ve Aztek kenti Tenochtitlan’dan elde kalan son şey bu kanallar.
Tekneler kıyı boyu dizilmişler. Biraz Venedik, biraz Tayland karışımı bir gezi olacak gibi. Venedik desem daha uygun kaçar herhalde. Arkada bir görevli, uzunca bir sopa ile hem tekneye yön veriyor ve hem de ilerletiyor. Ancak hem teknelerin yapısı ve hem de yanımıza gelen ve yüzen orkestralar gibi teknelerde ki sanatçılar, Venedik’in hem şarkı söyleyen ve hem de kürek çeken gondolcularına pek uymuyorlar. Doğrusu ben buradaki biçimi daha çok sevdim. Sağdan soldan geçen ve teknelerinde oyuncaktan, giysiye satış yapan, tekne içi mangallarda pişirdikleri yiyecekleri satan insanların varlığı ise Tayland’daki yüzer marketleri (Floating Market) andırıyor; Yani doğu ve batı sentezi mevcut burada. Çok renkli ve çok güzeldi. Kıyıda sapsarı çiçek tarlaları ise harika bir görüntü veriyordu. Burada geçirdiğimiz saatler, tüm gezinin en iyi anları oldu. Hele tipik bir Mariachi (düğün çalgıcısı demek) görünümde bir sanatçının söylediği şarkılara bayıldım. Meksika’ya, Mexico City’e yolunuz düşerse bu kanallardaki deneyimi mutlaka yaşamalısınız.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Kanal gezisi sonrası ise gittiğimiz diğer bir yer ise Frida Kahlo’nun müze evi oldu. Frida Kahlo’nun evi şehrin dışında ama kanallara göre daha yakın sayılır. Coyoacan denen bir yer burası. Coyoacan, “Coyota denen bir hayvanın yaşadığı yer” anlamına gelen yerli dilinde bir kelime. Bu hayvan hindi ile köpek arası ve bol yağlı bir hayvanmış. Aztekler bu hayvanın etini yerlermiş. Bu kıtaya koyun, keçi ve at İspanyollarla gelmiş.
Gelelim Frida’ya; bu bayan tam bir melez. Anne, Meksikalı yerlilerle karışmış İspanyol bir aileden ve baba ise bir Alman. Babası fotoğraf sanatçısı olarak zamanında oraya davet edilmiş, sonra da Meksika ya yerleşmiş birisi. Frida ise 1907-1954 yılları arasında yaşamış ve geçirdiği kaza sonrası ağır yaralanıp, ömür boyu da bu izleri taşımış. Yaşamının son yıllarında iyice yatağa mahkum olmuş. Bu uzun yatış günlerinde onu oyalayan aktivite ise resim yapmak olmuş. Frida’nın şöhreti daha çok çapkın eşi ve daha ünlü bir ressam olan Diego Rivera ile ve Troçki dahil, başka erkeklerle olan çalkantılı ilişkilerinden geliyor. Evi müze haline getiren kardeşinin çocukları burada iyi bir müzecilik anlayışı sergilemişler. Frida’nın aynalı özel yatağı dahil her şey aslı gibi duruyor. İçeride fotoğraf çekmek yasak, bu nedenle sadece yatağını, o da dışarıdan ve kısmen çekebildim. Önceleri “burası olmasaydı da Kanallarda biraz daha fazla vakit geçirseydik” demiştim ama çivit mavi boyalı evi daha dışarıdan görünce burasının özel bir yer olduğuna karar verdim. İçeride her köşede bir hüzün var. Yatağın ayak ucunda duran takma bacağı, koltuk değneği ve kırık omurgasına destek için giydiği korseyi görünce içiniz burkuluyor. Ama Frida’nın yaptığı resimlere ve fotoğraflarında gözüken yüz ifadesine bakınca bu kadının hayata sarılmasına hayranlık duyuyorsunuz. Yaşamla matrak geçmiş gibi gözükse de, yaşama asılmış birisi aslında Bayan Frida. Filmini seyretmediyseniz mutlaka seyredin derim.
Sonraki durağımız ise Mariachi’lerin yeri olan Garibaldi Meydanı. Burası Mexico City’nin bir diğer ilginç ve özgün yeri. Yol kenarında müşteri bekleyen kadın görmüştüm ama müşteri bekleyen müzisyene hiç rastlamamıştım. Çok ama çok hoşuma gitti. Mariachiler, Fransızların Meksika’yı yönettikleri dönemde ortaya çıkan, düğünlerde, davetlerde çalan orkestralar. Büyük şapkaları (Sombrero), giysileri, uzun sivri burun ve topuklu ayakkabıları ile özgün bir görünüşleri var. Orkestranın büyüklüğü size bağlı. Bastırırsınız Peso’ları (Meksika para birimi 1 USD= 18.5 Meksika Peso su-2016 döviz oranıdır), çok kişili ve çalgılı bir orkestra kiralarsınız. Bir şefin bulunduğu orkestrada 2-3 gitar, 2-3 viyolonsel, flüt ve 2-3 kişilik bir trompet ekibi bulunuyor. Biz de bir orkestranın karşısına geçtik ve 3 şarkılık küçük konserimizi dinledik.
Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.
Gruptan bazı gezginler Mexico City şehir turuna başlar başlamaz “bu şehirdeki Osmanlı saat kulesini de görecek miyiz?” diye sorup durdular. Doğrusu benim o ana kadar bu şehirde, böyle bir saatin varlığından haberim yoktu. Öyle ya! O zamanlar Meksika nere, Türkiye nere? 1810 yılında bağımsızlığını kazanmış olan Meksika, 1910 yılında bağımsızlığının 100. Yılını kutlayacakmış. Osmanlı Sultanı, Sultan Reşat (Beşinci Mehmed), bir jest yaparak, sarayın atıl durumdaki bir saatini tamir ettiriyor ve İznik Çinileri ile de kaplattırıyor. Bu hazırlıklara 1909 yılında başlanmış ve 1910 kutlamalarına yetiştirilip, bugün bulunduğu Bolivar Bulvarındaki yerine o zamandan yerleştirilmiş. Hala tıkır tıkır çalışıyor.
Bu saatin bulunduğu yerden yürüyerek Alameda Parkı ve Benito Juares Anıtı önünden geçtik. Her köşede bir aktivite ve bir ayrı renk var. Bir parkta Latin dansı yapan çiftler, bir başka köşede ellerindeki davullara olanca güçle vurup inanılmaz güzellikte bir ritim yakalayan gençler, Benito Juares anıtı önünden geçerken de ellerinde gitarları ile müzik yapan insanlara şahit oluyorduk.
Artık günün sonu yaklaştı. Tempo yüksekti ve epey gezdik ve daha da önemlisi bu şehirden büyük bir keyif aldık.
Yarına Mexico City’den ayrılacağız ve uzun otobüs yolculuğumuz başlayacak. Ama sabah erkenden bu şehirdeki son aktivitemizi gerçekleştireceğiz; Ulusal Antropoloji Müzesi’ni gezeceğiz.
Şimdilik Gezekalın..
Ümit Kuru
İlk yayın tarihi 06.11.2010; Saat 01:00
Gözden geçirilmiş son yayın tarihi 20.10.2016 Saat 01:26