• Arşivler

  • Diğer 531 aboneye katılın
  • Mart 2013 den beri

    • 378.129 ziyaretçi
  • Kasım 2014
    P S Ç P C C P
     12
    3456789
    10111213141516
    17181920212223
    24252627282930

HIRVATİSTAN, KARADAĞ, BOSNA-HERSEK GEZİSİ-Kotor Körfezi / KARADAĞ

SONY DSC

Sabah saat 09:00 gibi otobüsümüz, bu sefer yeni bir ülkeye, Karadağ’a gitmek için hareket etti. Hırvatistan’da 1-2 gün daha rahatlıkla geçirebilirdim ama yapacak bir şey yok, program belli. “Bu gezi ile kendimize gelecekte yeniden gideceğimiz bir rota belirlemiş olduk” diyeceğim ama hanımla ” bir gittiğimiz yere, bir daha gitmeme” şeklinde bir gezi anlayışımız var. Öyle ya! Gezilecek çok yer var ama para ve zaman kısıtlı. . O nedenle önce görmediğimiz ve gitmeyi planladığımız yerler bitirilmeli..

map_of_montenegroKaradağ benim merakla beklediğim bir ülke. Bizim programda burası için 2 gece 3 gün vermiştim. Ama tur programı 1 gece 2 gün şeklinde. Baştan biliyorum ki Karadağ’ın tadı damağımda kalacak.

Hırvatistan’ın safir mavisi Adriyatik denizi, Karadağ’da da devam etse de, heybetli gri dağların gölgesinde, denizin renginde kararma oluyor. Karadağ (Montenegro) ismi de bu dağlardan geliyor zaten.

Karadağ, tarih boyunca bağımsızlığı için savaş vermiş olan bir ülke. Bizim dedeler buralarda hep başarısız olmuşlar. Karadağlılar, bu başarıları ile de haklı olarak büyük bir övünç duyuyorlar. Gerçi “Bu kadar dağda taşta dedelerin işi de neydi?” diye soruyor insan. Bağımsızlığı için savaşan insanları takdir etmek lazım.

Tarihlerinde iki kez bağımsızlıklarını kaybetmişler. Bunlardan bir tanesi 1166 yılında Sırp Kralı Raska’ya karşı olmuş ve 200 yıl Sırpların boyunduruğu altında yaşamışlar. Bir diğeri ise 1. Dünya savaşında, 1916 yılında Avusturya işgali ile olmuş. Sırplarla birlikte Avusturyalılara karşı savaş vermişler ve kurtulmuşlar. Ama bu sefer de Sırplar bu ülkeyi 1922 yılında topraklarına katmışlar.

Vladika_daniloTarihte Karadağ’lılar aslında kabile yaşamı süren insanlar olmuşlar. 17. Yüzyılda bu kabileleri birleştirip devlet haline getiren, prens-din büyüğü karışımı Danilo Petrović (Vladike Danilo) olmuş. Bu yönetici hiç evlenmemiş ve ondan sonra da yönetime yeğeni geçmiş. Bu amcadan yeğene tahtın nakli sonra da devam etmiş. Vladike 1. Petar ve sonraki takipçisi 2. Petar Petrovic Njegos Karadağı, merkezi yönetimi olan bir devlet haline getirmişler. Osmanlı-Rus savaşlarının olduğu bir dönemdeTürklerin elinde olan bazı bölgeler 2.Petar sayesinde Osmanlılardan alınmış ve siyasi başkenti Cetinje olan bağımsız bir devlet olmuşlar. Devletin başına geçen 1. Nikola ise evlenmeme geleneğini bozup, bir de üstüne çok sayıda çocuk sahibi olmuş. Çocuklarından 6 kız çocuğunu Avrupa’nın aristokrat ailelerine gelin verince Karadağ’ın devlet olarak durumu daha da sağlamlaşmış ve Cetinje’de bazı büyük devletlerin elçilikleri açılmış. 1910’da 1. Nikola kendini kral ilan edince Karadağ’a monarşi gelmiş. Dört yıl sonra Karadağ savaşa girmiş ve 4 yıl sonra da Sırp boyunduruğu altına girilmiş. 1919 yılında Kral 1. Nikola’nın desteklediği bir başkaldırı olsa da başarılı olamamış. İkinci Dünya savaşında Partizanlara yaptıkları yardımlar karşısında Tito, Karadağ’a ödül olarak Cumhuriyet statüsü vermiş. 2006 yılında ise Karadağ, özgürlüğünü ilan edip, Dünyanın 192. Devleti olmuş.

Halen kendine has bir para birimi olmayıp, Euro resmi para olarak kullanılıyor. Ülkenin başkenti Podgorica’ya taşınmış. 2014’de tahmini nüfusu 650.000 ve yüzölçümü ise 13.812 km².

Dubrovnik’ten çıkışta son bir kez daha Dubrovnik fotoğrafları almak için durduk. Sabahın bu saatlerinde bu ışıkta bir başka güzel gözüküyor, Dubrovnik.

SONY DSC Dubrovnik’ten 45 km sonra Karadağ sınırına geliyorsunuz. Sınırda biraz beklemek zorunda kaldık. Sınırı geçtikten birkaç kilometre sonra bir benzin istasyonunda durduk. Kilometre olarak biraz erken olan ama sınırda kaybettiğimiz zamana göre yerinde bir molaydı. Karadağ tahmin ettiğim gibi yemyeşil bir ülke. Hele de gittiğimiz zaman yeşilin en canlı zamanı olunca, manzaraya doyum olmuyor.

Kısa mola sonrası Kotor’a doğru yola düştük. Avrupa’nın bu en güneyindeki ve dünyanın en büyük fiyortlarından birini görmek heyecan veriyor. Kotor Körfezi, aslında Bokelj adlı Orenj Dağlarından gelen bir nehrin yaptığı kanyon. Yani bu kanyonu dolduran Adriyatik denizinin altında bir nehir akıyor. Bu nedenle burada sular soğuk oluyormuş.

Kotor körfezini kestirmeden vapurla da geçebiliyorsunuz. Ancak bizim amaç yolu uzatmak ve Kotor’da şehri turlamak olunca tüm körfezi dolaştık. Kotor körfezi kıvrıla kıvrıla önümüzde akıp gidiyor. Gerçekten çok güzel görüntüler var ama yol o kadar dar ki, koca otobüsü kenara çekip de doya doya fotoğraf alma imkanımız olmadı. “Buraya kendi kullandığın bir araçla gelmen şarttı” diye düşündüm.

Kotor Körfezine girişteki ilk yerleşim yerleri Herceg Novi sonra da Perast. Risan adlı şehir ise Kotor körfezinin en eski yerleşim yerlerinden birisi ama bu üç şehri de doğrudan geçmek zorunda kaldık. Önceleri durmadık diye biraz kızmıştım ama Kotor’dan sonra 25 km tırmandığımız, neredeyse ancak bir arabanın geçebileceği yolları ile dağları görünce “Durmamamızın sebebi varmış” dedim. Karadağ’ı bir gün daha gezmeliydik.

SONY DSCSonunda güzel bir yolculuk sonrası Kotor körfezinin Unesco’nun Dünya Kültür Mirası listesinde bulunan Kotor adlı şehrine geldik. Surlarla çevrili Kotor şehrinin limanında kocaman bir yolcu gemisi vardı. Bu şehir Avrupa’nın en güneydeki, en derin fiyordun ucunda kurulmuş. Osmanlının meşhur kaptanıderyası Barbaros Hayrettin, Kotor’a kadar gelip bu korunaklı şehri almayı denemiş ama becerememiş.

Şehre deniz kapısından girdik. Şehre girdikten sonra karşınıza gelen alan (Oruzia) şehrin en işlek yeri ve bir de 1602 yılından kalma saat kulesi var. Şehrin dar sokaklarında hızlıca bir bilgilenme ve gezinti yaptık. İçini gezdiğimiz St Tryphon Katedrali, Kotor şehrinin koruyucu azizi Tryphon için yapılmış olan bir katedralmiş. Yapımı 11 yüzyıla kadar gidiyor ancak depremlerle yıkılmış ve yeniden yapmışlar. Gotik-Romanesk tarzdaki bina içinde, ince sütunların bir araya gelmesi ile tavan desteklenmekte. Yerel rehber bizi St Mary adlı bir diğer kiliseye götürdü. Bizi bu kilisenin kapılarındaki oymaları göstermek istediğini anlattı. Vasko Lipovac adlı bir sanatçı buradaki oymaların bir tanesinde Barbaros Hayrettin’in savaş gemilerini oymuş ve yengilerini anlatmış.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Kotor şehrinde birkaç saati rahatlıkla geçirebilirdik. Doğrusu burası için mutlaka vakit ayırmak lazımdı. Hele şehrin yukarılarında bulunan kale surlarına çıkıp, şehri yukarıdan fotoğraflayamamak çok kötü oldu.

 

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Sonrasında otobüsümüz 25 kilometrelik, keskin virajlarla dolu Dinar Alpleri’ne yani dağlara doğru yükselmeye başlayarak, Cetinje’ye doğru yöneldi. Altımızda Kotor körfezi her bir virajı dönüşümüzde ufaldıkça ufaldı, manzara daha da bir güzelleşti. Ancak neredeyse bir otobüs genişliğinde olan yolda, karşıdan gelen araçlar nedeni ile oldukça sıkıntılar yaşamadık değil. Kâh biz bekledik, geriye gittik, kah da karşıdaki araba. Sonunda uygun bir yerde durulabildik ve aşağıda tüm güzelliği ile duran Kotor Körfezi ve Adriyatik manzarası karşısında heyecanlandık. Tabii ki bol bol fotoğraf çektik.

SONY DSCLovcen Dağlarında uzun bir tırmanış sonrasında tepede Njegusi denen bir köyde durduk. Öğle yemeğimizi geç yiyebileceğimiz için bu köyde, Konoba adlı bir restoranda hazırlamış oldukları sandviçleri yedik. Bu köyün iki özelliği var; bir tanesi 1696-1918 yılları arasında Karadağ’ı yönetmiş olan Petrovic sülalesinin çıkış yeri olması ve diğeri de bu köyün ürünlerinin tamamen organik ürünler olması. Gerçekten o küçücük sandviçin içindeki peynir ve et muhteşem bir tada sahiptiler. Hata yaptım, orada satılan peynirlerden almadım. IMG_2319

Tekrar yola düştük dağların zirvesinde Çetinje şehrine vardık. Bu şehir bizim kasabalara büyüklüğe ve nüfusa sahip. Ancak tertemiz ve yemyeşil görünümde. Kısa bir tur sonrası şehir müzesine doğru yöneldik. Yukarıda bahsettiğim Kral Nikola’nın Sarayı şimdilerde müze haline dönüşmüş. Müzesi tek gezilecek yeri olunca bizden önceki grupları beklememiz gerekti. Bizi bir rehber eşliğinde gezdirmeye başladılar. Rehber komünist dönemden kalma bir memur izlenimi bıraktı. İlk lafı “Türkler bizi hiç yenemediler” oldu. Sorduk mu be kadın!

Sonra Abdülhamit ile Nikola arasındaki derin muhabbet ve bizimkinin Nikola’ya verdiği değeri ve hediyeleri anlatmaya ve göstermeye başladı. O zamandan karar vermiştim “Bu ne biçim bir dostluktur, sadece bizimkisi vermiş. Bu konuyu İstanbul’a dönünce araştıracağım” diye. Dediğine göre Nikola ile Abdülhamit Paris’te Askeri Okuldan arkadaşmışlar! Abdülhamit Paris’e gezmeye gitti ama Askeri Okulu hiç duymamıştım. Yaptığım araştırmaya göre Prens Nikola 1883 ve 1899 yıllarında iki İstanbul ziyareti yapmış. İlk gezisini 20 Ağustos 1883 yılında gerçekleştiren Prens Nikola ve beraberindeki heyet Göksu Kasrında misafir edilmiş. Abdülhamit, ayrıca İstanbul’da kaldığı müddetçe masrafları için 10.000 altın tahsis ederek bütün masrafların hazine-i hassa tarafından karşılanmasını sağlamış. Prens Nikola, ikinci İstanbul seyahatini 1899 yılında Abdülhamit’in cülus günü kutlama merasimleri münasebetiyle ve bir dizi temaslarda bulunmak üzere gerçekleştirmiş. 17 gün süren bu ziyarette, eşi Prenses Milena ve oğlu Prens Mirko da hazır bulunmuş. Konuk devlet lideri, muhteşem bir şekilde karşılanmış ve aynı şekilde ağırlanmış. Kendisine bizzat Abdülhamit tarafından hediye edilen ve bugün Sabancı Müzesi olarak kullanılan boğaza nazır Emirgan Yalısı’nda ikamet eden Nikola, İstanbul’a hayran kalmış. Yani bizim rehber hanım biraz haklı galiba. “Neden bu muhabbet ?” derseniz, Abdülhamit’in Nikola’nın kızlarının gelin gittiği Avrupa soyluları ile arayı hoş tutmak istemesi olabileceğini düşündüm. Kim bilir ? Vardır bizim Kızıl Sultan’ın bir bildiği.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSC

IMG_2378Cetinje sonrasında otobüsümüze tekrar binip bu sefer Budva’ya doğru yola çıktık. Otuz kilometre sonrada Budva’ya vardık. Budva Karadağ’ın en turistik mekanlarından birisi. On bin nüfuslu çok şirin bir şehir. Ancak tam bir şantiye yeri olmaya doğru gidiyor izlenimini aldık. Çok uluslu şirketler burada da cirit atıyor.

1572 yılında Uluç Ali Paşa tarafından Venediklilerden alınarak Türk topraklarına katılan Budva, Venedik ile 1573 yılında yapılan anlaşma ile tekrar bu ülkeye verilmiş.


Budva’da önce yemek yiyeceğimiz lokantaya gittik. Sahilde çok güzel bir lokantada, güzel bir yemek yedik. Sonrasında eski şehir (Stari Grad) içinde kısa bir tur attık. Kalesi, surları, daracık sokakları ile bu eski şehirler artık hep birbirlerine benzemeye başladılar. Ama bıktırmayacak bir sevimliliğe de sahipler. 1979’da iki deprem sonrası olan büyük hasarlar, sonradan tamir edilmiş ve bugün ki hali ortaya çıkmış. Akşam için bir kafeyi gözümüze kestirip otobüsümüze geri döndük. Bu gün daha bitmedi, sırada Sveti Stefan var.

IMG_2420

Sveti Stefan, Budva’dan 15 km kadar dışarıda olan aslında bir zamanlar minicik bir yerleşim yeri iken, Sophia Loren ve Carlo Ponti’nin tatillerini burada yapmaları ile ünlenen bir yer. Bir zamanlar küçük bir balıkçı köyü olan bu ada, Ana karaya kısa ve dar bir yolla bağlanmış ve şimdilerde Japonlar burayı tamamen satın alıp otel yapıyorlarmış. Buraya ziyaret yok, bu nedenle biz tepeden bakıp, fotoğraflayacağız. Buradan gün batımı da çok güzel oluyormuş. Gittiğimiz saat çok uygun ama bulutların ardındaki güneş yüzünü hiç de göstereceğe benzemiyor. Bol bol fotoğraflayıp, kalacağımız otele yerleştik. SONY DSC

Bugün aslında epey yorulmuşuz, yatağa girince anladık. İki saat kadar uyumuşum. Arkadaşlarla gece eski şehre gitmeye karar vermiştik. Hanımı derin uykudan uyandırmanın imkanı yok ama ben bir gayret giyinip otel lobisine inince bizim ekibin hazır kıta beklediğini gördüm.  Seviyorum bu gezginleri!

Gece ancak 2 saat kalıp, kısa bir tur ve bir kahve sonrasında otele döndük. Yarın yine yolardayız ve bu sefer başka bir ülkeye Bosna-Hersek’e doğru gideceğiz.

IMG_2435

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

İlk yayın tarihi 09.06.2010

Gözden geçirilmiş son basım tarihi 20.11.2014 Saat 00:20

HIRVATİSTAN, KARADAĞ, BOSNA-HERSEK GEZİSİ: Dubrovnik

SONY DSC

Sabah, hanımla, kahvaltı öncesi sahil yürüyüşümüzü bu kez de Dubrovnik’te yaptık. Dün üstünden geçtiğimiz Franja Tudmana Asma Köprüsü, kaldığımız otel bölgesinden de muhteşem görünüyor.

SONY DSCKahvaltıları bizim kahvaltılara benziyor. Bir Avrupa ülkesine, turla gelenler için zengin bir kahvaltı sayılır. Kahvaltı sonrası Dubrovnik’in eski kısmına doğru yola çıktık. Otobüsümüz bizi surlar içindeki Dubrovnik’in Pile kapısında bıraktı. Burada rehberimiz ile buluştuk.

Önce giriş kapısı önünde bulunan parkın içindeki heykel önünde rehberimiz bize şehir hakkında bilgi verdi. Ancak benim gözüm heykele takıldı bir kere. Heykel, bir erkek ve kadının bulunduğu bir temayı işlemiş ama erkek ve kadın zevki mi yaşamışlar, yoksa şiddeti mi anlamak için uzun süre heykeli izledim. Kadının yüz ifadesine bakılırsa pek zevk filan yok ortada..

Dubrovnik 1991 yılı sonbaharından, 1992 yılı Mayıs ayına kadar Sırpların yoğun bombardımanına uğramış ve 2000 kadar bombanın insanlı-insansız, eski-yeni bina ayrımı yapmadan düştüğü bir şehir olmuş. İmparator Constantine Porphyrogenitus’a göre bu şehri Roma şehri Epidaurum’dan (şimdiki Cavtat kasabası) kaçanlar 7. Yüzyılda kurmuşlar. Önce Bizans sonra da Venedik hakimiyeti sonrası 1382 yılında bağımsızlık kazanılmış ve Ragusa Cumhuriyeti kurulmuş. 15-16. Yüzyıllarda bu cumhuriyetin 500’ün üstünde gemili bir donanması varmış. Şehrin zenginliği ve gösterişli binalarının dikilmesi, Amerika’nın ve yeni ticaret yollarının keşfi ile ilgili ama şimdiki binalar 1667 yılında olan depremden sonra, yıkılan binaların yerine dikilmiş.

Pile kapısı eski şehrin ana giriş kapısı. Bu kapıda bulunan taş köprü 1537 yılından ve şimdilerde park olan yerde eskiden bir hendek varmış. Pile kapısının üstünde şehrin koruyucu azizi olan St. Blaise’in Ivan Mestrovic tarafından yapılmış bir heykeli var.

SONY DSC

Dubrovnik’in simgesi olan surların uzunluğu neredeyse 2 kilometreyi buluyor. Yüksekliği bazı yerlerde 25 metre civarlarında. Yapımına 10. Yüzyılda yapılmaya başlanmışsa da 13 yüzyıla kadar ilavelerle yapım devam etmiş.  Bu surların çeşitli yerlerinde 10 kadar yarım daire şeklinde burç, Adriyatik denizine bakan Bokar ve St. Jhon Hisarları ve Minceta Kulesi var.  Bu surlar üzerinde yürünmedikten sonra Dubrovnik’i tam olarak gezmiş sayılamazsınız. Biz surlarda yürüyüşü en sona sakladık.

Pile kapısından giriş sonrasında sol tarafta Onofrio Çeşmesi var. Şehirde en iyi bilinen anıtlardan olan bu çeşme 1438-1444 yılları arasında Napolili bir mimar (Pnofrio de la Cava) tarafından yapılmış. Bu mimar aynı zamanda şehrin su şebekesini de planlamış. Zamanında bu yapı 2 katlı imiş ancak 1667 yılındaki depremde bu kısım harap olmuş. Çeşmenin 16 adet bölmesi ve her bir bölmede bir rölyef mevcut.

Bu çeşmenin hemen karşısında Fransisken Manastırı var. Manastırın yapımına 1317 yılında başlanmış ve yapımı neredeyse 100 yıl sürmüş. 1667’deki depremde Manastır büyük oranda tahrip olmuş. Ancak Romanesk ve Gotik tarzda sütunlu bir dehliz ve fıskiye ilk yapım yıllarından hala ayakta duruyor. 1317 yılından beri açık olarak duran bir de eczane var. Manastır müzesi de geniş bir koleksiyona sahip.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Manastırdan çıkınca denize doğru giden ana cadde Placa veya Stradun olarak biliniyor. Şehri doğudaki kapıdan, batıdaki kapıya doğru bağlıyor. Bizde bu cadde boyunca yürüyerek Loggia Meydanına kadar yürüdük. Bu meydan bugün için popüler bir buluşma meydanı, geçmişte ise politika ve ekonomik yönden önemli bir meydanmış. 1418’de yapılan Orlando Sütunu hemen alanın ortasında duran ve elinde bir kılıçla Dubrovnik’in özgürlüğü için savaşmış efsanevi asker Orlando için yapılmış.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSC

Bu alanda doğuda bir saat kulesi var ve bunun yanında da içinde 4 adet çanın bulunduğu bir yer mevcut. Bu çanların çalınması şehrin tehdit altında olduğunu halka duyurmak içinmiş. Saat kulesinin hemen sol tarafında ise zamanında gümrük işlerinin yapıldığı bir bina var; Sponza Sarayı. Bu bina 1706 yılında, 1667 depreminde tamamen yıkılan binanın yerine yapılmış ve çok güzel barok tarzda bir kapısı ve Venedik tarzı pencereleri var. Bu sarayın dam kısmında beyaz bir gülle tarzında objeyi, Osmanlı’ya şükran olarak dikmişler. Bu minnet nereden geliyor derseniz Osmanlı’nın, Venedik’e karşı Ragusa krallığının yanında yer alması diye anlattılar. Saat kulesinin sağında ise Onofrio’nun küçük çeşmesi mevcut ve 1438 yılından kalma bir çeşme. IMG_2138

Sonraki durağımız ise Rektörler Sarayı. Bu muhteşem saray içinde zamanında şehri yöneten kişi otururmuş. Buradaki yönetici belirli süreliğine seçilir ve hep burada kalırmış. Güzel bir avludan içeri giriliyor ve avluda zamanında Dubrovnik’e hayır işleri için yüklüce bir para yardımı yapan zengin bir gemicinin (Miha Pracata) büstü bulunuyor. Alt katlarda siyasi mahkumlar için koğuşlar var. Merdivenle yukarı çıkınca karşımıza çeşitli eserlerin sergilendiği bir müze çıkıyor.

Rektörler Sarayından sonra dar sokaklardan geçip sahile ulaştık. Zaman öğleyi bulmuştu, yemek yiyeceğimiz lokantanın konumu çok güzeldi. Poklisar adlı bu restoran hemen eski limanda bulunuyor.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Eski limanı gezerken, sahilde civar adalara ve eski şehri denizden gezdiren kiralık teknelerin varlığı bizi dürttü. Grup ve grup liderimiz Ayşe hanım da yeşil ışık yakınca, şehri denizden gezi fikrimiz teoriden eyleme dönüştü ve yaklaşık bir saatlik bir tura katılarak şehrin surlarını ve Lokrum Adasını denizden görme şansımız oldu. Çok keyifli bir gezi oldu. Sonrasında limana geri dönüp, grubu serbest bıraktılar. Biz birkaç arkadaş, şehri surlardan gezmeyi de kafaya koyduğumuzdan, Dominikan Kilisesinin sokağında geçip, surları gezmek için bilet aldık ve şehri bir de yukarıdan surlarda görmek üzere yola düştük.

Surlardan şehrin manzarası harikaydı. Gerçekten surları yürümeden “Dubrovnik’i gezdik” denilemez. Surların, kulelerin, kalelerin tamamını yürümüş oldu. Minceta Kulesinden şehri en yukarıdan görüyorsunuz. Bol bol fotoğrafladık.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Surları gezdikten sonra, küçük Onofrio Çeşmesinin yanında bizi kahvelerini yudumlayarak bekleyen gezi ekibinin diğer kısmına bizde dahil olduk. Kahveleri bizim daha çok  hak ettiğimizi düşünerek bir güzel içtik. Gezmediğimiz ara sokaklara girdik, Katedrali şöyle bir gezdik ve en son da bir açık hava pazarı bulup minik hediyeliklerimizi de alarak, buluşma yerimiz olan Pile kapısına doğru yöneldik. Bugün güzel geçti diye düşünerek otelimize doğru yöneldik.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Gezimizin altınca günü olan 19 Mayıs benim yaş günüm, otelde akşam yemeği sonrası şaraplarımızı aldık, arkadaşlarla sahile indik. Bir güzel demlendik. Bu benim en geçirdiğim en güzel yaş günlerinden bir tanesi oldu. Güzel bir gece, istediğim yerde ve sevdiklerimle birlikteyim. Daha ne olsun?

IMG_2185

Gezekalın.

Dr Ümit Kuru

İlk Yayın tarihi 06.06.2010

Gözden geçirilmiş son basım tarihi 07.11.2014 Saat 01:10

HIRVATİSTAN, KARADAĞ, BOSNA-HERSEK GEZİSİ : Korcula-Ston-Dubrovnik

SONY DSC

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Sabah erkenden uyanıp tekrar fotoğraf çekmek için sahile inip, kıyı boyunca uzunca bir yürüyüş yaptım. Dün akşam fotoğraf makinem bozuldu. Moralim o nedenle bozuk. Kaldık hanımın fotoğraf makinesine, o da eğer verirse!

IMG_1737

SONY DSCKahvaltı sonrası tekrar otobüse binip Brna adlı bu şirin sahil kasabasından ayrıldık. Hedefimiz adanın ismini taşıyan Korcula adlı küçük kasaba. Korcula adası 47 km²’lik bir ada ve üzerinde uzun yıllardır yaşam olmuş. Bu ada için Türkler dahil kimler savaşmamış ki? Bu adanın ve Korcula kasabasının en önemli özelliklerinden birisi de Marco Polo’nun bu ada da bir süreliğine yaşadığı ve Cenevizlilerin eline burada esir düştüğü söylencesidir.  SONY DSCKorcula kasabası küçücük ama şirin mi şirin bir yer. Kasaba Venediklilerce surlar içine alınmış ve giriş kapısında bir kule mevcut. Bu kapıdan girer girmez, daracık sokaklar sizi çekiyor. Burada sokaklar balık kılçığı planına sahipler. Bu dar ve balık kılçığı şeklinde sokakların amacı Bora rüzgarlarının etkisini en aza indirmekmiş.

Kapıdan sonra hemen sağda bulunan bina ilk yıllardan  beri sağlık evi ve eczane olarak kullanılmış. Kısa ama zevkli bir yürüyüş sonrası 13. Yüzyıl yapımı St. Mark Katedrali’ne ulaştık.   Korcula adası taşları ile meşhur ve bu Katedralin soluk, bal renkli taşları hemen aykırılık gösteriyor. Katedralin ana kapısı mahir ellerde şekillenmiş ve 15. Yüzyıldan kalma olup, 2 aslan figürü, spiral kolonlar ve Aziz Mark’ın heykeli göze çarpıyor. Bu meydanda daha sonradan bir kahve içimi zaman yaratacağız.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Markopolo’nun evi olduğu düşünülen yeri gezdikten sonra kendimiz Korcula’nın dar sokaklarında yürüyüş yaptık. Burası gerçekten çok hoş bir yerdi.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCKorcula’dan küçük bir arabalı vapura binip 10 dakikalık bir yolculuk sonrası otobüsümüzle birlikte Orebic limanına geçtik. Buradan şarap testi yapacağımız bir bağa, sonrada öğle yemeği yemek ve gezmek amacıyla Ston şehrine gideceğiz.

Şarap testi için gittiğimiz yerin ismi Matusko Winery. Dubrovnik yolu üzerinde. Peljesac Yarımadası’nın Potmje köyünde ve Orebic’ten sonra 20. Km’de. Plavac Mali bölgesi üzümleri kullanılarak yapılan Dingac şarapları Yakut kırmızısı rengi ve sertimsi ve çok hoş bir aroması ile güzel bir şarap çıktı. Ne verdilerse içtik, ne verdilerse yedik!  Hızlı içip, verdikleri peynirde 23 kişi için az gelince hafif bir çakır keyiflik olmadı değil. Elin oğlu bedava tattırmıyor! Şişe şişe şarapları da alıp tekrar yola koyulduk. Yalnız şarapları gerçekten çok iyi. Gezekalın Ümit Kuru siz Sanal Gezginlere tavsiye eder..

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCŞaraplarımızı aldıktan sonra 45 km kadar yol alarak, Ston denen kasabamsı şehre geldik. Ston, Dubrovnik’e 55 km uzaklıkta küçük bir şehir ve Peljesac yarımadasının güneyinde bulunuyor. Çin Seddi’nden sonra halen ayakta olan en uzun savunma duvarlarına sahip olan bir şehir. 900 metre uzunluğunda olan içerdeki şehir duvarları yanında 5 km uzunluğunda dış duvarlar var. Bu şehir sığ suları ve oluşan tuz tarlaları nedeni ile tarihin her döneminde önemli olmuş bir şehir. Dubrovnik sahili ve Korcula gibi adalara Venedikliler ama Ston gibi iç kısımlarda ise Ragusa krallığı hakimiyet sürmüş. Tuz tarlaları deyip te geçmeyin! Zamanında tuz altın kıymetinde ve uğruna çok savaşlar yapılmış. Bizim dedeler bile (Osmanlılar)  bu tuz tarlaları için buraları işgal etmişler.

Önce hala tuz elde edilen deniz tarlaları ile ve surları ile Ston şehrine, sonra da yemek yiyeceğimiz Mali Ston’a vardık. Yemek için durduğumuz yer midyeleri ile meşhur bir lokanta. Villa Koruna denizin kenarında midyesi ve balığı ile meşhur bir lokanta. Midyenin tavası dışındaki halini pek sevmem ama bu sefer açlıktan mıdır nedir çok beğendim.

SONY DSC

Yemekten sonra Ston Şehrini dönüp, şehir kısaca bir turladıktan sonra bize verilen yarım saatlik zaman içinde surlar üzerinde bir yürüyüş yaptık. Otuz Kuna (Hırvat para birimi- 1 EUR=7,66 Kuna) verip surlarda yürüyüş için ayrılan rotada yürüyüşe başladık. Amacımız kaleden Ston’un panoramik fotoğrafını çekmek. 15 dakikalık hızlı bir yürüyüş sonrası surlara vardık. Manzara müthiş, bir ara fotoğraf makinesinin vizöründe bizim hanım ve gezi grubumuzun diğer üyelerini görür gibi oldum. Kafayı kaldırdığımda bizimkilerin olmadık bir yerden bize doğru geldiklerini gördüm. Meğerse bizimkiler beleş ama zahmetli bir yol bulup, surlara tırmanmışlar. Az bir şey daha gecikseydik bizden evvelde surlarda olacaklardı. Az daha madara olacaktık. Buradan çok güzel fotoğraflar aldık.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Sonra karnımız tok, neşemiz yerinde bir şekilde Dubrovnik’e doğru yola düştük. Bir saatlik yol sonrası Dubrovnik’e vardık. Dubrovnik’e girişte çok güzel bir asma köprü var. Hem buranın ve hem de aşağıda uzanan Dubrovnik’in manzarasını fotoğraflamak için durduk.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

İki gecemizi ve bir tam günümüzü geçireceğimiz Dubrovnik şehrine vardık. Hırvatistan denince akla ilk gelen bu şehirde çok güzel anılarımız oldu. Otelimiz Otel lapad, adını aldığı Lapad bölgesinde çok güzel bir otel. Bu şehirde geçireceğimiz günler Hırvatistan’daki son günlerimiz. Bu ülkeyi sevmeye hazırdım ama bu kadarını da beklemiyordum!

Gezekalın.

Dr Ümit Kuru

İlk yayın tarihi 02.06.2010

Gözden geçirilmiş son yayın 06.11.2014 Saat 00:52

HIRVATİSTAN, KARADAĞ, BOSNA-HERSEK GEZİSİ: Split-Korcu

SONY DSCSabah kahvaltısı ardından otobüse atlayıp Split’e vardık. Split yat limanları, fabrikaları ve daima yoğun ticari limanları ile bir endüstri şehri görünümünde ve özelikle de 2. Dünya savaşı sonrası kontrolsüz bir gelişme yaşamış. Ancak eski şehir hala çok çekici bir görünümde. Özellikle İmparator Diocletian’ın buraya sarayını yapması ile şehir çok gelişmiş. SONY DSC

Diocletian muhtemelen yakında bulunan Salona kentinden gelmiş ve 284 yılında Roma İmparatoru olmuş. Daha sonraki iç çekişmeler Roma imparatorluğunun 4 eş yetkili imparator tarafından yönetilmesini gerektirmiş ve bundan 20 yıl sonra da Diocletian sarayına çekilip İmparatorluk işlerinden elini ayağını çekmiş (ya da çektirmişler). Diocletian 316 yılında ölünce onun sarayı, yönetim binaları olarak işlev görmüş.

İSONY DSCmparator Diocletian’ın Sarayı dünyada en iyi korunmuş olan Roma saraylarından bir tanesi. Aslında tipik bir Roma askeri kalesi gibi ve zamanında 215 mt’ye, 180 mt boyutlarında, 28 mt yüksekliğinde kalın duvarlara sahip bir saraymış. Eski şehir 614 yılında yakında bulunan ve Avarlar tarafından saldırıya uğrayana Salona şehrinden yoğun bir göç almış. Yeni gelenler, Roma Sarayının bölümlerini ev olarak kullanmaya başlamışlar. Bizans yönetimi sonrasında, 1409 yılında Venedikliler buraya hakim olmuşlar.

Eski şehre Doğu kapısından girdik. Şehrin surlarla çevrili olan 4 yönünde, 4 kapısı varmış; Salona kentine bakan kapının ismi Altın kapı iken, Gümüş kapı, Demir kapı ve Bronz kapı diğer kapılara verilen isimler.

Gümüş kapıdan girip de ilerleyince eskiden imparator Diocletian’ın Mozolesi olan yerde bugün St. Domnius Katedrali’nin olduğunu görüyorsunuz. Diocletian’ın ölüsünün bulunduğu bu mozoleden, 7 yüzyılda çıkartılıp yerine St. Domnius’dan kalanların mezara konulması ve kilise haline çevrilmesi olayı gerçekleşiyor. 12-16 Yüzyılda Romanesk çan kulesi ekleniyor. Katedralin içinde bana en ilginç gelen hekzogonal minber oldu. Tüm gezi boyunca içeride istediğimiz gibi fotoğraf çekemediğimiz tek yer burası oldu.

Kilisenin yanında bulunan kulenin tepesine çıkmak için ayrı bir bilet almak gerekiyor. Dar merdivenlerden çıkarak şehrin muhteşem bir panoramasına şahit olabilirsiniz.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Yolların kesiştiği ve Katedralin önünde olan bulunan sütunlar size Peristyle denen bir yerde olduğunuzu söylüyor.

Diocletian Sarayında, zamanında (6. Yüzyıl) Jüpiter Tapınağı olarak hizmet vermiş ancak sonradan St. Jhon Vaftishanesine dönüştürülmüş bir yeri ziyaret ettik.  İçeride Ivan Mestrovic tarafından yapılan St John heykeli mevcut.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

SONY DSCDaha sonra ise şehrin Altın kapısına doğru dar sokaklardan geçerek ilerledik. Altın Kapının dışında dev asa bir heykel var. “Knin şehrinden gelen Aziz Yorgo’nun heykelinin ayak parmaklarına dokununca dilekleriniz olurmuş” denince tüm grup, artık dokunmaktan renk değiştirmiş ayak başparmağına dokunuverdik. Bu Aziz’in en önemli özelliği 10. Yy’da İncilin Hırvatçaya çevrilmesini önermesi imiş. SONY DSC

Şehre geri dönüp, St Domnius Katedralini solumuza alarak karşımıza gelen Venüs tapınağının altındaki merdivenlerden inerek Diocletian Sarayının el değmemiş tek orijinal yerine ziyaret ettik. Burası zamanında sarayın lağım kısmı imiş. Bu nedenle de Diocletian’ın mezarı dahil sarayın her yeri zamanla değişirken, bir tek buraya kimse girmek istemediğinden ilk yapıldığı haliyle kalmış. Sarayın temelleri hala ilk günkü gibi duruyor. Burayı da gezdikten sonra serbest zaman verildi. Bundan sonra Varos diye bir lokantada öğle yemeği yiyeceğiz. Bizde serbest zamanı Katedral yanındaki kuleye çıkıp rehberimizin gayet güzel tanıttığı bu şehri bir de yukarıdan görmek ve Peristyle deki sokak kafelerinden bir tanesinde kahve içerek değerlendirdik. Müzik enstrümanı olmadan sadece bir grup insanın bir araya gelerek yaptığı dini bir müzik türü olan Akapella dinledik ve bir CD’lerini aldık. Split’e ilk geldiğimizde, yarımadanın sanayi bölgesinde kaldığımızdan yarımadanın diğer tarafı hakkında bir fikrimiz yoktu. Ancak yarım gün gezdiğimiz eski Split’in tadı damağımızda kaldı.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Öğleden sonra Hırvat deniz işletmesi olan Jadrolinija’ya ait bir vapurla 2-3 saat sürecek olan bir seyahatle Korcula adasına gideceğiz. Adriyatik üzerinde seyahat ederek adaları göreceğiz. Unutmadan bu civarda bulunan Hvar adası hakkında çok güzel tavsiyeler okudum ama maalesef bizim programda yok.

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Vapur yolculuğumuz çok güzel geçti ve sonunda Adriyatik’te Hırvatistan’a ait en büyük ada olan Korcula adasının Vela Luca limanına indik. Bu ada çam, meşe ve kayınlarla kaplı, şarapçılıkla ve yazın güzel sahilleri ile ünlü bir ada. Yaklaşık bir saatlik, çok güzel manzaralara şahit olduğumuz bir otobüs yolculuğu sonunda geceleyeceğimiz otelin bulunduğu Brna köyüne geldik. Otelimiz muhteşem bir yerde ve çok güzel bir otel. Manzara harika, kimsenin otele giresi yok, herkes kendini sahile attı. Ben bu geziyi çok sevdim arkadaş, ne ararsan var; tarih, kültür çeşitliliği, deniz, orman.. Daha ne isteriz ki.

Yarın Korcula adası ve Dubrovnik’e devam.

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

İlk yayın tarihi 30.05.2010

Gözden geçirilmiş son yayın tarihi 05.11.2014 Saat : 13:00

Tam Zamanıdır: Yedigöller Milli Parkı Gezisi

IMG_9126

Baharın hem ilki hem de sonu beni hep mutlu etmiştir. Birinde yeşilin tüm tonlarını, diğerinde ise sarıdan kırmızıya yaprakları görürsünüz..

Geçtiğimiz pazar günü YUDOSK (Yeni Ufuklar Doğa Spor Kulübü Derneği) ile birlikte Bolu ilimiz sınırları içindeki Yedigöller Milli Parkına günü birlik bir geziye katıldık. YUDOSK, başkanlığını  Oğuz Baş’ın yaptığı ancak aslında  bir grup doğa severin biraraya gelerek dernekleştiği, gönüllü olarak çalıştığı ve kimsenin kimseden ayrıcalığı ve farkının olmadığı bir kulüp. Sizin anlayacağınız kar amacı gütmeden ve çekirdek bir grubun işin yükünü omuzlayarak doğada yürüyüşler düzenleyip, çeşitli konularda uzmanlarından kurs ve seminerlerin verildiği, kültürel faaliyetlerin düzenlendiği bir grup güzel insanın yanyana gelerek kurduğu bir güzel dernek YUDOSK ( https://www.yudosk.org/index.php). Bu tür insan ve derneklerin desteklenmesi gereğine inanan bir kişi olarak onlardan bahsetmeden yazıya başlamak doğru olmazdı. Tüm Sanal Gezginlere bu güzel derneğe üye olmalarını ve faaliyetlerine katılmalarını tavsiye ederim.

IMG_8971

Batı Karadeniz Bölgesi’nde Bolu’nun 42 km. kuzeyinde olan Yedigöller Milli Parkına İstanbul’dan ulaşmak için yaklaşık 4-5 saatlik bir yolu göze almalısınız ama bence buna değecektir.

Türkiye’nin zengin orman örtüsü ve doğal güzelliklere sahip yerlerinden biri olan Yedigöller yöresi,  29 Nisan 1965 yılında Milli Park olarak ayrılmış. “Milli Park” oluşturma sebebi “karışık orman bitkilerinin topluca aynı yörede” bulunması. Bununla beraber parka adını veren ve yan yana dizili 7 adet küçük gölün varlığı, buranın en dikkat çeken unsurları. Göller, vadiyi dolduran iki heyelanın teşkil ettiği setlenmeler sonucu meydana gelmiş

Milli park bünyesinde Büyükgöl, Seringöl, Deringöl, Nazlıgöl, Küçükgöl, İncegöl ve Sazlıgöl olarak 7 adet göl var. Bu göller, aralarında 100 metre yükselti farkı bulunan iki plato üzerinde yer alıyor. Ortalama 780 m. yükseklikte olan platodaki göllerin en büyüğünün ismi Büyükgöl ve en derin yeri ise 15 mt’dir.

Benim bu bölgeye 3 gidişim oldu. Bu sefer biraz fazla kalabalık gördüm Yedigölleri. Bunun en önemli nedeni bozuk sayılabilecek yolların yapılmış olması gibi duruyor. Özellikle son 5 km’si çok bozuk olan ve yüksek aracınız yoksa zor aşabileceğiniz yolu Arnavut kaldırım taşları ile döşemişler. Bu sayede de küçük aracından, otobüsüne kadar her türlü aracın Yedigöllere ulaşması mümkün hale gelmiş. Bolu üzerinden yolun kısa ama çok bozuk olması, Mengen üzerinden gelmeye kalktığınızda ise düzgün sayılabilecek ama  uzun bir yol  nedeni ile ortama ulaşmak kolay değildi. Bu da beraberinde daha bakir bir ortam getiriyordu.

Bu son gittiğim de ise otobüs ve orta boy minibüsler yüzünden ana yollarda yürünmez gibiydIMG_8963i. Geceden konaklayanların çok sayıda çadırları, piknik alanına bolca serpiştirilmiş masalarda yer bulmanın mümkün olmadığı bir ortam beni başta biraz sıktı ve üzdü tabii ki. Mangallardan çıkan duman ve yoğun bir et ve sucuk kokusu da ayrı bir konu tabii ki. Benim son geldiğim zamanda ortamı bu kadar kalabalık hatırlamıyorum. Yolları son bir kaç senedir yapıp, Büyükgöl’ün orada bulunan ve eskiden Orman Bakanlığına ait misafirhane yerine de bir kafeterya yapmışlar. Herkesin bu güzellikten faydalanması en büyük arzum olur. Ama doğaya asla bu kadar hoyrat davranamayız. En azından otobüs ve diğer araçların bu alanlara kadar gelişini engellemek lazım gibi geliyor bana. Buraya gelip kısa ya da uzun yürüyüşleri yapmak ve bunu da çevreye en az zarar verecek şekli ile yapmak amaç olmalı. Korkarım kazanca çevrilen Yedigöller, doğa harikası olmaktan çıkacak. Göller kokmaya, kurumaya başlayacak. Umarım yanılıyorumdur.

IMG_8996

Bu yazının amacı aslında siz doğa severleri, güzün bu son zamanlarında doğanın bir başka halini görmeye davet etmekti. Yukarıdaki olumsuz olarak gördüğüm gelişmeleri yazma ihtiyacı hissettim. Siz yine de kalkın, üşenmeyin ve Yedigöller’in bu muhteşem haline şahit olun derim. Kalabalıktan uzak, nispeten sessiz köşeler bulmanız hala mümkün Yedigöller’de Adeta size şarkı söyleyen, yerlere dökülmüş sarı-kırmızı yapraklar üzerinde yürüyün, fotoğraf makinenize güzellikleri hapsedin.  YUDOSK katılımcıları ile geçtiğimiz hafta sonu yaptığımız gibi doğa ile birlikte, ona zarar vermeden, onunla o anı yaşayın…

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

04.11.2014 Saat 22:47

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.