• Arşivler

  • Diğer 531 aboneye katılın
  • Mart 2013 den beri

    • 378.071 ziyaretçi
  • Aralık 2025
    P S Ç P C C P
    1234567
    891011121314
    15161718192021
    22232425262728
    293031  

Serhat Şehri Edirne-Hıdırlık Tabyası/Sarayiçi

Edirne’nin fethedilmesiyle birlikte şehirde Osmanlılar tarafından iki saray yaptırıldı. I. Murad, sonradan “Eski Saray” (Saray-ı Atik) olarak adlandırılacak olan ilk sarayı daha çok devlet işlerinin görülmesi amacıyla Kavak Meydanı olarak bilinen alanda inşa ettirdi. II. Murad 1450 yılında ikincisinin yani “Yeni Saray” (Saray-ı Cedid-i Amire) adıyla anılanın inşasını Sarayiçi denilen ve Tunca Nehri’nin ikiye ayırdığı ada üzerinde başlattı. II. Murad göremedi ama saray bir yıl sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından tamamlandı. Edirne’nin Sarayiçi Bölgesi Tunca Nehri’nin bir kolu ile çevrili ve yarımada benzeri bir alan üzerine kuruludur. Sınırları genel olarak tarihi ve coğrafi unsurlarla tanımlanır. Yani resmi olarak idari bir mahalle sınırı değildir. Kırkpınar Yağlı Güreşleri Er Meydanı ve Kakava Şenlikleri festival alanları ile Saray-ı Cedid-i Amire’nin tarihi kalıntılarını kapsayan geniş bir tarihi, kültürel ve dinlence alanıdır. Gezi yazımın son bölümünde Edirne’nin bu kısmını gezeceğiz. Ama önce Hıdırlık Tabyası gezilecek, arkasından Sultan II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi‘ni ziyaret edeceğiz. Sonra da Saray-ı Cedid-i Amire kalıntıları ile Kırkpınar Yağlı Güreşleri Er Meydanı‘nı gezerek İstanbul’a dönüşe geçeceğiz.

Edirne, Balkanlar’dan İstanbul’a açılan stratejik bir kapı olduğu için Osmanlı zamanında da güçlü bir savunma sistemi kurulmuş. Bu amaçla kurulan Edirne Tabyaları, Osmanlı Devleti’nin özellikle 19. yüzyılda Edirne’yi savunmak amacıyla inşa ettiği askeri savunma yapılarıdır. Arapça ta’biye kelimesinden türetilen tabya, askeri bir terim olarak “hazırlık, yığma” anlamına gelmekte. Edirne civarında çoğu kaybolmuş ve unutulmuş durumda olan 30’a yakın tabyanın bulunduğu düşünülüyor. Bunlardan 7-10 tanesi görülebilir durumda. En büyük tabya olan Hıdırlık Tabyası, Ayvaz Baba ve Kartaltepe Tabyaları ise en iyi durumda olan tabyalar. Biz bugün ilk ziyaretimizi Hıdırlık Tabyası’na gerçekleştireceğiz.

Edirne’de en kolay ulaşılabilen ve gezilebilen Hıdırlık Tabyası, en iyi korunmuş durumda olan tabyadır. Tabya 2017-2019 yılları arasında restorasyon çalışmaları geçirmiş ve 2019 yılından beri de ziyarete açık. Bu alanları gezerken duygulanmamanız mümkün değil.

Osmanlı 19. yüzyıl başlarından itibaren gidişatın iyi olmadığını bizzat yaşayarak öğrenmiş. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan Edirne Anlaşması, Osmanlı tarihinde savaş sonu anlaşma maddeleri en ağır olan barış anlaşmalarından bir tanesidir. Ruslar Osmanlı’nın eski başkentine kadar gelmişler. Osmanlı’nın bir daha bu gibi durumlara düşmemek adına çare olarak aldığı kararlardan bir tanesi de savunma amaçlı yapılar yapmak ve var olan eskilerin modernize edilmesini sağlamak olmuş. Edirne’de bu amaçla tabya yapımına ilk olarak 1829 yılındaki Rus işgali sırasında başlanmış.

O dönemlerde Rusya tehdidi ve Balkanlardaki milliyetçilik hareketleri birbiriyle iç içe geçmiştir. Rusya’nın bir hedefi de Balkanlar ve Balkanlarda yaşayan Hıristiyan Ortodokslardır. Rusya kendisini Osmanlı topraklarında yaşayan Ortodoksların hamisi ilan etmiştir. Bunun sonucunda gelen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında, yani 93 Harbi’nde, savaşın önemli cephelerinden biri Edirne ve Balkanlar olmuştur. Osmanlı Devleti çok ağır bir yenilgi almış ve Rus birlikleri Yeşilköy önlerine kadar gelebilmiştir. Avrupa Devletleri Rusya’nın bu hakimiyetini kaldıramayacaklarına karar verip, Osmanlı yanında yer almaya karar verince Ayastefanos ve ardından Berlin Antlaşmaları imzalanmış. Osmanlı yıkılmaktan kurtulsa da Balkanlarda büyük toprak kayıpları yaşamıştır. Balkanlar üzerinden gelen düşman ordularının ciddi bir direnişle karşılaşmadan başkent İstanbul’a kadar gelmesi, Osmanlı yönetimini Edirne’de savunma hattı oluşturmaya sevk etmiştir. Rus Birlikleri Edirne ötesine geri çekilince Osmanlı Edirne’nin savunmasının güçlendirilmesi gerektiğini anlamış ve tabyaların inşasını hızlandırmıştır. Bunun üzerine şehirde en büyüğü Hıdırlık olmak üzere tabyalar inşa edilmiştir (tabyaların sayısı kimi kaynakta 24 kimisinde 30 tane olarak verilir).

Hıdırlık Tabya, 1886-1888 yılları arasında inşa edilmiş ve Osmanlı Devleti ile Balkan devletleri (Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ) arasında 1912-1913 yılları arasında yapılan Balkan Savaşları’nda ünlü Edirne savunmasının karargah binası olarak kullanılmıştır. Balkan Savaşı sırasında Edirne, Bulgar ordusu tarafından uzun süre kuşatılmış ve Şükrü Paşa şehrin savunmasını yapılan bu tabyalardan yönetmiştir. Şükrü Paşa’ya 2-3 hafta dayanması ve sonra geri çekilmesi emri verildiği halde kendisi ve askerleri bir destan yazarak yaklaşık 5 ay süren direnişten sonra Edirne’yi teslim etmiştir. Son mermisine kadar da savaşmıştır. Daha sonra II. Balkan Savaşı sırasında Edirne geri alınmıştır. İşte Hıdırlık Tabyası, diğer Edirne Tabyaları yanında, askeri savunma tarihinin en önemli savaşlarından birinin verildiği bir tabyadır.

Hıdırlık Tabyası’nın bulunduğu yerden Edirne’nin çok güzel bir panoramik görüntüsünü alabiliyorsunuz. Burası şehrin en yüksek tepe noktası ve bu nedenle hava soğuk olabiliyor. Özellikle kışın giyim anlamında önlemlerinizi almanızı tavsiye ederim.

Tabya müze kartla ziyaret edilebiliyor. Kemerli bir kapıdan geçerek avluya giriyorsunuz. Civarda o dönemlerden kalma irili ufaklı toplar bulunuyor. Yapı kompleksi nizamiye, koğuş binası, topçu odaları, topçu bataryaları, hendek ve avludan oluşuyor. Hıdırlık Tabya ve Balkan Tarihi Müzesinin teşhir-tanzim çalışmalarında taşınmazın restorasyonu sırasında açığa çıkan buluntu ve tabyanın faal dönemini yansıtan materyallerin sergilenmesi amaçlanmış.

Önce tabyanın ana binasına girdik. Burada sizleri Edirne’yi son mermiye kadar savunan Şükrü Paşa heykeli karşılıyor. Sonra savunmalar, savaşlar ve tabyalardan yaşam hakkında bilgilendirici belge, obje ve balmumundan heykellerin bulunduğu bölümleri ziyaret ediyorsunuz.

Aşağıdaki dehlizlerden kaydettiğim videoda duyacağınız gibi, hoparlörlerden sürekli olarak bomba, tüfek sesleri ve insan çığlıkları duyuluyor. Bu ortam gezdiğiniz yerin sıradan bir gezi yeri olmadığını, bir zamanlar bu siperlerde kahramanlıklar yaratıldığı kadar, gencecik canların da yitip gittiğini anlatıyor.

Müze içinde bizleri çok şey etkiledi ama en çok etkilendiklerimizden biri de aşağıda fotoğrafta gördüğünüz tahtadan küçük bir fıçı matara oldu. Bu mataranın ilginç bir öyküsü var. Osmanlı döneminde savaşlarda ağır yaralı ve ölmek üzere olan askerlere hekimler şehit olmadan önce ağızları tatlansın diye omuzlarında asılı bu küçük fıçıdan zemzemle hazırlanan bir şerbet içirirlermiş. Bu şerbeti içen askerin yaşama şansının olmadığı da buradan anlaşılırmış. “Şehadet Şerbeti içmek” terimi de buradan geliyormuş. Savaş hiçbir zaman iyi olmamıştır.

Daha sonra topçu bataryalarının bulunduğu bölümleri tek tek gezdik. Her bir odada bir konu işlenmiş ve özenle düzenleme yapılmış. Projenin sahibi Edirne Valiliği, uygulaması ve finansmanı ise Edirne İl Özel İdaresine ait. Alanın düzenlenmesinde tarih, sanat tarihi ve mimarlık alanlarında akademik danışmanlığı Trakya Üniversitesi vermiş, denetimi de Kültür ve Turizm Bakanlığı yapmış. Sonuçta iş birliği ile müzeciliğin en güzel örneklerinden bir tanesi ortaya çıkarılmış. Edirne gezinizin olmazsa olmazlarından bir tanesi Hıdırlık Tabyası gezisi olmalıdır.

Daha sonra bir başka önemli müzeyi daha gezdik; Sultan II. Bayezid Külliyesi. 1488 tarihinde Fatih Sultan Mehmed’in oğlu olan II. Bayezid’in yaptırdığı Külliye içinde cami, tıp medresesi, darüşşifa (hastane), tabhane (küçük misafirhanelerin bulunduğu konaklama mekanı), imarethane (yoksulların ücretsiz doyurulduğu kısım), hamam, değirmen, mehterhane, sübyan mektebi ve depolar bulunuyordu. Ayrıca Tunca Nehri üzerinden geçen ve mimarının Mimar Hayrettin olduğu söylenen taş köprü de (II. Bayezid Köprüsü veya İmaret Köprüsü) bulunuyor.

Külliyede yüzyıllar boyunca tıp öğrencileri yetiştirilmiş, hastalara şifa dağıtılmış, ihtiyaç sahipleri doyurulmuş. Külliyenin, İslam aleminin en saf ve yalın anlatımlı camilerinden biri olarak kabul edilen camisi önemli bir ibadet yeri olmuş, tabhanesinde ise misafirler ağırlanmış.

Gezimizde önce külliyenin bütünü hakkında bilgilendirildik. Sonra da sırası ile Tıp Medresesi ve Darüşşifa bölümünün gezisine başladık.

Darüşşifa kısmı dönemin en önemli sağlık merkezlerinden birisi olmuş. Kuruluşunda her türlü hastalara hizmet vermiş. Kuruluş vakfiyesinde hastanenin personeli sayılırken 2 cerrah ve 2 göz doktorundan da söz edilir. Yani dönemi için büyük bir sağlık kuruluşu olarak kabul edilebilir.

Daha sonraki yıllarda şifahane, ruh hastalarına yönelik hizmet vermeye başlamış ve hastalar dönemin tıbbi bilgi ve ilaçlarının yanı sıra, su sesi, musiki, güzel kokular ve çeşitli faaliyetlerle tedavi edilmişler.

Uzun yıllar boyunca hastalara şifa dağıtan bu şifahane, 1850’li yıllardan sonra sadece ruh hastalarının tecrit edildiği bakımsız bir kurum haline gelmiş. Bina bir yandan bakımsızlıktan diğer yandan yatağı dolan Tunca Nehri’nin taşkınları sonucu büyük zararlar görmüş. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı esnasında Edirne işgal edilince, buradaki hastalar İstanbul’a gönderilmiş. 1896 yılında darüşşifa onarım görmüş ve ruh hastalarının tecrit ve tedavilerinde bir süre daha kullanılmış. 1910 yılında bir onarım daha gerçekleştirilmiş. Hastanenin 1916’lara kadar açık olduğu biliniyor ancak sonradan kaderine terk edilmiş. Yıkılmaya ve yok olmaya yüz tutmuş.

1950 yılında Edirne’ye Sıtma Bölge Başkanı olarak gelen Dr. Ratip Kazancıgil Darüşşifayı gezdikten sonra kubbelerinin yıkılmış, kurşunlarının sıyrılmış, bahçelerin dikenlik içinde olduğunu görmüş ve rapor etmiş. Darüşşifanın müze haline getirilmesi fikri aslında 1973 yılında Prof Dr Süheyl Ünver tarafından dile getirilmiş ve sonradan Edirne İl Sağlık Müdürü olan Dr Ratip Kazancıgil’le birlikte bu fikri olgunlaştırmaya çalışmışlar.

Sonrasında yine Trakya Üniversitesi ve İdari Yönetimler işbirliği devreye girmiş. Külliyenin, camii hariç diğer bölümleri Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1984 yılında Trakya Üniversitesi’ne devredilmiş. Bir süre Trakya Üniversitesi Edirne Meslek Yüksekokulu’nun Restorasyon ve Duvar Süsleme Bölümleri burada eğitim ve öğretimini sürdürmüş.

Darüşşifanın, Trakya Üniversitesi bünyesinde Sağlık Müzesi’ne dönüştürülmesi çalışmalarına 1993 yılında başlanmış ve 1997 yılında müze olması resmileşerek Trakya Üniversitesi, Sağlık Müzesi olarak açılışı yapılmış. Tasarım ve Sanat Yönetmenliği yardımları alınarak bu bölüm tarihine uygun bir şekilde mankenlerle canlandırılmış.

Sağlık Müzesi Avrupa Konseyi 2004 Yılı Müze Ödülü’nü almış. Bu ödülü almasında en büyük etken Sağlık Müzesi’ndeki düzenlemelerin hepsinin amaca ve araca uygun olarak yapılması olmuş. Burada amaç bir dönemin sağlık uygulamalarının sergilenmesi bu işte araç ise Darüşşifanın fiziki yapısı. Avrupa Müzeler Birliği bu müzeye “Yaşayan Müze” adını vermiştir.

Müze Darüşşifa, Tıp Medresesi ve İmaret olmak üzere 3 bölümden oluşuyor. Darüşşifa, Sağlık Müzesi’nin ilk ve en önemli bölümü. Birinci avlu, ikinci avlu ve şifahane kısımları mevcut.

Şifahane, tarihteki hastane yapıları içinde gerek mimari ve gerekse tıbbi uygulamalar açısından çok önemli bir yere sahip. Merkezi hastane yapıları içinde de bir öncüdür ve benzerlerine batıda ancak 200 yıl sonra rastlanıyor. Osmanlı’nın en meşhur hekimleri bu sağlık yurdunda görev yapmış. Dönemin hekimlik bilgilerinin yanı sıra musiki, su sesi ve güzel kokuların da tedavide kullanıldığı bu bölümde ziyaretçilerin tıp tarihinde bir zaman yolculuğuna çıkmaları amaçlanmış. Darüşşifanın akustik yapısındaki mükemmellik, çalınan dönemin musiki nağmeleri ve ortadaki şadırvandan akan suyun çıkardığı ses, bugün bile ziyaretçileri derinden etkileyen bir ortam yaratmaktadır.

Müzenin ikinci bölümü Osmanlı tarihinin en önemli eğitim kurumlarından biri olan Medresetü’l Etıbba denilen tıp medresesi bölümüdür.

Talebeler geçmişte bu yapıda usta çırak ilişkisiyle tıp eğitimi görür, öğrendikleri bilgileri hemen yanı başındaki Darüşşifada uygulamaya geçirirlermiş.

2008 tarihinde medrese bölümü ”Tıp Medresesi” adı ile ziyarete açılarak müze yeni bir bölüme daha kavuşturulmuş. Tıp Medresesi, Sağlık Müzesi’ni daha önemli bir noktaya taşımış. Bu çalışma ile 15. yüzyıldaki tıp medresesi ve ders ortamı mankenlerle canlandırılmış ve dönemin hekimlik eğitiminin bilinmeyen yönleri vurgulanmış. Özellikle grupta benim gibi doktor arkadaşlar ortamdan etkilendiler.

Müzenin ziyarete açılan üçüncü ve son bölümü ise İmaret Bölümü’dür. Yakın sayılacak bir tarihte, 2020 yılında ziyarete açılmıştır. Geçmişte hasta yakınlarının, külliye personelinin ve fakir fukaranın doyurulduğu bu tarihi yapının içinde Osmanlıdaki imaret kültürü canlandırılarak, ziyaretçilere farklı ve etkileyici bir atmosfer sunulmaya çalışılmış ve çok da başarılı olunmuş.

Bu müzenin her 3 bölümündeki balmumu heykeller çok güzel yapılmış. Tasarımları harika, dönemin giysileri ve dekoru birbirlerini çok bütünlüyorlar.

Son olarak külliyenin camisini gezdik. Camiyi de külliyenin diğer bölümleri gibi Mimar Hayrettin yapmış. Dört duvar üstüne oturtulmuş 22 metre çapındaki tek bir kubbeli bir cami. Avlu kenarlarında 22 kubbeli bir revak ve ortasında üstü açık bir abdest şadırvanı yer alıyor.

Caminin, 17 mermer sütun içinde yer alan hünkar mahfilinin, Osmanlı cami mimarisinde yapılmış ilk mahfil olduğu kabul ediliyor.

Daha sonra aracımızla Saray-ı Cedid-i Amire yani Yeni Saray bölgesine gittik. Yeni Saray’a Tunca Sarayı, Hünkâr Bahçesi Sarayı, Edirne Saray-ı Hümayunu gibi isimlerde takılmış. Sarayın mimarı tanıdık bir isim; Üç Şerefeli Cami’nin de mimarı olan Muslihuddin. Sarayın inşa emrini II. Murat vermiş ama bitirilmesi Fatih Sultan Mehmed zamanına kısmet olmuş. Daha sonraları gelen sultanlar saraya yapılar eklemişler. Ancak bu sultanlar arasında sarayın gelişmesine en çok emek harcayan IV. Mehmed (Avcı Mehmed) olmuş. Sultan IV. Mehmed Edirne Sarayını çeşitli yapılarla en ihtişamlı noktasına ulaştırmış.

Sarayın acı sonu nedeniyle elimizde sağlıklı belge, çizim ve fotoğraf sayısı çok azdır. Elde bulunan tek belge, Dr. Rıfat Osman Bey’in çizdiği ve Sayın Kazancıgil’in kitaplaştırdığı yukarıda gördüğünüz “Edirne Sarayı Yerleşim Planı”dır.

Bugün saraydan geriye pek bir şey kalmamış. Ancak burası zamanında geniş bir alan üzerinde kasırlar, daireler ve hizmet binalarından oluşan ve Topkapı Sarayı’ndan daha büyük bir saraydı. Topkapı Sarayı’nın kapladığı alan 700.000 m2 iken, Edirne Yeni Saray’ın kapladığı alan 3.000.000 m2‘yi buluyordu. Saray duvarlarının etrafı yaklaşık 3 metre yüksekliğindeki duvarlarla çevriliydi.

Fatih Sultan Mehmed’in Osmanlı başkentini İstanbul’a taşıyıp, Topkapı Sarayında yaşamasından sonra bile Edirne Sarayı önemini kaybetmemişti. Padişahlar geniş bahçesi nedeni ile bu saraya avlanmaya gelirlermiş. Saray, çeşitli dönemlerde defalarca onarılmış ve Balkan coğrafyasının kaynadığı 1870’li yıllarda bodrum katları (mahzenleri) cephane deposu olarak kullanılmaya başlanmış.

1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rusların Şıpka’yı geçerek Edirne’yi işgal etme ihtimali doğduğunda, silahların Rusların eline geçmemesi için dönemin Edirne Valisi Cemil Paşa ve Ordu Komutanı Ahmet Eyüp Paşa’nın emriyle cephanelik ateşe verilerek saray havaya uçurulmuş. Saray günlerce yanmış.

Bu olayın ardından o güzelim Edirne Sarayı tamamen yangın yerine dönmüş, harabe haline gelmiş. Sarayın değerli yapı malzemeleri, çinileri, çeşmeleri ve sebilleri yağmalanmış. Bir de her dönemde olduğu gibi kadir kıymet bilmezlik, ecdada ve emanetlerine saygısızlık da ortaya çıkmış. Kıymetli saray çinilerinin konsoloslarca ülkelerine götürülmesine göz yumulmuş. Hatta Rıfat Osman Bey’in kaydına göre, 27 sandık dolusu çok değerli çini ve seramikler İngiliz Kraliçesi’ne hatıra olarak gönderilmiş. Daha sonra saray alanı adeta bir taş ocağı haline gelmiş ve taşları yağmalanmış. Bu satırları yazarken bile içim daralıyor ama sonunda Edirne Sarayı, Milli Saraylar listesinde “ören yeri” olarak gösterilir hale gelmiş.

Edirne Yeni Saray hakkında Trakya Üniversitesi Tıp Tarihi ve Tıbbi Deontoloji Öğretim Görevlilerinden Sayın Nilüfer Gökçe’nin yazılarından faydalanarak bir derleme yapabildim. Günümüzde Bahçeşehir Üniversitesi Edirne Sarayı bölgesinde kazı çalışmaları yapıyor. Bazı kullandığım fotoğrafların kaynağı ise onların sayfası.

Ancak bu muhteşem saray hakkında bilinenler ve eldeki belgeler o kadar yetersiz ki! Biz oradayken restorasyon alanına giremedik. Ancak parmaklıklar arasından fotoğraf alabildik.

Osmanlı sarayları temel olarak 3 bölümden oluşurdu; “Birun” Osmanlı saray teşkilatında “dış saray” olarak adlandırılan kısımdır. Yönetici ve önemli saray çalışanlarının bulunduğu, devletin idari ve hizmet bölümüdür. Devletin en yüksek yönetim organı olan ve önemli kararların alındığı Divanı Hümayun toplantıları buradaki yapıda olurdu. Enderun (İç Saray) denen kısım sarayın eğitim ve yönetici yetiştirme bölümüydü. Devşirme sistemiyle alınan öğrenciler, has oda ağaları, saray görevlileri, geleceğin devlet adamları (sadrazam, vezir vb) burada ki yapılarda bulunur ve yetiştirilirdi. Bir bölümden diğerine geçiş şatafatlı kapılardan (Bab-ı Hümayun ve Babüssaade gibi) olur ve geçişler önce bir meydana açılırdı. Sarayın diğer bir bölümü ise “Harem” kısmıdır. Burası Padişahın özel hayatının geçtiği bölümdür. Burada Valide Sultan, padişahın eşleri (Kadın Efendiler), şehzadeler, cariyeler, kız ağası (Harem’in en yetkili görevlisi) harem ağaları bulunurdu. Edirne Sarayı’nda da bu temel korunmuş. Topkapı Sarayı ile karşılaştırıldığında Edirne Sarayı’nda bölümler daha geniş alana yayılmıştı. Hasbahçeler, kayıkla da gezilebilen Tunca Nehri Bahçeleri, Tavuk Ormanı gibi hassa avlakları, Bülbül Korusu, gül ve meyve bahçeleri ile saray mutfağı için bostanlar da Edirne Sarayı’nı Topkapı Sarayı’ından ayıran diğer özelliklerdi.

Saraya ulaşan iki köprü mevcut. Şükürler olsun ki onlar günümüze ulaşmışlar! Köprülerden birisi Kanuni Köprüsü. Adından da anlaşılacağı gibi Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış ve mimarı da Sinan. Şehir merkezi ile Saray’ın Hasbahçesi’ni birbirine bağlıyor. Köprü 4 gözlü ve uzunluğu 60 metre genişliği ise 4,5 metredir.

Köprüyü geçince solunuzda Mimar Sinan yapımı su terazisi ve Kakava Şenlikleri’nin yapıldığı alan bulunuyor. Sağ taraf ise Kırkpınar Yağlı Güreşleri Er Meydanı arenasına gidiyor.

Yeri gelmişken Kırkpınar Yağlı Güreşleri Er Meydanı hakkında da bilgilenelim. UNESCO 2010 yılında bu alanda yapılan güreş müsabakalarını “Kırkpınar Yağlı Güreş Festivali” adıyla İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Listesi’ne kabul etmiştir. Yağlı güreş müsabakaları geleneksel kabule göre 1361 yılından beri düzenlenmektedir. Bu nedenle dünyanın halen devam eden en eski spor organizasyonlarından biri sayılır.

Kırkpınar yağlı güreşleri ile ilgili birçok söylenceye rastlayabilirsiniz. Bunlardan en yaygın olanı da şöyledir; Rumeli’nin fethi sırasında Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa birkaç kaleyi ele geçirir ve sonrasında 40 akıncısı birlikte Edirne civarını keşfe çıkarlar. Bu birlik keşif sonrası geri dönerken, bugün Yunanistan sınırları içerisinde kalan Samona (bugünkü adı Ammovouno) adlı bir yerde mola verir ve askerler güreşe tutuşurlar. Bunlardan ikisi birbiri ile yenişemezler.  Daha sonra iki güreşçi bir Hıdırellez gününde (6 Mayıs)  yeniden güreşe tutuşurlar. Güreş sabah erkenden başlayıp gece yarısı iki güreşçinin ölümüne kadar sürer. 

Bu iki kardeş, arkadaşları tarafından orada bulunan bir incir ağacının altına defnedilirler. Yıllar sonra arkadaşları aynı yere tekrar geldiklerinde İki pehlivan arkadaşlarının gömülü oldukları yerde temiz ve gür pınarların şırıl şırıl aktığını görürler. Bunun üzerine o yer “Kırkpınar” olarak adlandırılır ve böylece Kırkpınar Yağlı Güreş geleneği başlar.

1361 yılında Edirne’yi feth eden Murad Bey verdiği emir ile aynı yılın yazında kırk yiğit akıncı anısına bir güreş müsabakası düzenler. Bu düzenlenen güreş, “Kırkpınar Güreşleri” adıyla tarihe geçmiştir. Bundan sonra her yıl Hıdırellez günü Kırkpınar Güreşleri’nin yapılması gelenek haline dönüşür. Lozan Anlaşması sonrasında Samona sınırlarımız dışında kalınca, güreş müsabakaları önce Kapıkule’ye yakın Viran Tekke’de ve daha sonra da Sarayiçi’nde bugünkü yerinde yapılır olmuş.

Kırkpınar Yağlı Güreşleri Er Meydanı, her yıl temmuz ayı başında belirlenen bir tarihte güreş müsabakalarına tanıklık ediyor. Pehlivanlar, er meydanında 3 gün boyunca mücadele eder, son gün yapılan finallerde her kategoriye göre birinci, ikinci ve üçüncü belirlenir. Ata sporumuz olan güreşte, rakiplerini yenerek şampiyon olan güreşçi “başpehlivan” ünvanını alır ve gelecek sene yapılacak güreş müsabakalarına kadar “Türkiye Başpehlivanı” olarak kalır. Üç yıl süreyle başpehlivan olmayı hakedenler altın kemerin sahibi olur.

Kırkpınar Güreşlerinin en ilginç yönü Kırkpınar ağalığıdır. Eskiden de güreş müsabakaları ağanın denetiminde yapılırmış. Ağalar pehlivanları çağıran, yarışmaları düzenleyen, gelen konukları ağırlayan, yemek ve yatacak yerlerini temin eden, örf ve adetlere uygun olarak güreşlerin yapılmasını sağlayan, ödüller veren ve güvenlik düzeni alan yetkililerdir. Kırkpınar Ağalığı açık arttırma usulü ile elde ediliyor. Açık arttırma güreşlerin son günü yapılıyor. En yüksek bedeli veren kişi Kırkpınar Ağası olur. Üç yıl üst üste Kırkpınar Ağalığı’nı kazanan altın kemerin de sahibi oluyor. Altın kemeri alabilen başpehlivan ve ağaların heykelleri de yukarıda fotoğraflarını paylaştığım gibi arenanın önündeki meydana dikiliyor.

Kırkpınar ağalığını yüklenen kişiler mart ayı başından itibaren köylere, kasabalara, şehirlere “Mühürlü Kırmızı Dipli Mumlar” göndererek panayırın ne zaman açılacağını, güreşlerin hangi tarihte yapılacağını bildirirlerdi. Kırmızı dipli mumlar köy ve kasabaların kahvelerinin yüksekçe bir yerine asılır, böylece herkes Kırkpınar’a davet edildiklerini anlarlardı. Bu mumun bir heykeli de Kırkpınar Er Meydanı karşısında, başpehlivanlar ve Kırkpınar ağaları heykellerinin yanında bulunuyor.

Kırkpınar Yağlı Güreşleri Er Meydanı karşısında Adalet Kasrı ve hemen arkasında da Fatih Köprüsü bulunuyor. Edirne Sarayı’nın sağlam kalan tek binası olan Adalet KasrıKanuni Sultan Süleyman tarafından 1561 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmış. Zeminle beraber dört katlı olup, üst katında mermer fıskiyeli bir havuz bulunurmuş. Döneminde, Divan-ı Hümayun (Bakanlar Kurulu) ve Yargıtay olarak kullanılmakta olduğu yazılsa da bu kısım biraz tartışmalı. Rivayete göre Sultan Süleyman imparatorluğun kanunlarını burada yazmış. Kasrın önünde iki taş var. Bunlardan sağdaki, “Seng-i arz“, halkın değerlendirilmesi için dilekçelerini üzerine bıraktığı taştır. Soldaki, “Seng-i İbret“‘te ise ölüm cezasına çarptırılanların kesik başları sergilenirdi.

Adalet Kuleleri sadece Edirne Sarayı’nda değil Topkapı, Dimetoka, Manisa gibi diğer saraylarda da vardır. Bu kulelerin çok önemli bir simgesel değeri vardır. Çok uzun bir dönem şehrin hemen her noktasından görülen bu kuleler, “Adalet buradan dağıtılıyor” anlamını taşıyorlar.

Fatih Köprüsü 1452 yılında Fatih Sultan Mehmet Han tarafından yaptırılmıştır. Sarayiçi’ni Balkan Şehitliği yönünden bağlayan köprüdür. “Hasbahçe Köprüsü”, “Cephanelik Köprüsü”, “Süvari Köprüsü” diye de isimlendirilmiştir. Üç gözlü köprünün orta gözü büyük, diğer ikisi daha küçük olarak yapılmış. Orta gözün iki yanında sel kıranlar ve tahliye gözleri mevcut. Padişahların ya da saray eşrafının nehir üzerinden kayıklarla 2. Bayezid Köprüsü civarında karaya çıktıkları ve 2. Bayezid Külliyesi’ni bu yolla ziyaret ettikleri kaynaklarda aktarılıyor.

Edirne Sarayı kazı ve restorasyon çalışmaları bir plan dahilinde devam ediyor ve alanın geri kalan kısmını 2025 yılı aralık ayında ziyaret edemedik. Cihannüma Kasrı (Padişah Kasrı), Kum Kasrı Hamamı, Saray Mutfakları (Matbah-ı Âmire), Bab-ı Hümayun ve Saray Kapılarının restorasyon çalışmaları halen devam ediyor. Padişahın devlet adamlarını kabul ettiği yer olan Arz Odası’nın temelleri bulunmuş ve çalışmaları daha başlardaymış. Bana en azından 5 yıl kadar daha Edirne Sarayı’na tel örgüler arkasından bakarız gibi geliyor.

Neyse, bekleriz! Yeter ki planlanan program dahilinde aslına uygun ve güzel bir restorasyon yapılabilsin..

Bu yazımla kısa Edirne gezimizin anlatımını bitirmiş oldum. Eminim ilgilenen için faydalı olacaktır.

Sende keşfedilmeyi bekleyen bu kadar çok hazine oldukça biz seni bundan sonra da ziyaret ederiz sevgili Edirne..

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

18.12.2025

Serhat Şehri Edirne-Karaağaç

İstanbul’dan yola çıkmışsanız yürüyerek gezeceğiniz Edirne Merkezden önce Karaağaç veya Sarayiçi bölgelerine araçla giderek geziye başlamanız çok mantıklı olacaktır. Aslında biz de Edirne gezimize ilk olarak Karaağaç bölgesinden başladık. Ben Edirne gezi yazımda bütünlük olsun diye yazımın ilk 2 bölümünü Kaleiçi’ni anlatmaya ayırdım.

Kaynağı Bulgaristan’da olan ve sınırlarımızdan girip Edirne’den geçen 3 nehir bulunuyor. Bunlar içinde en uzun olan (480 km) ve Rila Dağları kuzey eteklerinden doğan Meriç Nehri (Bulgaristan’da Maritza, Yunanistan’da Evros olarak adlandırılıyor) Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan arasında sınır teşkil eder. Türkiye-Yunanistan arasındaki 203 km’lik kara sınırının 180 km’sini (%85-90) Türkiye-Bulgaristan arasındaki 269 km’lik kara sınırının ise sadece %5-7 oranındaki kısmını Meriç Nehri oluşturur. Tunca Nehri Bulgaristan’ın Balkan Dağları’ndan ve Arda Nehri ise Bulgaristan’ın Rodop Dağlarından doğup, sınırlarımızdan Edirne’ye giriş yaparlar. Arda ve Tunca Nehirleri Meriç Nehri ile birleşip Saroz Körfezinden Ege Denizi’ne akar. Şimdi siz içinizden “Ümit yine konuyu dağıttı. Edirne gezi yazısı mı okuyoruz, coğrafya dersine mi geldik? Edirne içinden geçen nehirler de nereden çıktı?” demişsinizdir. Benim sizinle esas paylaşmak istediğim konu nehirler değil, onun üstüne inşa edilmiş Edirne’nin tarihi taş köprüleri. Taş köprüleri burada konu etmemin nedeni ise Karağaç’a varmak için takip edeceğiniz yolda göreceğiniz ve üzerinden geçebileceğiniz iki adet tarihi taş köprü; Meriç (Mecidiye) ve Tunca (Ekmekçizade Ahmet Paşa Köprüsü) Köprüleri.

Tunca Taş Köprüsü araç trafiğine kapalı. Bizim araç 27 kişilik olunca Meriç Taş Köprüsü üzerinden de geçemedik. Yolu uzatmak zorunda kalarak 2017 yılı yapımı Karaağaç-Pazarkule Köprüsü‘ne yönelmek zorunda kaldık. Ama Tunca Köprüsü’nü uzaktan ve Meriç Köprüsü’nü ise yakından gördük. Tunca üzerindeki Fatih Köprüsü ve Kanuni Taş Köprüsü’ne ulaşmak için çaba sarf ettik. Edirne konu olunca Edirne’nin tarihi taş köprülerini de yazıya dahil etmek gerekir.

Bir zamanlar Meriç Nehri üzerinde, şimdiki taş köprü yerine askeri ve ticari yollar için kullanılan Roma–Bizans dönemine ait bir taş köprünün bulunduğu kabul edilir. Temel izleri ve bazı köprü ayağı kalıntıları dışında bu köprüden günümüze ulaşan kısım yok. Edirne’nin Osmanlı başkenti olmasından sonra Meriç ve Tunca nehirleri geçişleri stratejik hale gelmiş ve nehir üzerine köprüler yapılmış. Ancak bunlar yukarıda illüstrasyonda gözüktüğü gibi ahşap köprülermiş. Sık taşkınlar, sel felaketleri nedeniyle bu ahşap köprüler uzun ömürlü olamamışlar. Tunca ve Meriç Nehirleri üzerinde toplamda 10 (bazı kaynaklarda ise 13) taş köprünün bulunduğu yazılıyor. Yeni köprüleri de sayıya katarsak toplamda 15 civarı köprünün Edirne’de olduğu biliniyor.

Edirne’yi Karaağaç’a bağlayan yol üzerinde Tunca Nehrini aşan tarihi Tunca Köprüsü araç trafiğine kapalı. Ekmekçizade Ahmet Paşa Köprüsü olarak da bilinen taş köprü 1608-1615 yılları arasında inşa edilmiş. O yıllarda Osmanlı Devleti’nde defterdarlık görevinde bulunan Ekmekçizade Ahmet Paşa tarafından, büyük olasılıkla Sedefkar Mehmed Ağa‘ya yaptırılmış. Bu köprünün özelliği 11 ayak üzerine 10 kemerli olması. Sedefkar Mehmed Ağa aynı zamanda İstanbul’daki Sultanahmet Camisi’nin de mimarıdır. Köprü uzun yıllar büyük seller ve taşkınlar görmüş ancak küçük onarımlar yapılmış. 1947 yılında yaşanan çetin bir kış günü gözlerinin su dolup donması ve nehirde donan buz kütlelerinin çarpması sonucu tarihi köprünün iki kemeri yıkılmış.

Tunca Köprüsü’nün 1947 yılında yıkılan yerine yapılan demir parçalı hali.

Yıkılan bölüme önceleri ahşap, sonra da demir bir parça monte edilmiş. Bu çirkin ve eğreti demir kısımlar 2008 yılında kaldırılmış ve aslına uygun olarak restore edilmiş. Tunca Köprüsü’nü ancak araçtan fotoğraflayabildim.

Biz karayollarına ait yeni bir köprü olan Pazarkule-Karaağaç Köprüsü üzerinden geçerek Karaağaç Bölgesine geldik. Karaağaç’a yeniden döneceğim ama önce köprüler faslını bir arada işleyelim diye Meriç Köprüsü’nü de yeri gelmişken anlatayım.

Meriç yada Mecidiye Köprüsü Edirne-Karaağaç yolunda, Meriç Nehri’nin üzerine yapılmış. Aslında köprü yapımını ilk olarak padişah I Mahmud istese ve emretse de onun ömrünün yetmemesi ve zamanın devlet kasasının müsade etmemesi üzerine inşaata başlanamamış. Köprü inşasına 1842’de Abdülmecit zamanında başlanmış, 1847’de bitirilmiş. Mimarı Hasan Rıza Efendi olarak biliniyor. Daha önce köprü köşkünün kubbesinde, 1930 yılına ait sol yandaki fotoğrafta gördüğünüz gibi, bir güneş motifinin bulunduğu biliniyor. Bu güneş motifi günümüze ulaşamamış.

Meriç Nehri üzerindeki bu tek taş köprü, Osmanlıların Edirne’ye kazandırdığı son taş köprüdür. Köprü 263 metre uzunluğunda ve 7 metre genişliğinde. On üç ayak üzerinde, 12 sivri kemerli taş köprü yanlara doğru eğimlidir. Ayaklar arasında ayrıca taşkın suyu boşaltma gözleri de bulunuyor.

Köprü ortasında yazıtlı köşk (Tarih Köşkü) bulunuyor. Tarih Köşkünün kubbesinin içerisinde freskler mevcut ama bizim ziyaret ettiğimiz zamanda bunlar da çok iyi durumda değillerdi.

Şimdi dönelim Edirne Karaağaç bölgesini anlatmaya. Geçmişte Maraş ve Eski Maraş olarak bilinen mahalle, XVI. yüzyılda Karaağaç adını aldı. Yani 16. yüzyıl öncesinde Karaağaç’a ait pek bir şey bulamıyoruz. XVII. yüzyıl itibariyle Karaağaç’ta Rum ve Türk ailelerin yazlık ve çiftlik evleri yanında Edirne’de yaşayan gayrimüslimlerin, Avrupalı ailelerin ve konsolosların da yazlık evlerinin bulunduğu biliniyor. Yani bölge Edirne’den ayrı bir yaşam tarzına sahip kozmopolit bir bölgeymiş. XIX. yüzyılda İstanbul ve Avrupa arasında ulaşımı sağlayan trenin Edirne’deki istasyonu bu mahalleye yapılmış. Böylece hem mahalledeki hem de şehirdeki ticari faaliyetler artış göstermiş.

Mahalle sakinlerinin gelir kaynakları arasında ticaretin yanı sıra tarım, sebzecilik ve özellikle Rumların çok iyi yaptığı bağcılık faaliyetleri ön planda olmuş. Bugün bile burada yaşayanlar bahçecilik ve tarımla uğraşıyor. Edirne’nin sebze ve meyve ihtiyacının bir kısmı buradan sağlanıyor. Biz de ziyaretimiz sırasında Tarihi Gümrük Binası’nın yanına tezgah açmış satıcıdan satın aldığımız ekmek ayvasının tadına bayıldık.

Bol dutluk nedeni ile ipek böceği yetiştiriciliği de bölgede yapılan ekonomik faaliyetlerden olmuş ve hatta burada 2 adet koza fabrikası bile varmış. Yukarıdaki fotoğraf zamanında bölgede bulunan koza fabrikalarından birinin bacasına ait ve fabrikadan geriye kalan tek şey de bu baca. Fabrikanın sahibi Rum asıllı, Dimitri Dimitriyadis adlı bir iş insanıymış. Mübadele göçleri döneminde fabrikanın bütün makinelerini, içindeki alet ve gereçlerini sökerek Yunanistan’a taşımış. Konağını ve fabrikasını bırakarak göç etmek zorunda kalmış.

Avrupalıların gerek ticaret gerekse konsoloslukları sebebiyle getirdikleri kültürleri Karaağaç Mahallesi’nde yepyeni bir hayat tarzının oluşmasına sebep olmuş. XX. yüzyılın başlarında da devam eden gelişme, mahallenin sahip olduğu nüfus ve kültürel yapısı itibariyle Karaağaç, Küçük Paris olarak anılmaya başlanmış.

1920-1923 yıllarında Yunan işgaline uğrayan Karaağaç, 15.09.1923 yılında savaş tazminatı olarak Türk hükümetine verilmiş. Mübadele sonrası, Batı Trakya’dan gelen Müslüman halkın bir bölümü Karaağaç’a yerleştirilmiş. Mahallede Müslüman ile gayrimüslimler uzun bir süre bir arada yaşadıktan sonra gayrimüslimlerin büyük bir kısmı, İkinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul, Yunanistan, İtalya ve Brezilya’ya göç etmişler. Yani Karaağaç’taki tarihsel demografik yapı bozulmuş.

Karaağaç’a geldiğimizde önce Meriç Köprüsü’nü gezmek için Tarihi Gümrük Karakolu önünde aracımızdan indik ve yukarıda anlattığım şekilde köprüyü gezdik. Aracımızdan indiğimiz yerde tarihi Gümrük Karakol Binası ve ve onun da karşısında Hacı Adil Bey Çeşmesi bulunuyor.

Hacı Adil Bey zamanın Edirne Valilerinden. Çeşme onun tarafından 1904 yılında, genç yaşta vefat eden oğlunun anısına inşa ettirilmiş. Edirne’nin en iyi korunmuş ve günümüze orjinal hali ile ulaşan en güzel çeşmesi. Önünde duran faytonları kiralayıp nostaljik bir tur atabilirsiniz.

Kare planlı çeşmenin tüm cepheleri kompozisyon açısından aynı. Barok üsluptaki çeşmenin projesini Edirne Vakıflar Müdürü Sadrettin Bey ile Dr. Rıfat Osman çizmiştir. Daha önceki yazılarımda da konu ettiğim radyolog tıp doktoru Dr. Rıfat Osman’ın Edirne’ye çok faydası dokunmuş. Eskiye ait bir sürü bilgi de onun yazılarına ait.

Mondros Antlaşması ile birlikte Meriç Nehri’nin batı yakasında kalan topraklar Yunanistan’a bırakılmış ve Tarihi karakol binası da bu anlaşmadan sonra, 1918 yılında bir sınır karakolu olarak inşa edilmiş. Ancak 1923’de imzalanan Lozan Antlaşması ile sınır güneye çekilince karakolun sınır güvenliği işlevi de kalmamış. Bir süre atıl halde kalan bina, daha sonra restore edilerek Edirne Belediyesi’ne devredilmiş. Belediye de burayı kafe olarak işletiyor. Burada masalardan birine oturup, Meriç Köprüsü’ne karşı çay kahve içmek keyifli oluyor.

Karaağaç sınırları içinde Asker Söğütlüğü Devlet Ormanı, Pazarkule Devlet Ormanı, Karaağaç Söğütlüğü Devlet Ormanı gibi önemli doğal sit alanları da bulunuyor. Bu alanlar hafta sonları Edirne’lilerin mesire yerlerinden oluyor. Ayrıca mahallenin büyük bir bölümü de kentsel sit alanı olarak koruma altına alınmış.

Daha sonra Karaağaç’a kadar gelmişseniz olmazsa olmaz ziyaret yerlerinden Tarihi Tren Garı ve Lozan Anıtı ziyaretlerimizi gerçekleştirdik. Buraya yine bir parça koymam ve üniversite-yerel yönetim ilişkilerinin şehir turizmine etkileri hakkında konuşmam lazım.

Bir şehrin gelişmesinde ve kalkınmasında üniversite ve kamu-yerel yönetim işbirliği ile hareket etmenin çok önemi var. Bunun Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen hocamızın önderliğinde zamanın Anadolu Üniversitesi-Eskişehir Yerel Yönetimi ve kamu kurumları işbirliği gibi bir ön örneği de mevcut. Ben bu pozitif etkileşimin bir başka örneğini Edirne şehrinde görüyorum. Bugünkü Tarihi Tren Garı, Trakya Üniversitesi’nin misafirhanesi iken orada konaklamış birisi olarak bu gelişimin başlarına tesadüfen şahit olmuş birisiyim. Yeni açıldığı zamanlarda Sultan II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi’ni gezmiş ve Trakya Üniversitesi’nin katkılarını takdir etmiştim.

1990’ların sonundan itibaren kamu-yerel yönetim ve Trakya Üniversitesi arasında pozitif bir işbirliği ortaya çıkmış. Bu ilişki sayesinde Edirne’de kötü durumdaki ve kaybolmanın eşiğindeki tarihi yapılar kültür turizmine kazandırılmış. Özellikle 1996-2004 yılları arasında 2 dönem Trakya Üniversitesi Rektörlüğünü yapan Sayın Prof. Dr. Osman İnci zamanında üniversitenin bu konudaki katkısı çok belirgin olmuş. Benim daha bilemediğim çok sayıda üniversite bilim insanı, tarihçi ve sanat tarihçisinin Edirne gelişiminde mutlaka katkıları olmuştur. Şimdi size anlatacağım Karaağaç Tarihi Tren Garı‘nın restorasyonu da, aynen II. Bayezid Külliyesi’nin küllerinden yeniden doğurulması gibi, Trakya Üniversitesi ve idari yönetimler arası ilişkilerin güzel sonuçlar ortaya çıkardığı bir örnektir. Ama önce garın tarihini ve önemini anlatmam gerekir.

1888’de Rumeli Demiryolları (Chemins de fer Orientaux) tarafından hattın tamamlanmış kısımlarını gösteren harita

Osmanlı’nın Balkanlardaki topraklarında karışıklıklar başlayınca merkezden uzaklara hızla ulaşmanın yolu olarak demiryolları inşa etme kararı alınmış. 19. yüzyılda Osmanlı’nın ekonomik ve teknik durumu izin vermeyince yabancı şirketlere ayrıcalıklar verilerek demiryolları inşası yoluna gidilmiş. 1867 yılında Abdülaziz’in aldığı bu karara istinaden kendisi ile anlaşmaya varılan Alman bir girişimci tarafından Rumeli Demiryolları ya da İstanbul–Viyana Demiryolu kurulmuş. Bu şirkete verilen imtiyazların konusu İstanbul’dan başlayarak Edirne, Sofya, Niş, Saraybosna ve Banja Luka’dan geçen ve Avusturya’ya kadar uzanan bir demiryolu hattının inşa edilmesiymiş. 1874 yılında İstanbul – Edirne hattı, Edirne – Dedeağaç hattı işletmeye açılmış ve Edirne – Sofya hattının da bir bölümü tamamlanmış. Balkan Savaşları’nın ardından Osmanlı topraklar kaybedince kağıt üzerinde Viyana’ya kadar giden demiryolu hattı Türkiye’nin Doğu Trakya toprakları ile sınırlı kalmış. Edirne Karaağaç Tren Garı da bu demiryolu hatları üzerinde inşa edilmiş. Demiryolu 1937’ye kadar bölgesel bir demiryolu olarak hizmet vermiş ve bu tarihte TCDD tarafından satın alınarak imtiyaza son verilmiş.

Karaağaç Tren Garı’nda mevcut binalar, ihtiyaç duyuldukça ayrı ayrı tarihlerde yapılmışlar. Neo Klasik dönem tarzdaki büyük yolcu salonunu, bu tarzın usta mimarı Kemalettin Bey planlamış. Bu tarz binalar çoğunlukla 1910–1927 yılları arasında inşa edilmişler. Cumhuriyet döneminde demiryolu hattının bir kısmı Yunan topraklarında kalınca hattın sağlıklı çalışması pek olmamış. Sonra da Bulgaristan’la alternatif demiryolu hattı devreye girmiş. Karaağaç Tren Garı da 1971 yılından itibaren kapatılmış. Binalar da kaderine terk edilmiş.

Trakya Üniversitesi kendi haline terk edilen gar binası ile 1980’li yıllardan itibaren akademik ve kültürel olarak ilgilenmeye başlamış. Başlangıçta Trakya Üniversitesi gar ile ilgili bilimsel raporlar ve kullanım projeleri hazırlamış, yapısal sağlamlaştırma ve acil koruma önlemleri almış. Tarihi gar binası ve sosyal tesislerinin Trakya Üniversitesi’ne tahsisi ile ilgili karar resmi kurumlarca 1997 yılında alınmış. Trakya Üniversitesi Senatosu da tarihi bina ve tesislere rektörlük merkez örgütünün taşınması ve bu alana “Lozan Anıtı, Meydanı ve Müzesi‘nin yapımının hayata geçirilmesi konusunda kararlar almış.

2000’li yıllarda Kültür ve Turizm Bakanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü koordinasyonunda aslına uygun restorasyon çalışmaları başlatılmış. Bu süreçte cepheler, çatı, taşıyıcı sistemler yenilenmiş. İç mekanlar eğitim ve sergi kullanımına uygun hale getirilmiş. Trakya Üniversitesi işlevlendirme kararlarında ve akademik danışmanlıkta aktif rol almış. İlgili kamu kurumları ile birlikte harika bir iş ortaya çıkartılmış. Trakya Üniversitesi önce burayı misafirhane, derslik ve rektörlük dahil olmak üzere çeşitli amaçlar için kullanmış. Günümüze gelindiğinde, artık garın olduğu alan Trakya Üniversitesi tarafından Güzel Sanatlar Fakültesi olarak kullanılıyor. Lozan Barış Anıtı kısmına kadar giriş ücretsiz, garın bulunduğu alana giriş ise ücretli ve ücretler üniversiteye gidiyor. Müze kart geçmiyor.

Lozan Anıtı, Lozan Anlaşması ile Karaağaç’ın tekrar Türk topraklarına kazandırılmasını ve Lozan Anlaşmasında kazanılan diplomatik zaferi temsil ediyor. Anıtın bitişiğinde ise Lozan Müzesi var. Trakya Üniversitesi ile Edirne Belediyesi’nin öncülüğünde yapılan Lozan Anıtı Temmuz 1998’de açılmış. Kamuya açık bir park olarak düzenlenen anıtın etrafına Türkiye Cumhuriyeti’nin her yılı için bir fidan dikilmiş. Ancak Cumhuriyet’in her yaşı için her yıl düzenli bir fidan dikimi geleneği devam ettirilememiş.

Lozan Anıtı üç yüksek sütundan oluşuyor. Birincisinin yüksekliği 36.45 metredir ve Anadolu’yu sembolize eder. İkincisi 31.95 metredir ve Trakya’yı simgeler. Üçüncüsü ise 17.45 metre uzunluğu ile Karaağaç’ın simgesidir. Beton çember birliği temsil ederken, genç kız figürü estetik, zerafet ve hukuku temsil ediyor.

Kızın elindeki güvercin barış ve demokrasiyi, diğer elindeki belge de Lozan Anlaşmasını sembolize eder. Anıtın ayaklarının etrafında yer alan 15 metre çapındaki yarım daire şeklindeki havuz ise Türkiye’nin üç yanını çevreleyen denizleri temsil ediyor.

Evet Sanal gezgin arkadaşlarım. Edirne’nin her yeri tarih dolu. Her bölümün ayrı bir hikayesi var. Kesinlikle bir defa ile yetinilecek ve anlatılacak gibi değil. Karaağaç bile aslında tam bir günü hak ediyor. Dokuz jandarma erininin Bulgar ordusunu durdurmak için verdiği çabanın anıta dönüştürüldüğü alanı yani Jandarma Anıtı’nı ziyaret edememek, asırlık ağaçların bulunduğu ormanlık alanlarda yürüyememek burada eksik kalan aktivitelerimiz oldu. Daha önceden ziyaret ettiğim tren garı civarında da yeni düzenlemeler olmuş. Bu ziyaretimizde paralı olan kısmı da ziyaret etmedik ama bu satırları yazarken bundan biraz pişman oldum diyebilirim. Tüm bunları başka bir zamana mutlaka programa almalıyım..

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

17.12.2025

Serhat Şehri Edirne-Kaleiçi Bölgesi / 2

Edirne güzel bir şehir ve küçük bir alanda çok sayıda eseri yan yana görebiliyorsunuz. Tabii ki görmeye hem istekli ve hem de önceden kendinizi hazırlamışsanız. Geçen yazımda sizlerle paylaştığım Selimiye Külliyesi ve Camisi’nin kuzeydoğusundan başlayıp, kuzeybatısına ulaşan rota taş çatlasa 1 km tutacak ve durmaksızın yürüseniz 15 dakikanızı alacaktır. Ama “Gezekalın” felsefesine göre hareket ederseniz yani sadece hedefe varmayı değil yollarda olmayı, bakmak değil görmeyi ve anlayıp hissederek gezmeyi hedeflerseniz 15 dakikalık süre, saatlere dönüşebilecektir.

Bu bölümde sizlerle Edirne Meydan ve Kaleiçi Bölgesi’nin Selimiye Külliyesi’nden sonrasını gezmeye devam edelim. Tabii ki bu gezi maalesef yarım güne sığdırabildiğimiz kadarı ile sınırlı.

I. Murad’ın Edirne’yi aldığını ama özellikle II. Murad’ın şehri imar ettiğini daha önceki yazıda sizlerle paylaşmıştım. Gerçi ondan sonra da her gelen padişah ve ileri gelen devlet büyükleri Edirne’ye bir şeyler eklemişler. XVI-XVII. yüzyıllara gelindiğinde Edirne içinde bulunan saraylar, hanlar, hamamlar ve camiler, İstanbul’dakilerle karşılaştırılabilir hale gelmiş. Edirne’de 1675 tarihli bir belgede yazdığına göre o dönemde 24 medrese, 300 civarında cami, 32 hamam, 53 kervansaray, 53 han, 8 taş köprü ve bugün tamamına yakınının izi bile bulunmayan 2 tane büyük saray ile sekiz tane de küçük saray bulunuyormuş.

Selimiye Külliyesi sonrasındaki yürüyüşümüzde ilk durağımız Babademirtaş Mahallesi’ndeki Tarihi Belediye Binası. Osmanlı 18. yüzyılda gerileme dönemi yaşamaya başlayınca yeniden eski güçlü günlere dönüşün yolları aranmaya, idari ve yapısal her alanda reform hareketleri yapılmaya başlanmış. Bu istekle bağlantılı olarak XIX. yüzyıla gelindiğinde Edirne’de hükümet konağı, belediye binası, askeri daireler, okullar, askeri depolar, kışlalar, hastaneler gibi batı mimarisi üslubunda binalar inşa edilmeye başlanmış. Tarihi Belediye Binası ve sonra konu edeceğim Edirne Müşir İdaresi bu binalar arasında bulunuyor. Edirne’de modern belediyecilik, 1867-1868 yılında Vali Hurşit Paşa döneminde “Daire-i Belediye” adıyla başlamış. Edirne Osmanlı’nın önemli şehirlerinden biri olduğu için erken dönemden itibaren kadı yönetimi, ihtisap teşkilatı (bir tür hesap denetimi yapan kurum), çarşı–pazar düzeni, temizlik ve asayiş işlerini yürüten yapılar zaten varmış. Bu bakımdan Edirne’de şehir yönetimi gelişmiş ve hatta bazı uygulamalar İstanbul için örnek bile olmuş.

Edirne, Osmanlı şehir yönetimi açısından zamanındaki şehirlerle kıyaslanınca çok ileri bir yerde olsa da modern teşkilatlanma anlamında belediye olma özelliklerini taşımıyordu. Abdülmecit zamanında 1855’de kurulan İstanbul’daki Şehremaneti, Osmanlı’daki ilk modern belediye teşkilatlanması olarak kabul edilir ve ilk şehremini de (belediye başkanı) Salih Paşa‘dır. Edirne’de modern anlamda ilk belediye teşkilatlanması 1864 yılında olmuş. Kuruluşundan bugünkü binasına taşınana kadar geçen sürede belediye teşkilatı çeşitli binalarda hizmet vermiş. Osmanlı veziri Cezzar Ahmed Paşa’nın torunu olan Cezzarzade Dilaver Bey‘in Belediye Başkanlığı dönemindeki girişimlerle 1898-1899 yılında yukarıda fotoğrafını paylaştığım belediye binasının temelleri atılmış. Sanatsever kişiliği ile Dilaver bey o zamanlardan tablolar toplamış ve belediye binasında sergilemiş. Bu tablolar hala belediye binasında bulunuyor ama maalesef biz içeri giremedik ki tabloları görelim!

Bulgar işgali sırasında Bulgar Kralı Ferdinand, Yunan işgali sırasında da Kral I. Aleksandros bu binada konaklamışlar. Mustafa Kemal Atatürk birisi 1913 Balkan Savaşları sonrası, diğeri de 1928 Harf Devrimi sürecinde olmak üzere daha önce 2 kez Edirne’yi ziyaret etmiş. Edirne’ye 3. ve son ziyaretini 1930 yılı aralık ayında yapmış ve bu binada konaklamış. Atatürk’ün kaldığı oda müze halinde korunuyor. Hafta sonu Tarihi Belediye Binası ziyarete kapalıydı. Atatürk odasını ve Dilaver beyin topladığı resim koleksiyonunu görebilmeyi arzu ederdim.

Daha sonra Çamaşırcılar Sokağı‘nı takip ederek Saatli Medrese ve Peykler Medresesi‘ne doğru yürüdük. Ara sokaklar tarihi evlerle dolu. Sokağın başındaki Tunca Cafe, oturup bir çay kahve molası verebileceğiniz bir yer. Kafenin arka ve sokağın sol yan tarafında Edirne tarihinin önemli idari ve askerî yapılarından birisi olan Edirne Müşir Dairesi bulunuyor. Günümüzde Tugay Binası olarak adlandırılan yer çok az kişi tarafından biliniyor ve bırakın ziyaret etmeyi fotoğraf çekme niyetiniz olduğu zaman bile askerler sizi uyarıyor. Ancak burası Osmanlı döneminde, şehir yönetimi açısından, belediye binası kadar kritik bir yapıydı. Edirne, 19. yüzyılda Rumeli’nin en büyük askeri merkezlerinden biri olduğundan şehirde önemli bir müşirlik makamı da bulunuyordu. Müşir, Osmanlıca’da mareşallik rütbesini gösteriyor. Dolayısıyla Müşir Dairesi, Edirne’deki ordu kumandanının karargahıydı. Bu bina Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz döneminde 1867 yılında yapılmış ve günümüze orijinal hali pek ulaşamamış. Şimdiki bina II. Abdülhamid döneminde 1899-1900 yıllarında inşa edilmiş. Binayı gördük ve önünden geçtik ama nöbetçileri kızdırmayalım diye ne dikkatlice bakabildim ne de fotoğrafını çekebildim. Aşağıda binanın zamanındaki halini bulup sizlerle paylaştım.

Edirne’nin simgelerinden biri olan Saatli Medrese, Üç Şerefeli Cami karşısında bulunuyor. Medrese 1437-1447 yılları arasında II. Murad’ın isteği üzerine inşa edilmiş. Mimarı kesin bilinmeyen eserlerden ama bir kaynak Mimar Muslihuddin’e ait bir eser diye yazıyor. Saatli Medrese’nin hemen karşısında Üç Şerefeli Cami ve yanında da Peykler Medresesi bulunmakta.

Peykler Medresesi adını Osmanlı saray teşkilatında görev yapan “peyk”lerden alıyor. Peykler, padişahın ve devletin resmi ulakları yani haber taşıyıcıları. O zamanlar tabii ki sms, telefon filan yok. Peykler hızlı koşmaları ile tanınıyorlarmış ve uzun mesafeleri de koşarak sarayın haberlerini iletirlermiş. Peykler Medresesi de saray hizmetinde bulunan peyklerin barınması ve eğitimi için kullanılmış. Zamanla yapı halk arasında bu işleve atfen “Peykler Medresesi” adıyla anılmaya başlanmış.

Saatli Medrese

Biz medreselerden sadece Saatli Medreseyi gezdik. Peykler Medresesi de Saatli Medrese ile benzer bir mimari yapıya sahip. Yani bizim gibi kısıtlı zamanınız varsa sadece Saatli Medrese’yi gezmeyi tercih etmeniz mantıklı bir seçim olacaktır.

Üç Şerefeli Cami Kapısından Saatli Medrese Görünümü

Saatli Medrese, revaklı avlu etrafında 17 hücreden ve biri açık, biri kapalı iki dershaneden oluşuyor. Saatli Medrese’nin önemli bir özelliği Fatih Sultan Mehmed’in Edirne’de iken eğitim aldığı yer olduğuna inanılmasıdır. Kaynaklar Fatih Sultan Mehmed’in Hoca Akşemseddin, Molla Gürani, Molla Hüsrev, İnce Bedreddin, Hoca Ataullah gibi âlimlerden eğitim aldığını yazıyor.

Saatli Medrese Avlusu

Buraya giriş müze kartla oluyor. Eğitimin kapalı alanda verildiği yerde Fatih Sultan Mehmed ve hocalarının balmumundan heykelleri bulunuyor. Hem Saatli Medrese ve hem de Fatih Sultan Mehmed’in yaptırdığı Peykler Medresesi, Üç Şerefeli Caminin doğusunda yer alıyor.

Saatli Medrese-Eğitimin Açık Alanda Verildiği Bölüm

Üç Şerefeli Cami Osmanlının yeni yeni güçlenmeye başladığı, topraklarını büyüttüğü ve zenginleştiği dönemlerin bir eseri. Bu dönemde Osmanlı yeni başkentini kendine uygun ve gösterişli bir hale getirmeye çalışıyor. II Murad’ın yeni başkenti imar ettiği dönemlerdeyiz.

Osmanlı’da camiler şehirleşmenin tam da merkezinde olmuş. Edirne’nin kuruluşunda da bu yerleşim düzeni değişmemiş. Şimdi sizinle gezeceğimiz Üç Şerefeli Cami Osmanlının erken dönem şehirleşme yöntemini anlamak için güzel bir örnek teşkil ediyor. Bu cami örneğinde olduğu gibi zaman içerisinde cami çevresinde eğitim için medreseler (Saatli ve Peykler Medresesi), hamam (Sokullu Hamamı) ve yolcular için kervansaraylar (Taşhan ve Rüstem Paşa Kervansarayları) yapılmış.

15. yüzyıl Osmanlı mimarisinde bir geçiş dönemi yaşanmış. Üç Şerefeli Cami Osmanlı mimarisinin deney atölyesi gibidir. Caminin her köşesinde bilinçli semboller ve yenilikler uygulanmış. Örneğin Caminin dört minaresinin hiçbiri, birbirinin aynısı değildir. Bu yöntem Osmanlı mimarisinde ilk ve tek örnek sayılıyor. Mimar sanki bu camiyi yaparken “Nasıl bir cami ve minare tipi oluşturmalıyız?” sorusuna değişik örnekleri bir mimari yapıda bir araya getirerek yanıt aramış. Büyük tek kubbeye geçiş, şadırvanlı ve revaklı geniş avlu, dikdörtgen plan ilk olarak bu camide denenmiş. Selimiye Camisinin gölgesinde kalmış bu camiyi gezerken lütfen bunların bilincinde olarak gezinizi gerçekleştirin.

Üç Şerefeli Cami Gül Bahçesi-Haziran 2025

Üç Şerefeli Cami’nin güllerle dolu geniş bahçesi, revaklı ve şadırvanlı geniş avlusu Osmanlı cami mimarisindeki ilk denemelerden. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde bu caminin bahçesindeki çeşit çeşit güllerden ve onların mest eden kokularından bahsetmiş. Üç Şerefeli Cami fotoğraflarından bazılarını bu senenin haziran ayında çekmiştim. Mevsim nedeniyle bahçede güllerin açtığı döneme denk gelmiştik. Onları da sizlerle bu gezimi yazıya dökerken paylaşıyorum.

Üç Şerefeli Cami Gece Işıklandırılmış Hali-Haziran 2025

II. Murad tarafından inşa ettirilen Üç Şerefeli Cami’yi 1437-1447 yılları arasında Mimar Muslihuddin (Muslihüddin) ve Şehabeddin Usta’nın yaptığı kabul ediliyor. Cami civarında Saatli Medrese, mektep, sebil, çeşme ve hazireden meydana gelen yapılar topluluğu da bulunuyormuş. XV. yüzyılın ikinci yarısında Peykler Medresesi de külliyeye eklenmiş. 1762 depreminde hasar gören cami 1763-64 tarihlerinde III. Mustafa tarafından onartılmış.

Ben Üç Şerefeli Cami ve Ulu Cami’yi en az Selimiye Camisi kadar seviyorum. Üç Şerefeli Cami’nin kendine özgü bir yapısı var. Caminin ortasında şadırvanı olan geniş bir avlusu var. Cami avlusundaki revaklı alan devşirme sütunlarla desteklenmiş. Her biri birbirinden farklı renk ve şekilde sütunlar Roma–Bizans yapılarından alınmış. Bu, hem ekonomik hem de “önceki medeniyetlerin mirası artık İslama hizmet ediyor” mesajı taşıyor.

Üç Şerefeli Camide çini süsleme sınırlıdır. Çünkü cami mimari olarak yapı oran, hacim ve mekan denemesi üzerine kurulmuştur. Süsleme ikinci planda bırakılmış.

Cami içine mukarnas taş işçiliği uygulanmış bir kapıdan giriliyor. Cami içine girdiğinizde somut dünyadan uzaklaşıp soyut bir dünyaya geçtiğiniz hissine kapılıyorsunuz. Bence iddiası olan bir dini yapının sizde yaratması gereken duygu da bu olmalı. Bu havayı hem Üç Şerefeli ve hem de Ulu Cami gezilerinizde yaşayacaksınız.

Gerek yanlarda ve gerekse de tavanlardaki pencereler sayesinde caminin iç aydınlanması çok güzel sağlanmış. Üç Şerefeli Cami, inşa edildiği dönemde Osmanlı mimarisinin en geniş çaplı kubbesine sahipti ve bu özelliğiyle daha sonra yapılan Fatih ve Selimiye camilerine giden yolun en önemli yapısal denemelerinden biri kabul edilir.

Tek büyük merkezi kubbe fikrinin olgunlaşmasında kilit bir aşamadır. Kubbenin yerden yüksekliği 43 metre ve çapı 24 metredir. Bol süslemeli ve renkli mihrabın iki yan tarafında renkli denge sütunları mevcut. Bunlardan bir tanesi hala dönüyor.

Minber kısmı sade bir yapıda olmasına karşın, mihrab kısmı çok güzel gözüküyor.

Revaklı avlunun dört köşesine 4 minare yerleştirilmiş. Bu minarelerden baklava dilimli ve 3 şerefeli olan camiye ismini veriyor. Bu minare 6 metre çapında, 67,75 metre boyunda olup külahla beraber yüksekliği 76 metredir.

Mimar Muslihüddin bu minare içine tek kapıdan girip 3 şerefeye çıkılacak şekilde bir sistem kurmuş. Birinci merdivenle birinci ve ikinci şerefeye, ikinci merdivenle ikinci ve üçüncü şerefeye, üçüncü merdivenle yalnız üçüncü şerefeye çıkılabiliyor. Mimar Sinan daha sonra bu tekniği Selimiye Camisinin 2 minaresinde de kullanacaktır. Üç şerefeli minare, zamanında en yüksek minare olması bakımından ayrıca çok önemlidir.

Caminin üç şerefeli minarenin bulunduğu yüzünün diğer tarafında ise burmalı bezemelerle başka bir çeşit minare bulunuyor. Bu minare nedeni ile bu camiye Burmalı Cami de deniyor. Ben aslında burmalı minareyi daha çok sevdim.

Batı, kuzey ve güneyde üç kapısı bulunan avlunun batı kapısı gösterişli. Bu kapı merdivenlerle çarşıya açılıyor. Karşı tarafta harap haldeki Sokullu Mehmet Paşa Hamamı ve restorasyondaki Makedon Kulesi gözüküyor. Bu kapıda merdivenlerin iki tarafına dağılmış halde ve yine devşirme 3 adet sütun bulunuyor.

Bu güzel camiden çıktıktan sonra Taşhan önünden geçerek Ulu Cami tarafına doğru yürüdük. Yolda atlamamanız gereken bir başka eser de Atatürk Anıtı. Heykel Saraçlar Caddesi girişi Atatürk Bulvarı üzerinde yer alıyor. 1931 yılında Avusturyalı heykeltraş Heinrich Krippel tarafından yapılmış. Kendisi Ankara Ulus Zafer Anıtı’nı da yapan sanatçı. Krippel, Türkiye’deki ilk kuşak Atatürk heykellerinin en önemli sanatçılarından. Bu heykel genç Türkiye Cumhuriyeti’nde yapılan ilk 10 Atatürk heykeli arasında bulunuyor.


Heykeltraş Atatürk’ü yüzü batıya dönük ve ayakta, pelerinli bir askeri üniforması içinde olarak tasvir etmiş.

Artık günün sonu iyice geldi ve hava karardı. Bizim daha Ulu Cami’yi de bugüne gezmemiz gerekiyor. Ancak grupta yorulma işaretleri belirmeye başladı. Zevki eziyet haline dönüştürmemek için yorulanları araçla otele yolladık ve biz kalanlarla Ulu Cami ve Saraçlar Caddesini gezmeye devam ettik. Ulu Cami çok önemli bir yer olunca ertesi gün grubun tümü ile bir daha gezdik.

Edirne Ulu Cami-Haziran 2025 Gezimizden

Edirne’de Selimiye Camisi, Üç Şerefeli Cami, Ulu Cami ve aralarındaki bölge Altın Üçgen olarak adlandırılıyor. Bu üç caminin özellikleri de tek cümle içinde özetleniyor; “Üç Şerefli Cami’nin kapısı, Ulu Cami’nin yazısı ve Selimiye Camisi’nin yapısı”.

Yıldırım Bayezid 1402 yılında Ankara Savaşı’nda Timur’a yenilince Osmanlı bir döem bocalamış. Yıldırım Bayezid ‘in dört oğlu arasında taht savaşları başlamış. 1403 yılından başlayıp 1414 yılına yani Çelebi Mehmed’in diğer taht varislerini alt ettiği zamana kadar geçen döneme “Fetret Devri” diyoruz. Edirne’de bir süre Çelebi Mehmed’in ağabeyi I. Süleyman hüküm sürmüş. Ulu Cami ya da Eski Cami yapımına da 1403 yılında onun zamanında başlanmış. Ancak caminin tamamlanması onu yenen ve Osmanlıyı yeniden bir araya getirmeyi başaran Çelebi Mehmed’e nasip olmuş. Yani Ulu Cami Osmanlının toparlanma döneminin mimari bir ifadesidir.

Caminin mimarı Konyalı Hacı Alaeddin olarak bilinir. Çok kubbeli (9 kubbe) dörtgen planlı ve kubbelerin 4 fil ayağına oturduğu bir plana sahip. Erken Osmanlı’nın “çok kubbeli ulu cami” anlayışını temsil eden bir camidir. II Murad ve Fatih Sultan Mehmed dönemlerinde eklendiği veya yenilendiği yazılan 2 adet minaresi var.

Bu caminin en önemli özelliği devasa boyutlardaki hat yazılarıdır. Yazılar gerçekten çok etkileyiciler. Kûfî ve sülüs hatla siyah boya ile yazılmış “Allah”, Muhammed”, dört halifenin isimleri, ayetler ve hadisler cami duvarlarını hem içten ve hem de dıştan süslüyorlar. Bu yazılar Ulu Cami’yi Osmanlı camilerinde benzeri olmayan bir ölçekte bir hat müzesine dönüştürmüşler.

Benim bu yazımda kullandığım en üstteki kapak fotoğrafını 1956 yılında Ara Güler de fotoğraflamış.

Ulu Cami’yi gezerken dikkat etmeniz gereken bir başka özellik de camide uygulanan Edirnekari boyamalar. Özellikle Hünkar ve müezzin mahfili ahşap kısımlarında Edirnekari sanatının en güzel örneklerini ve Edirne kırmızısı tonu boyamaları göreceksiniz.

Osmanlı’da padişahların, şehzadelerin ve serdarların sefere çıkmadan önce kılıç kuşandıkları törensel uygulama yapılırmış. Buna “kılıç kuşanma” denirmiş. Bu tören egemenlik ve sorumluluk sembolü olarak da yapılıyormuş. Edirne’deki Ulu Cami’nin bir başka özelliği devlet erkanının sefere çıkmadan önce dualar ettiği ve kılıç kuşandığı cami olmasıymış. Kılıç kuşanan padişahlar “Cennet Yolu” denen ve minberle mihrab arasında bırakılan küçük yolda yürürlermiş.

Bu tören önce Bursa’daki Ulu Cami’de uygulanırken sonradan Edirne’deki Ulu Cami’de uygulanmaya başlamış. Selimiye Camisi’nde bu törenin yapılmıyor olması, Ulu Cami’nin önemini gösteriyor.

Minber ile mihrap arasındaki yan duvarcıkta, halk arasında “Kabe taşı” diye bilinen bir taş bulunur. Bazı yerlerde rastlayabileceğiniz gibi Hacer’ül Esved’den bir taş parçası kesinlikle değildir.

II. Murad zamanında buraya yerleştirildiğine inanılan bu taş, Kabe’yi tavaf edenlerce son selam taşı olarak bilinen “Rükn-i Yemani” taşından bir parçadır. Edirne Ulu Cami’de Kabe’nin üzerini örten siyah örtünün (Kisve-i Şerif) eski bir parçası da kutsal emanet olarak bulunuyor.

Son olarak da camide iki tane vaaz kürsüsünün bulunduğunu söyleyelim. II. Murad Han döneminde İslam büyüklerinden Hacı Bayram-ı Veli Edirne’ye davet edilmiş ve bu camide bir dönem vaaz vermiş. Onun kürsüsü olduğuna inanılan bir kürsüde camide bir köşede bulunuyor.

Cumartesi günü programımızda olan tüm ziyaret yerlerini bitirmiş olmanın huzuru ama aynı zamanda yorgunluğu içinde Saraçlar Caddesinden yürüyerek ve artık otel olarak hizmet veren Rüstem Paşa Kervansarayı’nı da gezerek otelimize döndük Akşama o yorgunluk üzerine güzel bir yemek ve Edirne’nin iki sanatçısından yorumladıkları güzel müzikleri dinledik. Bundan daha güzel gün bitişi olabilir mi?

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

14.12.2025

Serhat Şehri Edirne-Kaleiçi Bölgesi / 1

Farsça “Sarhadd” kelimesi, “Sınır başı-sınır boyu” anlamına geliyor. Osmanlı Devleti’nin serhat şehri Edirne, günümüzde de hem Bulgaristan ve hem de Yunanistan’la olan sınırımızda yer alıyor. Şehir merkezde 198000, çevre ilçeleri ile birlikte ise yaklaşık 422000 nüfusa sahip. Tunca, Meriç ve Arda Nehirlerinin kıyılarında kurulu bu şehrin yüzölçümü 6145 km2. Trakya Bölgemizin gözbebeği olan bu şehri şahsen hep sevmişimdir.

Edirne çok önemli bir kentimiz ve tarihini iyi bilerek gezerseniz, gezdiğiniz yerlere daha farklı bir gözle bakacağınız kesin. Bu nedenle bir yandan genel bilgileri paylaşırken, bir yandan da beraberce Edirne gezimizi yapacağız. Önce Edirne’nin Merkez Mahallesi’nden yani Kaleiçi, Selimiye Külliyesi ve civarından gezmeye başlayalım.

Edirne’de yerleşimin öyküsü insanlık tarihinin çok eski dönemlerine kadar uzanıyor. Arkeolojik kazılardan elde edilen en erken ve yoğun buluntular Trak kabilesi Odris‘lerin bölgede hüküm sürdüğü dönemlere ait. Takip eden zamanlarda Makedonlar ve arkasından da Romalılar bölgeye hakim olmuşlar.

MS 2. yüzyılda Roma İmparatoru II. Hadrianus şehri büyük ölçüde yeniden kurmuş. Zaten şehre adını veren de bu imparator. Şehir onun adıyla Hadrianopolis olarak anılmaya başlanmış. Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı şeklinde ikiye ayrılmasından sonra Edirne Doğu Roma’nın yani Bizans’ın sınırları içinde kalmış. Bugün Edirne şehrinde, az da olsa, Roma döneminden kalma surların kalıntıları var. Makedon Kulesi de şehrin o zamanlar var olan ve surlar üzerindeki dört adet kulesinden bir tanesi. 1867 yılında Edirne Valisi Hacı İzzet Paşa kuleye ahşap katlar ve saat eklemiş. Bu eklentiler sonrasında kule “saat kulesi” olarak anılmaya başlanmış. 1894 yılında yıkılan bu ahşap yapı yerine taş ve tuğladan yeni bir kule yapılmış. 1953 yılında yaşanan depremle yapının üzerine yaptırılan katlar ve saat bölümü büyük hasar görmüş. Dönemin aklı evvelleri şehrin estetiğini bozduğu gerekçesiyle bu orijinalde olmayan katları patlayıcılarla yıktırmışlar. Yani kulenin başına gelmeyen kalmamış!

Kule bugün çirkin binaların arasında kaybolmuş durumda. Kulenin son halini Üç Şerefeli Cami ziyaretimiz sırasında gördüm ve fotoğrafladım. Kule yaklaşık 5 yıldır restore ediliyor. Galata Kulesi gibi seyir terası yapılarak turizme kazandırılacakmış.

Biz tekrar Hadrianopolis tarihine dönecek olursak şehir sonradan Avar Türkleri, Bulgarlar ve Peçenekler gibi birçok Türk boyunun saldırısına maruz kalmış.

Osmanlı’nın 2. padişahı Orhan Gazi, Osmanlı padişahları arasında en uzun ömürlü olan padişahlardan bir tanesi. Başarılı bir yönetimi olmuş. Babası Osman Bey’den devir aldığı ve yaklaşık Edirne kadar olan Osmanlı topraklarını, hükmettiği dönemlerde Portekiz‘in toprak büyüklüğüne kadar çıkartmış. Osmanlı, Bizans ile yakın ilişkiler içine girmiş. İç karışıklıklarla uğraşan Bizans İmparatorları Orhan Gazi’yi kendilerine bağlamak için damatları yapmışlar. Orhan Gazi de Bizans’a yardım etmeyi fırsata dönüştürerek, başlarında büyük oğlu Süleyman Paşa olmak üzere, Rumeli’ye akıncılar ve yeniçerilerden oluşan birlikler göndermeye başlamış. 1353 yılında Süleyman Paşa ve askerlerine Gelibolu Yarımadasındaki Çimpe Kalesi, Bizans’a yardımları sırasında kullanması için tahsis edilmiş. Süleyman Paşa askeri olarak başarılar elde ettikçe, Rumeli’de kalıcı olmanın yollarını aramaya başlamış. Bir felaket sonrası Bizans halkının terk ettiği ve boşalttığı Gelibolu Şehrine Türkmenleri yerleştirmiş. Böylece Osmanlı Rumeli’de kalıcı hale gelmeye başlamış. Bunun yanında yeni toprak kazanımları da olmuş. Süleyman Paşa bir av kazasında ölünce Rumeli’nin fethi işini Orhan Gazi’nin diğer oğlu ve Osmanlı’nın 3. padişahı I. Murad üstlenmiş. I. Murad babası Orhan Gazi’den de başarılı bir padişah ve Osmanlı toprakları onun döneminde, babasının hükmettiği döneme göre 5 kat artmış ve Osmanlı’nın toprak büyüklüğü bugünkü İspanya büyüklüğüne kadar ulaşmış. I. Murad’ın yaptığı en önemli iş, Osmanlı ve Avrupa tarihinde etkisi sonradan ortaya çıkacak olan, 1361 yılındaki Hadrianopolis’in fethi olmuş.

Batı ile ilişkilerin ve ticaretin kontrol noktasında bulunması ve Konstantinopolis’in tarım ürünleri başta olmak üzere önemli ihtiyaçlarını karşılayan bir kent olması nedenleri ile Hadrianopolis’in Bizans’ın elinden çıkması tarihin seyrini değiştirmiş. “Konstantinopolis’in Fatih Sultan Mehmed tarafından ele geçirilmesinin basamak taşları, I Murad’ın Hadrianopolis’i ele geçirmesi ile döşenmeye başlamıştır” desek yanlış olmaz. Bunun yanında Avrupa’da da Sırp despotluğunun ve Bulgar İmparatorluğu’nun güç kaybetmeleri, Venedik ve Ceneviz’in yeni ticaret yolları aramaya başlamaları gibi sonuçları da ortaya çıkmış. Yani demem o ki Edirne’nin I Murad tarafından ele geçirilmesi, dönemi için çok önemli bir olay olarak kabul edilmelidir.

I. Murad Hadrianopolis ele geçirince hayal kırıklığı yaşamış olsa gerek ki kendisine başkent yaptığı Edirne’de (adı artık değişmiştir!) kalacak saray bulamamış. Kendisine Edirne’de yeni bir saray yapılana kadar, yani 4 yıl boyunca, 1352 yılında fethedilen ve günümüzde Yunanistan sınırları içinde kalan 40 km mesafedeki Dimetoka Kalesi içindeki sarayda yaşamış. 93 Rus Harbi sırasında tamamen yıkılmış olan Dimetoka Sarayı Türkler için tarihsel olarak önem arz ediyor. Dimetoka Sarayı’nda I. Murad, Şehzade Musa Çelebi, II. Murad ve Fatih Sultan Mehmed’in de kısa veya uzun süre konakladıkları yazılıyor. Fatih Sultan Mehmed’in oğlu II. Bayezid da bu sarayda doğmuş. Bizim için ziyaret edilmesi gereken bir diğer rota da Dimetoka olacak gibi gözüküyor!

Kaynakların çoğu Edirne’nin 1361 tarihinden itibaren 92 yıl (bazısı 88 yıl kabul ediyor) boyunca Osmanlı’nın başkentliğini yaptığını yazar. I Murad şimdiki Selimiye Camisi’nin bulunduğu ve Kavak Meydanı diye adlandırılan yerden kuzeye doğru, günümüzde Kırkpınar Yağlı Güreş müsabakalarının düzenlendiği yere kadar olan alana, kendine layık bir saray yapılmasını emreder. 1365 yılına kadar Dimetoka’da yaşayan I. Murad daha sonra Edirne’ye yerleşir. Osmanlı sarayı Edirne’ye yerleşince hanlar, hamamlar, kervansaraylar ve camiler de arkası arkasına yapılmaya başlar. Özellikle de II Murad zamanında bu imar genişlemeleri iyice artar. Derler ki; “I Murad Edirne’yi aldı ama II. Murad ihya etti”.

Zaman içinde imparatorluk büyüyünce yapılan saray da ihtiyaçlara yetmemeye başlar ve 1450 yılında Sultan II. Murad’ın başlatıp, Fatih Sultan Mehmed’in tamamladığı başka bir sarayın yapılması istenir (Saray-ı Cedid-i Amire yani Türkçesi ile Yeni Saray). Bu saray yapılınca ilk yapılan saray, “Saray-ı Atik” yani “Eski Saray” olarak anılmaya başlar. 1453 yılında Konstantinopolis’in fethi sonrası Fatih Sultan Mehmed Osmanlı’nın başkentini İstanbul’a taşır. Ancak Edirne her zaman önemli bir kent olarak kalır.

Edirne’deki Saray-ı Atik hakkında elimizde neredeyse yazılı hiç belge yok. Evliya Çelebi seyahatnamesinde bu sarayı kendi sözleri ile şu şekilde anlatmış;

Gazi Murad Hüdavendigar’ın Kavak Meydanında yaptırdığı bu sarayı Musa Çelebi genişletip kale gibi bir burç ve bir büyük bina gibi yaptırdı. Çevresi beş bin adım gelir. Dört köşeden uzunca bir saraydır. Duvarların yüksekliği yirmi zira (yaklaşık 1 metrelik ölçü birimi) olup kuzeye açılan bir adet demir kapısı vardır. Sonra, Sultan Süleyman Han, Macar Seferine rağbet etmekle bu sarayı ve Yeniçeri odalarını imar edip kırk bin yeniçeriyi hazır bulundurarak altı bin özel hizmetliyi bu sarayda oturtmak üzere eski sarayı büyük divanhaneler, has oda, büyük ve küçük hazine, kiler, doğancılar ve seferliler odalarıyla genişletti; ama bağ ve bahçe yoktu.”

II. Selim’in emri ile Saray-ı Atik yıkılıp yerine Selimiye Külliyesi yapıldı” algısı yanlıştır. Selimiye Külliyesi saraya yakın olan tepelik alanda yapılmıştır. Saray-ı Atik bugünkü Kırkpınar Yağlı Güreşlerinin yapıldığı alana yakındır. Daha sonra yapılan Saray-ı Cedid-i Amire daha kuzeyde ve daha geniş bir alana inşa edilmiş. Kabul edeceğimiz en önemli gerçek, bugün eski saray olan Saray ı Atik’den ayakta gelen 1-2 tartışmalı eser dışında eser yoktur. Selimiye Cami civarında bulunan yapılardan kesin olarak eski saraya ait olduğu düşünülen tek yapı yukarıda fotoğrafını çektiğim Saray Hamamı olarak geçen ve bugün özel bir firmaca işletilen hamamdır.

Saray Hamamı olarak geçen yapının yanında bulunan ve Fatih Sultan Mehmed’in doğduğu yer olduğuna inanılan Taş Odalar, bugünlerde restorasyondan geçiyor. Saray-ı Atik’e ait yapılar olduğu konusu tartışmalı olsa da bunların da yüksek olasılıkla saray içerisindeki yapılar olduğu kabul ediliyor. Harem yapıları, divanhane, köşkler, Cihannüma türü pavyonlar, büyük hizmet binaları, orijinal saray kapıları, avlu düzeni ve koridorlar Eski Saray’a ait olan ancak tamamen kayıp olan yapılar. Eski Sarayın büyük kısmı 1700’lü yıllarda, özellikle 1740–1750 döneminde çıkan yangınlar sonucu tahrip olmuş.

Selimiye Külliyesi’nin bulunduğu meydanı gezmeye Halk Eğitim Merkezi Binası önünden başladık. 1916 yılında İttihat ve Terakki Kulübü olarak Edirnelilerin yardımlarıyla yapılan bu bina Osmanlı mimarisi tarzında. 1918 yılında İttihat ve Terakki kapatılınca bu bina bir süre Cemaat-i İslamiye Dairesi olarak kullanılmış. Bina 1930′da Atatürk’ün emriyle onarım görmüş. Binayı dışarıdan fotoğrafladık ama içeriye girip tavan süslemeleri ve çini panoları göremedik.

Halk Eğitim Merkezinden yukarıya doğru yürürken Zehr-i Mar Cami önünden geçiyorsunuz. 1548 tarihinde inşa edilmiş bu yapıya cami demek ne kadar doğru? Bilemedim! Üç tarafı taş duvarlar ile çevrili bir hazirenin ortasında bulunan camiden günümüze pek bir şey kalmamış. Ama yukarıda fotoğrafını çektiğim hazireye giriş kapısını görmenizi isterim. Bu yapının devamında, Selimiye Camisi arkasında Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi bulunuyor. Bu küçük müze değerli eserler barındırıyor. Mutlaka gezmelisiniz.

Edirne’de ilk müze, Atatürk’ün müzecilik konusundaki ülke genelinde verdiği direktife uygun olarak 1925 yılında açılmış. İlk müze yeri olarak da Selimiye Külliyesi’nin bir parçası olan Dar-ül Hadis Medresesi uygun görülmüş. Atatürk’ün emri verdiği kişiler, zamanlarının Edirne sevdalısı olan üç kişi; Bunlardan birisi aslında askeri bir doktor (radyolog) olan Dr Rıfat Osman, diğerleri ise Arif Dağdeviren ve Necmi İğe. Bu insanların önderliğinde ilk müze açılmış. Sergilenecek eser sayısı artınca 1970’li yıllarda yeni bir müze gerekmiş. Yukarıda fotoğrafını paylaştığım müze, bugünkü yerinde yapılmış ve sonra da ziyarete açılmış. Selimiye Külliyesinde müzeye çevrilen bina ise İslam Eserleri Müzesi‘ne dönüştürülmüş.

Müzeye girer girmez hemen bahçesine yöneldim. Bahçede bulunan Traklar döneminden kalma dolmeni görmeye gittim. Bu sene Bulgaristan’ın Kazanlık şehrinde yapılan Gül Festivali‘ne gittiğimizde Traklara ait tümülüs mezarları görmüş ama hiç dolmen görememiştim. Trak kültüründe dolmenlerin temel işlevi şefler, savaşçılar, kabile önderleri veya aristokrat aile bireyleri gibi seçkin kişilerin gömüldüğü mezar odaları olarak kullanılmalarıydı. Aynı zamanda belirli dönemlerde yapılan anımsama törenlerinin, atalara sunulan kurban ve adak ritüellerinin gerçekleştiği kutsal mekanlar olarak da kullanılmışlar. Edirne’nin Lalapaşa taraflarında dolmen ve dikilitaşlardan (dolemit) bolca bulunuyormuş. O taraflara bunları görmek için gitmek gerekiyor.

Müzenin içindeki eserler ve arkeolojik buluntular Edirne ve civarının tarihin ilk dönemlerinden beri ne kadar çok yerleşim aldığının, kütürlerin nasıl da kesiştiğinin bir göstergesi. Tarih öncesi dönem insanları, Traklar, Roma ve Bizans ile Osmanlı bu topraklarda izler bırakmışlar. Hacılar Dolmeni, Lalapaşa Arpalık Dolmeni ve Taşlıcabayır Tümülüs mezar kazılarından buluntular Traklara ait sergilenen eserlerin kaynaklarını oluşturuyorlar.

İlk çağlarda Balkanları, Anadolu ve Ege’ye bağlayan kara, deniz ve nehir yollarının kesiştikleri geçiş yolu üzerinde kurulmuş önemli bir liman şehri olan Enez’de 1971-72 yıllarından beri kazı ve araştırmalar devam ediyor. Enez kazılarından buluntular müzede sergilenen eserlerin temeli ve en değerli kısmı.

Müzenin etnografik sergileri ve Edirnekari eserleri de çok çarpıcı. Edirnekari, ahşap ve deri üzerine toprak boyama ve cila usulüyle meydana getirilen oyma ve boyama sanatının adı.

Bu sanatın en önemli özelliklerinden birisi bitkisel boyalar gibi doğal malzemelerin kullanılması. Edirnekari (Edirne İşi) sanatı uygulanırken bitkisel bezeme kullanımı ön planda olsa da geometrik desenler de ihmal edilmiyor.

Müzeden çıkınca karşınıza mezar taşlarının sergilendiği genişçe bir alan geliyor. Bu sergide başka yerde pek göremeyeceğiniz yeniçeri mezar taşları bulunuyor.

Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra yeniçerilere ait olan, mezarlar dahil, ne varsa ortadan kaldırılmaya çalışılmış ve tahrip edilmiş. Bu nedenle burada kalan yeniçeri mezar taşları eskiden kalan son örnekler kabul ediliyor.

Selimiye Camisi’ne girmeden önce bahsedeceğim bir diğer ziyaret yeri ise İslam Eserleri Müzesi.

Müzenin sergi odalarında hat eserleri, kesici-delici silahlar, cam ve deri eşyalar, çini ve seramikler, kıyafet ve takılar, dokuma tezgâhları, mutfak eşyaları, kitabeler, el yazması levhalar gibi çok sayıda eser sergileniyor. Burada bulunan Mimar Sinan heykeli sanki canlıymış da size laf atacakmış gibi duruyor. Çok başarılı bir balmumu heykel.

Bu müzeye cami gezisi sonrasında yağmura yakalanınca “Nasılsa hepimizde müze kart var! Yağmurdan kaçalım” diye girdik. Ancak yukarıda konu ettiğim Edirne’nin bu ilk müzesini mutlaka gezmeliymişiz. İyi ki yağmur yağmış ve Rehberimiz Tamer bey yağmurdan kaçmak için bizi müzeye yönlendirmiş.

Program aksamasın diye yağmur diner dinmez müzeden çıktık ama aklım bu müzede kaldı. Bir dahakine daha fazla zaman ayırmamız gereken bir diğer yer de burası.

Gelelim Edirne denince hemen akla gelen ve Mimar Sinan’ın “Ustalık eserim” dediği şahesere, Selimiye Külliyesi’ni anlatmaya. Selimiye Külliyesi’nin yapım emrini veren Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu Sultan II. Selim. İnşaat 1568–1569’da başlamış, 1575’te tamamlanmış.

Selimiye Külliyesi, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi içinde yer alan bir eser. Bir Mimar Sinan şaheseri. Mimar Sinan 1488 (bazı kaynakları 1490 diyor) ile 1588 yılları arasında yaşamış ve Kanuni Sultan Süleyman, II Selim ve III. Murad dönemlerinde Osmanlı Sarayının baş mimar, mühendis ve matematikçisi olmuş önemli bir şahsiyet. 21 yaşında iken doğduğu Kayseri/Ağırnas Köyü’nden alınıp yeniçeri ocağına devşirme olarak katılmış. Babası taş ustası iken kendisi marangozluk üzerine eğitim almış. Yeniçeri ocağında kaldığı 17 yıl boyunca Çaldıran, Mısır, Belgrad, Rodos, Mohaç gibi çok sayıda sefere katılmış ve kendi tabiri ile diyar diyar gezip her kubbeyi ve her harabeyi incelemiş, kendini geliştirmiş. 49 yaşında da sarayın baş mimarlığına getirilmiş.

Ermeni veya Rum bir ailenin oğlu olduğu kabul ediliyor. Yaşamı boyunca toplam 350’nin üzerinde eserde imzası var. Daha da güzeli ustalığı boyunca Sultanahmet Camisi’nin mimarı Sedefkar Mehmed Ağa ve Mostar’daki Mostar Köprüsü’nün mimarı Mimar Hayreddin gibi dönemin ünlü mimarlarını da yeştirmiş. Osmanlı mimarisinin klasik döneminin en büyük ustası kabul edilen Mimar Sinan, Batı’da Michelangelo ile kıyaslanıyor.

Selimiye Cami ve Külliyesi 2021 yılından beri restorasyonda ve hala da çoğu yeri ziyarete kapalı durumda. Biz de sadece mermer mihrabın bulunduğu küçük bir alanı gezebildik.

Selimiye Camisi’nin dört köşesinde yer alan ve her biri üç şerefeli olan minareleri çok zarif ve bir o kadar da görkemli gözüküyorlar. Minarelerin uzunluğu, alemleri dahil 85,67 metre olarak ölçülmüş. Mimari açıdan en dikkat çekici yönü, mümkün olabilecek en ince şekilde tasarlanmaları ve her birinde birbiriyle çakışmadan ayrı ayrı şerefelere ulaşan üçer merdivenin bulunması. Bu minarelerde 3 merdiven bulunması özelliği Üç Şerefeli Cami’de de var. Ancak Mimar Sinan daha küçük çaplı minarelere bu merdivenleri uygulayabilmiş.

Selimiye Camisinin kubbesi 42,30 metre yüksekliğe ve 31,30 metre çapa sahip olmasıyla döneminin en muhteşem örneklerinden sayılıyor. Aslında çapı Ayasofya’ya yakın olsa da Mimar Sinan daha yükseğe ve tam bir daire şeklinde kubbe yerleştirebilmiş. Ayasofya’nın kubbesi oval. Selimiye Camisi’nin bu muhteşem kubbesini 8 adet fil ayağı taşıyor.

Caminin görkemli mimarisi yanında içerideki minberin ve mihrabın mermer işçilikleri ile çini süslemelerini görmek için restorasyon sonrası gitmemiz gerekiyor.

Selimiye Külliyesi toplamda 22 dönümlük bir alana yayılmış durumda. Selimiye Camisini üç taraftan çevreleyen dış avluda Darül Sıbyan, Darül Kurra, Darül Hadis Medreseleri ile Muvakkithane ve Kütüphane bulunuyor. Darül Hadis Medresesi’nin, İslam Eserleri Müzesi’ne dönüştürüldüğünü daha önce söylemiştim. Darül Kurra ise Vakıf Müzesi olarak hizmet veriyor.

Külliyenin kuzey dış avlu duvarı üzerinde bir duvar çeşmesi bulunuyor. Köşeye ise devşirme bir sütun dikilmiş. Bu çeşme tek yüzlü bir cephe çeşmesi ama maalesef bugün çalışmıyor.

Bu köşeden yürüyüşe devam edince sağ tarafta Edirne Kent Müzesi‘ni göreceksiniz. 19. yüzyıl sonu yapım tarihli olduğu tahmin edilen konağın asıl adı Hafız Ağa Konağı. Zamanında İttihat ve Terakki Cemiyetinin gizli toplantıları bu konakta yapılırmış.

Edirne’de bulunan çeşmelerin en büyüğü olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Çeşmesi 1667 tarihli. Bu çeşme Selimiye Camii Muvakkithanesi‘nin karşındadır.

Edirne denince akla gelen yiyecekler arasında badem ezmesi ve kavala kurabiyesi de bulunuyor ve bu ürünler için iki firmayı özellikle tavsiye ediyorlar. Birisi Selimiye Külliyesi’nin kuzey kısmında Edirne Kent Müzesine yakın olan Arslanzade, bir diğeri ise güney kısmında Arasta’ya yakın uçta bulunan Keçecizade. Biz Arslanzade’den Kavala Kurabiyesi ve Kallavi denen badem ezmeli bir ürün satın aldık. Edirne Peyniri için ise bize tavsiye edilen yer, bu civarlarda bir şubesi bulunan Yardımcı Peynirleri’ydi.

Caminin batı kenarını boydan boya kaplayan arasta, camiye gelir sağlamak ve cami platformunu istinat duvarıyla desteklemek amacıyla yapılmış. Arastanın tasarımı Mimar Sinan’a ait. Mimar Sinan istinat duvarını tek sıra dükkan olarak uygulamış. Yani Arasta’nın orjinali tek sıra dükkanlar olarak planlanmış. Daha sonra III. Murad zamanında Mimar Davut Ağa tarafından bu dükkanların üzeri beşik tonozla örtülerek tek sıra dükkanların karşısına yeni dükkanlar yapılmış ve arasta bugünkü şeklini almış.

Selimiye Külliyesi’nin önünde ise Yemiş Kapanı Hanı bulunuyormuş. Halkın meyve ve sebze ihtiyacının görülmesi için bir han yapılmasını Mimar Sinan istemiş ve Sultan II. Selim’de uygun görmüş. Ancak yapımına 1588 yılında Mimar Başı Davut Ağa tarafından başlanabilmiş. Aşağıdaki gravürde Yemiş Kapanı Hanı ve Selimiye Külliyesi görülüyor.

Yemiş Kapanı Hanı 1752 depreminde harap olmuş ve 1937 yılında da yıkılmış. Yıkılan Yemiş Kapanı Hanı’nın yeri 1967 yılında park haline getirilmiştir. Aşağıdaki fotoğrafımda ise Yemiş Kapanı Hanı’nın bulunduğu alan gözüküyor.

Söz konusu olan kadim şehir Edirne olunca konu uzadı ve dallanıp budaklandı. Umarım sonunu getirebilmişsinizdir. Yarına kaldığımız yerden devam ederiz

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

12.12.2025

Serhat Şehri Edirne-Gezi Programı ve Genel İzlenimler

Gezmekten zevk alan bir kısım arkadaşla 6/7 Aralık 2025 tarihlerinde bir gece Edirne konaklamalı bir gezi gerçekleştirdik. Edirne’ye bu kaçıncı ziyaretimdir? Bilmiyorum! Ama bu kentten her ziyaretim sonrasında ” Bizim bir defa daha Edirne’ye gelmemiz gerekir!” diyerek ayrılıyorum.

Bu sefer daha yoğun bir gezi programını Tamer Yüceer gibi profesyonel bir rehber eşliğinde gerçekleştirdik. Rehber arkadaşıma gezi bitiminde sorduğum soru şu oldu; “Edirne gezi programımıza daha nereleri ekleyebilirdik? Yılların rehberinin yanıtı “Bu kadarcık bir zaman dilimi içinde zaten çok fazlasını gördünüz” şeklinde oldu.

İstanbul’a dönüş yolunda “Tunca Köprüsü’nü iyi fotoğraflayamadım, eksik kaldı! Beylerbeyi Cami ziyaretini neden programıma almamışım? IV. Mehmet Av Köşkü’ne yürüyemedik, yazık oldu!” gibi deli sorular ve düşünceler aklımda dolaşıp durdu. Ama bir öğle sonrası ve ertesi gün öğleye kadar olan zaman dilimi içindeki Edirne gezisine daha ne kadar ziyaret yeri sığdırılabilirdi ki? Edirne’yi ya birkaç defa ve bölüm bölüm gezmek ya da Edirne’de daha uzun konaklamak lazım. Doyumsuz bir gezgin olduğumu kabul ediyorum. Bu gerçekten hareketle bahar aylarında, en azından en iyi gezi arkadaşım Naime ile bana, bir defa daha Edirne yolları gözüküyor.

Edirne’ye her gidişimde yeni bir yeri gezmenin, keşfetmenin keyfini yaşıyorum. Tartışmalı ve eleştirilen bazı restorasyon konuları olsa da ve kimin haklı kimin haksız olduğunu bilemesem de, Edirne için turizm alanında büyük yatırımların yapıldığını gözlemleyebiliyorum. Hıdırlık Tabyası Balkan Tarihi Müzesi son 3 yıldır ziyarete açık. 60 dönümlük bir müze alanında Türklerin Balkanlardaki yaklaşık 600 yıllık tarihi sergileniyor. Bu müzede rahat rahat yarım gününüzü harcayabilirsiniz. Müze alanı düzenlemeleri, balmumu heykeller gerçekten takdir edilmeyi hak ediyor.

Edirne’ye çok kez gittiğim halde, Arkeoloji Müzesi‘ni ilk defa gezmenin utancını yaşadığımı itiraf etmeliyim. Gezgin olarak Trak dolmenlerinden örnekleri Bulgaristan gezimizde aradım durdum. Meğerse bunun güzel bir örneği yurdumuzda, Edirne Arkeoloji Müzesi bahçesinde sergileniyormuş.

Yağmura yakalanınca sığındığımız ve programımızda olmayan Edirne İslam Eserleri Müzesi‘ni tesadüfen keşfetmiş oldum. Hızlıca gezmek zorunda kaldığımız bu müzeyi de ziyaret listesine almamız gerekiyormuş.

Edirne ve civarında 13 bilinen esere imza atmış Mimar Sinan’ın şaheser eseri Selimiye Camisi hala restorasyonda ve çoğu bölümü ziyarete kapalı.

Edirne belki bütünü ile değil ama önemli oranda kentsel sit alanı ilan edilmiş olan kadim bir şehir. Bu kentin sokakları yukarı fotoğrafta olduğu gibi kimi yıkılmış halde, kimisi ise aşağı fotoğrafta olduğu gibi hala ayakta olan eski evlerle dolu. Bu evleri fotoğraflamak ve sokaklarını keşfetmek için de zaman ayırmak gerekiyor.

Tarihsel süreçte Edirne’de çok sayıda kilise, sinagog ve farklı cemaatlerin var olduğu biliniyor. Ancak yangınlar, göçler ve demografik değişim gibi nedenlerle Edirne’nin çok kültürlü geçmişinin tanığı olan bu yapıların birçoğu ya yok olmuş ya da işlevini yitirmiş. Örneğin kaynaklarda, Edirne’deki 1746’da gerçekleşen büyük yangın öncesinde sinagog sayısının 13 olduğu belirtiliyor. Bugün ise sadece bir sinagog var ve onun da cemaati kalmamış. En son 1975 yılı ocak ayında Yahudi cemaatinden Rıfat Mitrani ve eşi Sera’nın düğünleri olmuş. Sonra da sinagog sessizliğe bürünmüş. Şükürler olsun ki Büyük Sinagog restore edilmiş. Gezmenizi tavsiye ederim.

Yazılı belgelerde 19 yüzyılda Edirne’de kayıtlı kilise sayısı 58 olarak yazılsa da bugün sadece 2 tane kilise ayakta ve ziyarete açık.

Bu kentin camilerine hayran olmamak mümkün değil. 1414 yılında saray mimarı Konyalı Hacı Alâeddin ‘in tamamladığı Ulu Cami ve 1447 yılında Hacı Muslihiddin Ağa‘nın tamamladığı Üç Şerefeli Cami, en az Mimar Sinan’ın Selimiye Camisi kadar değerli eserler kabul ediliyorlar.

Giriş bölümü fazla uzun olmamalı” diyerek gerçekleştirdiğimiz Edirne gezi programımızı sizlerle paylaşayım. Rehber, gezi programı, konakladığımız otel ve yemek yediğimiz yerler bizzat tarafımızdan deneyimlenmiştir. Siz gezginler için programı bütünü ile uygulanabilir olarak tavsiye edebilirim.

İstanbul’da geziye katılan tüm katılımcılarla Ataköy Marmaray İstasyonu önünde buluşmak ve aracımıza yerleşmek iyi bir fikirdi. Böylece gidişte trafikte dolaşmakla vakit kaybetmedik. Saat 08:45’de Edirne’ye hareket edip saat 11:45’de öğle yemeği için ciğercide olduk. Grup olduğunuz zaman şehir içindeki ciğercilerde yer bulma sıkıntısı yaşanabildiği ve sıra beklemek gerektiği konusunda uyarıldık. Biz de bu uyarıya uyduk ve Edirne girişinde Olin Kavşağı’ndaki Niyazi Usta‘ya gitmeye karar verdik. Hizmet hızlı ve yemekler de lezzetliydi. Ayrıca rehberimiz Tamer Yüceer‘le de burada buluştuk. Kendisinin hem mesleki deneyiminden faydalandık ve hem de Edirne hakkında çok güzel bilgiler edindik. Rehber ile gezmenin önemi tartışılamaz. Ben gezdiğimiz yerlerle ilgili ayrıntıları sonraki bölümlerde sizlerle paylaşacağım.

Yemek sonrası aracımızla Karaağaç tarafına giderek gezimize başladık. Büyük araçlarla Tunca ve Meriç Köprüleri üzerinden geçişe izin verilmediğinden değişik bir yolu ve köprüyü takip ederek eski Edirne Gümrük Karakolu‘na ulaştık. Karaağaç’a mevsiminde gitmişseniz ve ayva satıcılarına denk gelirseniz mutlaka ayva satın alın derim. Karaağaç Tren İstasyonu ve Lozan Anıtı gezisi sonrasında Büyük Sinagog gezimizi yaptık.

Sonra aracımız bizi, zamanında İttihat ve Terakki Cemiyeti Binası olan ama şimdi Halk Eğitim Merkezi olarak hizmet veren binanın önünde bıraktı. burayı gezip Edirne Arkeoloji Müzesi‘ne doğru yürüdük.

Müze gezisi sonrasında, Selimiye Cami gezimiz oldu. Türkiye’de görebileceğiniz tek yeniçeri mezar taşları sergisini gezmeyi ihmal etmeyin. Mezar taşları sergisi Müze ile Selimiye Camisi arasındaki alanda bulunuyor.

Fatih Sultan Mehmed’in doğduğu Eski saray Taş Odaları ve Saray Hamamı önünden yürüyerek Edirne Tarihi Belediye Binası önünden geçtik.

Fatih Sultan Mehmed’in eğitim gördüğü Saatli Medrese‘yi ziyaret ettik. Arkeoloji ve İslam Eserleri Müzeleri ziyaretleri için müze kartınızın olması sizin için ekonomik olacaktır. 65 yaş üstündeyseniz müze kartı da gerekmeden müzelere girebiliyorsunuz.

Saatli Medrese gezisi sonrasında Üç Şerefeli Cami gezildi. Sokullu Mehmet Paşa Hamamı ve Makedon Kulesi gezilerimizi ise dışarıdan yaptık. Edirne’de cumhuriyetin erken dönemlerinde yapılan 10 Atatürk heykelinden bir tanesi bulunuyor. Atamızı görmeden Edirne gezisi olmaz!

Arasta ve Ali Paşa Çarşıları gezisi ile Ulu Cami gezilerimiz zaman darlığından kısacık oldu. Ama Çelebi Mehmet dönemi yapılarından Ulu Cami kısa gezilebilecek bir yer değil. Bu nedenle ertesi gün Ulu Camiyi yeniden gezdik. Bedesten ve Rüstem Paşa Kervansarayı gezilerimizi ise akşamın geç saatlerinde az sayıda gezginle yapabildik. Günün gezileri tamamlanınca merkeze yakın olan otelimize yürüyerek döndük.

Edirne’de artık kendimize yuva edindiğimiz yer olan Hotel Edirne Osmanlı Evleri’nde konakladık. Burada ikinci kez konaklıyoruz. Bu otel 130 yıllık iki ayrı konağın otele dönüştürülmesi ile oluşmuş. Edirne’ye yakışan otantik Osmanlı konağı ortamı, otel sahibi Güner Yılmaz‘ın hoş sohbeti ve müthiş sabah kahvaltısı bu oteli tercih nedenlerimiz oluyor. Grup kalabalık olup butik otelin odaları yetmeyince bir kısım gezgin arkadaşlarımız yakındaki Leopard Otel‘de konakladılar. Kahvaltı ve akşam yemeği ise Hotel Edirne Osmanlı Evleri’nde oldu.

Oteldeki akşam yemeğimizi Edirne Musiki Cemiyeti üyelerinden kanun ve ritim ustası iki sanatçı icra ettikleri müziklerle renklendirdiler. Onları gezi öncesi bu gece için ayarlamıştık. Güzel ve çok tatmin edici bir gezi günü sonrasında sazlı, sözlü ve danslı muhteşem bir gece oldu.

Ertesi gün güzel bir kahvaltı sonrasında yola düştük ve bu sefer ilk hedefimiz Hıdırlık Tabyası Balkan Tarihi Müzesi oldu. Burası çok önemli ve her Edirne gezi programınızda mutlaka yer alması gereken bir yer. Müze kartı geçerli.

Pazar gününün sonraki gezi yeri İkinci Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi-Aşevi ve Camisi oldu. Burada müze kart geçerli değil. Mimar Sinan eseri Yalıngöz Köprüsü de programımızdaydı. Ancak denk getirip göremedik.

Mimar Sinan eseri olan Kanuni Köprüsü’nü (Saray Köprüsü) gördük. Bu alanda bulunan Saray-ı Cedid-i Amire (Yeni Edirne Sarayı) ve Kırkpınar Sarayiçi Er Meydanı gezileri programımızdaydı ve yaptık.

Saray-ı Cedid-i Amire’nin çok dramatik bir öyküsü var. Sizlere yeri gelince anlatacağım. Sadece yerleşkeleri kast ettiğimizde 1200 dönüm, bahçeleri ve avlaklarını da işin içine katarsak yaklaşık 3000 dönüm arazi üzerinde kurulu olan saray bölümlerinden günümüze o kadar az yapı kalmış ki insan gerçekten üzülüyor.

Ayakta olan Mimar Sinan eseri Adalet Kasrı‘nı, Fatih Köprüsü‘nü ve restorasyon halindeki Cihannüma Kasrı’nı görebildik. Ancak halen devam eden restorasyon nedeni ile bunları demir parmaklıklar arkasından görebiliyorsunuz. Restorasyon tamamlanınca Topkapı Sarayı’ndan daha büyük bir yer olacağı kesin ama aynı tadı verecek mi? Zamanı gelince göreceğiz.

Muradiye Camisi programımızdaydı ama gidemedik. Şükrü Paşa Anıtı ise şu anda ziyarete kapalı. Necmi İğe Evi Etnografya Müzesi‘de programımızdaydı ama bu yazıları yazarken atladığımızı fark ettim. Bir daha ki sefere diyelim artık.

İstanbul’a dönüşte ise Havsa‘ya uğradık ve Tarihi Osmanlı Köftecisi’nde nefis köftelerden yedik. Kabak tatlılarını da mutlaka denemenizi tavsiye ederim. Bu arada Havsa’da da bir Mimar Sinan eseri olduğunu sonradan öğrendim. Havsa’nın Osmanlı Köyü’nde köfte yemeden önce, Sokullu Mehmet Paşa Külliyesinden kalanları da ziyaret edin derim. Biz bir dahaki Edirne gezimizde mutlaka bu gecikmiş ziyareti yaparız.

Bundan sonraki bölümlerde Edirne gezimizin ayrıntılarını sizlerle paylaşırım.

Toplaşın bakalım gezgin arkadaşlar… Bu sefer bizim topraklardan, Osmanlının ikinci başkentinden hikayelerimiz var..

Gezekalın

Dr Ümit Kuru

10.12.2025