Sabah aracımızla gezimize başladık. Bugün hem dünden eksik kalan Lizbon bölgelerini ve hem de Lizbon yakın çevresini gezeceğiz.
Otobüsümüz şehir merkezine doğru giderken, Nail’e Boğa Güreşi Arenasını sordum. Onun anlattığına göre, Portekiz ve İspanya’daki boğa güreşleri farklıymış. İspanya’da boğa, arenada kılıç ve mızrak darbeleri ile öldürülürmüş ama Portekiz’de boğa arenada öldürülmezmiş. Portekiz’de boğa güreşleri şu şekilde oluyormuş;
Portekiz’de atlı bir süvari (şövalye), boğanın önünde koşarak onu yoruyor. Yani aslında boğa ile at karşılıklı olarak birbirleri ile dövüşüyor. İlerleyen zaman diliminde süvari boğanın sırtına 4-5 mızrak saplıyor. Ama bu darbeler boğa için öldürücü olan darbeler değil. Portekiz’de boğanın boynuzlarının sivriliği alınarak süvarilere zarar vermesi engelleniyor. Müsabakanın sonuna doğru Forcado denen adamlar (kelime anlamı olarak idamı-ölümü göze alan demek) boğanın baş bölgesinden üstüne çıkmaya çalışıyor. Bunu yapabilirse de kesin zafer kazanılmış oluyor. Ancak asıl hüner gerektiren kısım da burası. Bunu öyle yapmak zorundalarmış ki boğanın boynuzları ile yaralanmasınlar. Nail’in anlatmak istediği Portekiz’de boğa güreşleri, İspanya’ya göre daha insani boyutta. Gerçi burada güreşen boğanın sonu da mezbahada bitiyor. Yani boğanın hayatı arenada değil de mezbahada sonlanıyor. Çok az hayvan yeniden arenada güreşebiliyormuş. Neyse! Bu tür gösterilere karşıyım ben.
Geziye Praça dos Restauradores’den başladık. Bu meydan çok güzel. Ortada bir obelisk var. Burada yerlere döşenmiş renkli ve desen verilmiş taşlara “Calçada Portuguesa” deniyor. Lizbon sokak ve meydanları çeşitli desenlerde siyah beyaz küçük taşlarla döşeli.
Buradan yürüyerek Rossio Tren İstasyonu’na (Estação de Caminhos de Ferro do Rossio) ulaştık. 1886-1887 tarihli bu yapı, Lizbon’dan Sintra’ya trenlerin kalkış istasyonu.
Yola devamla uğradığımız bir diğer ziyaret yeri olan Igreja de São Domingos, aslında bir zamanlar Lizbon’un en eski kilisesiymiş. İlk yapım tarihi 1241. 1910 yılında cumhuriyetin ilanına kadar kraliyet düğünleri burada olurmuş. Bir zamanlar engizisyon mahkemesine ev sahipliği de yapmış. Önce 1531 Lizbon depreminde hasar görmüş, 1755 depreminde ise tamamen yıkılmış. Tamir için hemen girişimde bulunulsa da 1807 yılına kadar bitirilememiş. 1959 yılında kilise bir yangında tamamen tahrip olmuş. Günümüzde komple bir onarım yapılmamış ama yangının dehşetini de gösterecek şekilde tavanları kırmızıya boyalı olarak, temel bir onarım görmüş. İlginç bir kilise, tarihi önemi ve içeride ki yangının dehşetini gösteren onarım şekli için gezilmesi gerekir.
Praça da Figueira kentin önemli meydanlarından. Burada eskiden bir hastane varmış. Ancak bu hastane 1755 yılı depreminde yıkılmış. Kentin bu bölümlerinin yeniden inşası sırasında bu bölge açık bir pazar halinde tasarlanmış. Meydanın ortasındaki kaide üstünde, at sırtında gösterilen Kral I. John.
São Jorge Kalesi bölgesine asansörle çıktık. Tepeden çok güzel Lizbon panoraması fotoğrafları aldık.
Sonra da Alfama bölgesine yürüdük. Alfama, São Jorge Kalesi ile Tejo Nehri arasındaki yokuşta kurulmuş en eski mahalle. Mahallenin adı Arapça’da hamam anlamına gelen Al-hamma ‘dan geliyor. Bu mahalleyi gezmek, bir anlamda, şehrin en eski bölümünü görmek demek. Oldukça fazla sayıda tarihi bina var. Ayrıca bölgede, pek çok da Fado barları ve restoranlar var.
İber Yarımadasındaki İslamiyet döneminde Alfama, şehrin tamamını oluşturuyordu. Daha sonra şehir batıya, Baixa bölgesine doğru genişlemiş. 1755 Lizbon Depreminde Alfama, şehrin diğer semtlerine göre daha az etkilenmiş. Bu sayede dar ve tarihi sokaklar günümüze kadar kalabilmiş. Gerçekten de buradaki daracık sokaklar, balkonlarına çamaşırlar asılmış rengarenk karşılıklı evler çok güzeldi. Bu bölge hummalı bir hazırlık içindeydi. 4-12 Haziran tarihleri arasında Ulusal Tarım Festivali olacakmış. Onun için hazırlıklar yapılıyordu.
Buradan yürüyerek Praça do Comércio’ya (Ticaret Meydanı) geldik. Aracımıza ulaştık.
En sonunda beklenen an geldi ve orijinal, patentli Pastéis de Belem (ya da diğer pastanelerdeki adı ile Pastéis de Nata) tatma zamanı. Sonunda o meşhur dükkanın önüne geldik.
Bellem Turtası milföy hamuruna, içeriği yıllardır sır gibi saklanan bir karışım konan turta çeşidi. 18. yüzyılda Jeronimos Manastırının, Santa Maria de Belém kilisesinde çalışan rahipleri tarafından yapılırmış. Bu rahipler çoğunlukla bu tür turtaların bolca yapıldığı Fransa’dan gelen rahiplermiş. O dönemler rahibeler elbiselerini kolalamak için bolca yumurta akı kullanırlarmış. Bu da ellerinde ziyan edemeyecekleri ve pasta yapmak için bolca hazır yumurta sarısı var olduğu anlamına geliyor. Böylece bu kilise rahipleri bu nefis turtayı yapmışlar ve çok da tutmuş. 1820’de özgürlük hareketi sonrasında bazı dini yapılar kapatılmış. Bu turtanın yapıldığı bölüm de kapatılınca, kiliseye gelire devam olması için turtanın tarifi, sonradan 1837 de Fábrica de Pastéis de Belém adı ile orijinal turtanın yapılacağı pastaneyi açacak olan kişilere satılmış. Günümüzde bu pastaneyi hala o kişilerin torunları yönetiyor.
Dışarıda korkunç kuyruk oluyor. Ama içeride yaklaşık 400 kişiye hizmet verecek kadar yer ve eleman mevcut. Günde ortalama 30000 adet turta satılıyormuş. Grup olarak bizi arka tarafta bulunan bir alana aldılar. Abartmıyorum, dükkan içinde yaklaşık 5 dakika yürümüşüzdür. Zaman içinde komşu olan tüm mekanları pastane içine katmışlar. Nefisti! Tek kelime ile nefisti. Lizbon’a gelmişseniz bu turtayı mutlaka burada yemelisiniz.
Turta yeme sonrası pastaneden çıkıp, Jeronimo Manastırı önündeki parkta dizili Jakaranda ağaçlarının mor çiçeklerini son kez fotoğraflayıp, Sintra’ya gitmek üzere aracımıza bindik.
Sintra, Lizbon’a yaklaşık 35 km uzaklıkta. Sintra 19. yüzyıl romantik yapısal anıtları nedeni ile UNESCO Dünya Kültür Miras Listesine alınmış olan bir yer. Buradaki doğa ve yapılar, Dünya Mirası Listesine giren görünen kısmı olsa da aslında Sintra, Portekiz’in tüm geçmiş kültürünü yansıtıyor. Sintra Dağları, Cascais Doğal Parkı ile birlikte Sintra, Sintra’nın kutsal mekanları, evleri, villaları ve sarayları turistlerin gözde ziyaret yerlerinden.
Sintra’da üç önemli saray var; Pena Sarayı, Quinta da Regaleira ve Sintra Ulusal Sarayı. Kalesi ise Castelo dos Mouros. Bunun dışında irili ufaklı saray yavrusu villalar ve çok güzel küçük evler var. Daracık sokaklarında yürümek ayrı zevk, ormanlarında kaybolmak ayrı bir zevk. Burası aslında bir tam günü hak ediyormuş. Biz ise sadece birkaç saat zaman ayırabildik. Aşağıya Pena ve Quinta da Regaleira Saraylarını gösteren videolar ekledim. Çok güzel. Bakmanızı tavsiye ederim.
Saraylardan Ulusal Sarayı gezdik. Çok güzeldi. Ama keşke hakkımızı Quinta da Regaleira’dan yana kullansaydık. Çünkü buranın ormanlık bir bölümü de var. Buranın bahçesini serbest zamanda kısmen gezebildik.
Önce gezdiğimiz Ulusal Sarayı anlatayım. Bu saray neredeyse 15. yüzyıldan, 19. yüzyıla kadar hiç kesintisiz şekilde kraliyet aileleri tarafından kullanılmış ve Orta Çağa ait en iyi korunmuş saray kabul ediliyor. Bu bölgeyi Emevilerden 12. yüzyılda alan Kral Afonso Henriques, bugünkü Ulusal Sarayın olduğu yeri kendine ikamet yeri olarak seçmiş. Sarayda Gotik, Manuelin, Arap ve Mudejar (romanesk ve gotik üslupların Arap mimari tarzıyla karışmasını ifade eden İspanyolca terim) mimari stilleri iç içe bulunuyor.
Saray içinde Kuğulu Salon, İç bahçe, Saksağan Odası, Kral sebastian’ın yatak odası, Julius Sezar Odası, Manuelin Odası ve muhteşem Büyük Kabul Salonu geziliyor. Teraslardan manzara çok güzel. En tepede Sintra’nın kalesi (Castelo dos Mouros) gözüküyor. Bahçede bulunan ve yaz aylarında sıcaktan kaçmak için yapılan çinilerle döşeli ve aralarından ince borularla su buharı veren bölüm ise çok ilginçti.
Daha sonra serbest zaman verildi ve Sintra’nın dar sokaklarında vakit yettiğince gezdik.
Öğle yemeği için nefis bir yer seçilmişti. Zaten gezi boyunca gerek öğle ve gerekse de akşam yemeklerinin seçilme yeri hep çok güzel oldu. Bu konuda bir defa daha Koptur ve Nail’e teşekkür etmeliyiz.
Yemeği Cabriz Köyünde çok güzel bir restoranda yedik. Hem ortam çok güzel ve hem de yediğimiz yemekler mükemmeldi.
Yemek sonrası Coba da Roca‘ya doğru hareket ettik.
Cabo da Roca (Roca Burnu) Portekiz’in dolayısı ile de Avrupa’nın en batı ucunda yer alıyor. Burası Lizbon’un 42 km batısında. Yarların yüksekliği 100 metreyi geçebiliyor.
En tepede bir fener var. Fener, derin yarlar, hırçın deniz ve açık-güneşli bir hava… Yani güzel fotoğraf için ne ararsanız mevcut. Ben de bolca bastım deklanşöre.
Cascais adlı kasabaya doğru yol alırken denizde sörf yapanları gördük ve hemen aracı durdurduk. Bir süre fotoğraf molası verdik.
Cascais, erken tarihinde uzun yıllar küçük bir balıkçı kasabası olarak varlığını sürdürmüş küçük bir yerleşim yeri.
1807’de Fransızların istilasına uğramış. Kasabada bulunan 17. yüzyıldan kalma ”Citadela” adlı yapı, General Junot tarafından askeri merkez olarak kullanılmış. Aynı yapı (”Citadela”) 1870 yılında Kral I. Luis tarafından yaz konutu olarak kullanılmaya başlayınca Cascais diğer aristokratlar tarafından da tercih edilmeye başlanmış. Aristokrat, zengin gelir de küçük evde mi oturur? Saray, konak gibi yapıların yapımı birbirini izlemiş.
1939-1946 yıllarında İkinci Dünya Savaşı nedeniyle kasabaya gelen aristokrat, politikacı, aktör ve yazarlar nedeniyle kasabanın nüfusu artmış.
Bu dönemde kasabaya gelenler arasında çok önemli isimler de varmış; Bunlar arasında İtalya Kralı Umberto, İtalya Prensesi Joana, Romanya Kralı II. Carol, İspanya Prensi Juan, Windsor Dükü sayılıyor.
Cascais gezisi sonrasında Lizbon’a geri döndük. Akşam yemeğimizi Praça do Comercio Meydanında bulunan Populi Restoranda yedik.
Gözümüzü, ruhumuzu doyurduğumuz günün sonunda midemizi güzel yemekler ve şarapla doldurduk.
Bugün çok yoğun ama bir o kadar da güzel bir gün oldu. Allah sağlık ve mutluluk versin hepimize, gezme kısmı sonradan geliyor nasılsa….
Gezekalın ve aydınlık kalın…
Dr Ümit Kuru
26.05.2017 Saat 00:59
Kaynaklar: