
Edirne’nin fethedilmesiyle birlikte şehirde Osmanlılar tarafından iki saray yaptırıldı. I. Murad, sonradan “Eski Saray” (Saray-ı Atik) olarak adlandırılacak olan ilk sarayı daha çok devlet işlerinin görülmesi amacıyla Kavak Meydanı olarak bilinen alanda inşa ettirdi. II. Murad 1450 yılında ikincisinin yani “Yeni Saray” (Saray-ı Cedid-i Amire) adıyla anılanın inşasını Sarayiçi denilen ve Tunca Nehri’nin ikiye ayırdığı ada üzerinde başlattı. II. Murad göremedi ama saray bir yıl sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından tamamlandı. Edirne’nin Sarayiçi Bölgesi Tunca Nehri’nin bir kolu ile çevrili ve yarımada benzeri bir alan üzerine kuruludur. Sınırları genel olarak tarihi ve coğrafi unsurlarla tanımlanır. Yani resmi olarak idari bir mahalle sınırı değildir. Kırkpınar Yağlı Güreşleri Er Meydanı ve Kakava Şenlikleri festival alanları ile Saray-ı Cedid-i Amire’nin tarihi kalıntılarını kapsayan geniş bir tarihi, kültürel ve dinlence alanıdır. Gezi yazımın son bölümünde Edirne’nin bu kısmını gezeceğiz. Ama önce Hıdırlık Tabyası gezilecek, arkasından Sultan II. Bayezid Külliyesi Sağlık Müzesi‘ni ziyaret edeceğiz. Sonra da Saray-ı Cedid-i Amire kalıntıları ile Kırkpınar Yağlı Güreşleri Er Meydanı‘nı gezerek İstanbul’a dönüşe geçeceğiz.

Edirne, Balkanlar’dan İstanbul’a açılan stratejik bir kapı olduğu için Osmanlı zamanında da güçlü bir savunma sistemi kurulmuş. Bu amaçla kurulan Edirne Tabyaları, Osmanlı Devleti’nin özellikle 19. yüzyılda Edirne’yi savunmak amacıyla inşa ettiği askeri savunma yapılarıdır. Arapça ta’biye kelimesinden türetilen tabya, askeri bir terim olarak “hazırlık, yığma” anlamına gelmekte. Edirne civarında çoğu kaybolmuş ve unutulmuş durumda olan 30’a yakın tabyanın bulunduğu düşünülüyor. Bunlardan 7-10 tanesi görülebilir durumda. En büyük tabya olan Hıdırlık Tabyası, Ayvaz Baba ve Kartaltepe Tabyaları ise en iyi durumda olan tabyalar. Biz bugün ilk ziyaretimizi Hıdırlık Tabyası’na gerçekleştireceğiz.

Edirne’de en kolay ulaşılabilen ve gezilebilen Hıdırlık Tabyası, en iyi korunmuş durumda olan tabyadır. Tabya 2017-2019 yılları arasında restorasyon çalışmaları geçirmiş ve 2019 yılından beri de ziyarete açık. Bu alanları gezerken duygulanmamanız mümkün değil.

Osmanlı 19. yüzyıl başlarından itibaren gidişatın iyi olmadığını bizzat yaşayarak öğrenmiş. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan Edirne Anlaşması, Osmanlı tarihinde savaş sonu anlaşma maddeleri en ağır olan barış anlaşmalarından bir tanesidir. Ruslar Osmanlı’nın eski başkentine kadar gelmişler. Osmanlı’nın bir daha bu gibi durumlara düşmemek adına çare olarak aldığı kararlardan bir tanesi de savunma amaçlı yapılar yapmak ve var olan eskilerin modernize edilmesini sağlamak olmuş. Edirne’de bu amaçla tabya yapımına ilk olarak 1829 yılındaki Rus işgali sırasında başlanmış.

O dönemlerde Rusya tehdidi ve Balkanlardaki milliyetçilik hareketleri birbiriyle iç içe geçmiştir. Rusya’nın bir hedefi de Balkanlar ve Balkanlarda yaşayan Hıristiyan Ortodokslardır. Rusya kendisini Osmanlı topraklarında yaşayan Ortodoksların hamisi ilan etmiştir. Bunun sonucunda gelen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında, yani 93 Harbi’nde, savaşın önemli cephelerinden biri Edirne ve Balkanlar olmuştur. Osmanlı Devleti çok ağır bir yenilgi almış ve Rus birlikleri Yeşilköy önlerine kadar gelebilmiştir. Avrupa Devletleri Rusya’nın bu hakimiyetini kaldıramayacaklarına karar verip, Osmanlı yanında yer almaya karar verince Ayastefanos ve ardından Berlin Antlaşmaları imzalanmış. Osmanlı yıkılmaktan kurtulsa da Balkanlarda büyük toprak kayıpları yaşamıştır. Balkanlar üzerinden gelen düşman ordularının ciddi bir direnişle karşılaşmadan başkent İstanbul’a kadar gelmesi, Osmanlı yönetimini Edirne’de savunma hattı oluşturmaya sevk etmiştir. Rus Birlikleri Edirne ötesine geri çekilince Osmanlı Edirne’nin savunmasının güçlendirilmesi gerektiğini anlamış ve tabyaların inşasını hızlandırmıştır. Bunun üzerine şehirde en büyüğü Hıdırlık olmak üzere tabyalar inşa edilmiştir (tabyaların sayısı kimi kaynakta 24 kimisinde 30 tane olarak verilir).

Hıdırlık Tabya, 1886-1888 yılları arasında inşa edilmiş ve Osmanlı Devleti ile Balkan devletleri (Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan, Karadağ) arasında 1912-1913 yılları arasında yapılan Balkan Savaşları’nda ünlü Edirne savunmasının karargah binası olarak kullanılmıştır. Balkan Savaşı sırasında Edirne, Bulgar ordusu tarafından uzun süre kuşatılmış ve Şükrü Paşa şehrin savunmasını yapılan bu tabyalardan yönetmiştir. Şükrü Paşa’ya 2-3 hafta dayanması ve sonra geri çekilmesi emri verildiği halde kendisi ve askerleri bir destan yazarak yaklaşık 5 ay süren direnişten sonra Edirne’yi teslim etmiştir. Son mermisine kadar da savaşmıştır. Daha sonra II. Balkan Savaşı sırasında Edirne geri alınmıştır. İşte Hıdırlık Tabyası, diğer Edirne Tabyaları yanında, askeri savunma tarihinin en önemli savaşlarından birinin verildiği bir tabyadır.

Hıdırlık Tabyası’nın bulunduğu yerden Edirne’nin çok güzel bir panoramik görüntüsünü alabiliyorsunuz. Burası şehrin en yüksek tepe noktası ve bu nedenle hava soğuk olabiliyor. Özellikle kışın giyim anlamında önlemlerinizi almanızı tavsiye ederim.

Tabya müze kartla ziyaret edilebiliyor. Kemerli bir kapıdan geçerek avluya giriyorsunuz. Civarda o dönemlerden kalma irili ufaklı toplar bulunuyor. Yapı kompleksi nizamiye, koğuş binası, topçu odaları, topçu bataryaları, hendek ve avludan oluşuyor. Hıdırlık Tabya ve Balkan Tarihi Müzesinin teşhir-tanzim çalışmalarında taşınmazın restorasyonu sırasında açığa çıkan buluntu ve tabyanın faal dönemini yansıtan materyallerin sergilenmesi amaçlanmış.




Önce tabyanın ana binasına girdik. Burada sizleri Edirne’yi son mermiye kadar savunan Şükrü Paşa heykeli karşılıyor. Sonra savunmalar, savaşlar ve tabyalardan yaşam hakkında bilgilendirici belge, obje ve balmumundan heykellerin bulunduğu bölümleri ziyaret ediyorsunuz.




Aşağıdaki dehlizlerden kaydettiğim videoda duyacağınız gibi, hoparlörlerden sürekli olarak bomba, tüfek sesleri ve insan çığlıkları duyuluyor. Bu ortam gezdiğiniz yerin sıradan bir gezi yeri olmadığını, bir zamanlar bu siperlerde kahramanlıklar yaratıldığı kadar, gencecik canların da yitip gittiğini anlatıyor.



Müze içinde bizleri çok şey etkiledi ama en çok etkilendiklerimizden biri de aşağıda fotoğrafta gördüğünüz tahtadan küçük bir fıçı matara oldu. Bu mataranın ilginç bir öyküsü var. Osmanlı döneminde savaşlarda ağır yaralı ve ölmek üzere olan askerlere hekimler şehit olmadan önce ağızları tatlansın diye omuzlarında asılı bu küçük fıçıdan zemzemle hazırlanan bir şerbet içirirlermiş. Bu şerbeti içen askerin yaşama şansının olmadığı da buradan anlaşılırmış. “Şehadet Şerbeti içmek” terimi de buradan geliyormuş. Savaş hiçbir zaman iyi olmamıştır.

Daha sonra topçu bataryalarının bulunduğu bölümleri tek tek gezdik. Her bir odada bir konu işlenmiş ve özenle düzenleme yapılmış. Projenin sahibi Edirne Valiliği, uygulaması ve finansmanı ise Edirne İl Özel İdaresine ait. Alanın düzenlenmesinde tarih, sanat tarihi ve mimarlık alanlarında akademik danışmanlığı Trakya Üniversitesi vermiş, denetimi de Kültür ve Turizm Bakanlığı yapmış. Sonuçta iş birliği ile müzeciliğin en güzel örneklerinden bir tanesi ortaya çıkarılmış. Edirne gezinizin olmazsa olmazlarından bir tanesi Hıdırlık Tabyası gezisi olmalıdır.

Daha sonra bir başka önemli müzeyi daha gezdik; Sultan II. Bayezid Külliyesi. 1488 tarihinde Fatih Sultan Mehmed’in oğlu olan II. Bayezid’in yaptırdığı Külliye içinde cami, tıp medresesi, darüşşifa (hastane), tabhane (küçük misafirhanelerin bulunduğu konaklama mekanı), imarethane (yoksulların ücretsiz doyurulduğu kısım), hamam, değirmen, mehterhane, sübyan mektebi ve depolar bulunuyordu. Ayrıca Tunca Nehri üzerinden geçen ve mimarının Mimar Hayrettin olduğu söylenen taş köprü de (II. Bayezid Köprüsü veya İmaret Köprüsü) bulunuyor.

Külliyede yüzyıllar boyunca tıp öğrencileri yetiştirilmiş, hastalara şifa dağıtılmış, ihtiyaç sahipleri doyurulmuş. Külliyenin, İslam aleminin en saf ve yalın anlatımlı camilerinden biri olarak kabul edilen camisi önemli bir ibadet yeri olmuş, tabhanesinde ise misafirler ağırlanmış.

Gezimizde önce külliyenin bütünü hakkında bilgilendirildik. Sonra da sırası ile Tıp Medresesi ve Darüşşifa bölümünün gezisine başladık.

Darüşşifa kısmı dönemin en önemli sağlık merkezlerinden birisi olmuş. Kuruluşunda her türlü hastalara hizmet vermiş. Kuruluş vakfiyesinde hastanenin personeli sayılırken 2 cerrah ve 2 göz doktorundan da söz edilir. Yani dönemi için büyük bir sağlık kuruluşu olarak kabul edilebilir.

Daha sonraki yıllarda şifahane, ruh hastalarına yönelik hizmet vermeye başlamış ve hastalar dönemin tıbbi bilgi ve ilaçlarının yanı sıra, su sesi, musiki, güzel kokular ve çeşitli faaliyetlerle tedavi edilmişler.



Uzun yıllar boyunca hastalara şifa dağıtan bu şifahane, 1850’li yıllardan sonra sadece ruh hastalarının tecrit edildiği bakımsız bir kurum haline gelmiş. Bina bir yandan bakımsızlıktan diğer yandan yatağı dolan Tunca Nehri’nin taşkınları sonucu büyük zararlar görmüş. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı esnasında Edirne işgal edilince, buradaki hastalar İstanbul’a gönderilmiş. 1896 yılında darüşşifa onarım görmüş ve ruh hastalarının tecrit ve tedavilerinde bir süre daha kullanılmış. 1910 yılında bir onarım daha gerçekleştirilmiş. Hastanenin 1916’lara kadar açık olduğu biliniyor ancak sonradan kaderine terk edilmiş. Yıkılmaya ve yok olmaya yüz tutmuş.

1950 yılında Edirne’ye Sıtma Bölge Başkanı olarak gelen Dr. Ratip Kazancıgil Darüşşifayı gezdikten sonra kubbelerinin yıkılmış, kurşunlarının sıyrılmış, bahçelerin dikenlik içinde olduğunu görmüş ve rapor etmiş. Darüşşifanın müze haline getirilmesi fikri aslında 1973 yılında Prof Dr Süheyl Ünver tarafından dile getirilmiş ve sonradan Edirne İl Sağlık Müdürü olan Dr Ratip Kazancıgil’le birlikte bu fikri olgunlaştırmaya çalışmışlar.

Sonrasında yine Trakya Üniversitesi ve İdari Yönetimler işbirliği devreye girmiş. Külliyenin, camii hariç diğer bölümleri Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1984 yılında Trakya Üniversitesi’ne devredilmiş. Bir süre Trakya Üniversitesi Edirne Meslek Yüksekokulu’nun Restorasyon ve Duvar Süsleme Bölümleri burada eğitim ve öğretimini sürdürmüş.

Darüşşifanın, Trakya Üniversitesi bünyesinde Sağlık Müzesi’ne dönüştürülmesi çalışmalarına 1993 yılında başlanmış ve 1997 yılında müze olması resmileşerek Trakya Üniversitesi, Sağlık Müzesi olarak açılışı yapılmış. Tasarım ve Sanat Yönetmenliği yardımları alınarak bu bölüm tarihine uygun bir şekilde mankenlerle canlandırılmış.


Sağlık Müzesi Avrupa Konseyi 2004 Yılı Müze Ödülü’nü almış. Bu ödülü almasında en büyük etken Sağlık Müzesi’ndeki düzenlemelerin hepsinin amaca ve araca uygun olarak yapılması olmuş. Burada amaç bir dönemin sağlık uygulamalarının sergilenmesi bu işte araç ise Darüşşifanın fiziki yapısı. Avrupa Müzeler Birliği bu müzeye “Yaşayan Müze” adını vermiştir.

Müze Darüşşifa, Tıp Medresesi ve İmaret olmak üzere 3 bölümden oluşuyor. Darüşşifa, Sağlık Müzesi’nin ilk ve en önemli bölümü. Birinci avlu, ikinci avlu ve şifahane kısımları mevcut.



Şifahane, tarihteki hastane yapıları içinde gerek mimari ve gerekse tıbbi uygulamalar açısından çok önemli bir yere sahip. Merkezi hastane yapıları içinde de bir öncüdür ve benzerlerine batıda ancak 200 yıl sonra rastlanıyor. Osmanlı’nın en meşhur hekimleri bu sağlık yurdunda görev yapmış. Dönemin hekimlik bilgilerinin yanı sıra musiki, su sesi ve güzel kokuların da tedavide kullanıldığı bu bölümde ziyaretçilerin tıp tarihinde bir zaman yolculuğuna çıkmaları amaçlanmış. Darüşşifanın akustik yapısındaki mükemmellik, çalınan dönemin musiki nağmeleri ve ortadaki şadırvandan akan suyun çıkardığı ses, bugün bile ziyaretçileri derinden etkileyen bir ortam yaratmaktadır.

Müzenin ikinci bölümü Osmanlı tarihinin en önemli eğitim kurumlarından biri olan Medresetü’l Etıbba denilen tıp medresesi bölümüdür.

Talebeler geçmişte bu yapıda usta çırak ilişkisiyle tıp eğitimi görür, öğrendikleri bilgileri hemen yanı başındaki Darüşşifada uygulamaya geçirirlermiş.




2008 tarihinde medrese bölümü ”Tıp Medresesi” adı ile ziyarete açılarak müze yeni bir bölüme daha kavuşturulmuş. Tıp Medresesi, Sağlık Müzesi’ni daha önemli bir noktaya taşımış. Bu çalışma ile 15. yüzyıldaki tıp medresesi ve ders ortamı mankenlerle canlandırılmış ve dönemin hekimlik eğitiminin bilinmeyen yönleri vurgulanmış. Özellikle grupta benim gibi doktor arkadaşlar ortamdan etkilendiler.

Müzenin ziyarete açılan üçüncü ve son bölümü ise İmaret Bölümü’dür. Yakın sayılacak bir tarihte, 2020 yılında ziyarete açılmıştır. Geçmişte hasta yakınlarının, külliye personelinin ve fakir fukaranın doyurulduğu bu tarihi yapının içinde Osmanlıdaki imaret kültürü canlandırılarak, ziyaretçilere farklı ve etkileyici bir atmosfer sunulmaya çalışılmış ve çok da başarılı olunmuş.

Bu müzenin her 3 bölümündeki balmumu heykeller çok güzel yapılmış. Tasarımları harika, dönemin giysileri ve dekoru birbirlerini çok bütünlüyorlar.



Son olarak külliyenin camisini gezdik. Camiyi de külliyenin diğer bölümleri gibi Mimar Hayrettin yapmış. Dört duvar üstüne oturtulmuş 22 metre çapındaki tek bir kubbeli bir cami. Avlu kenarlarında 22 kubbeli bir revak ve ortasında üstü açık bir abdest şadırvanı yer alıyor.

Caminin, 17 mermer sütun içinde yer alan hünkar mahfilinin, Osmanlı cami mimarisinde yapılmış ilk mahfil olduğu kabul ediliyor.




Daha sonra aracımızla Saray-ı Cedid-i Amire yani Yeni Saray bölgesine gittik. Yeni Saray’a Tunca Sarayı, Hünkâr Bahçesi Sarayı, Edirne Saray-ı Hümayunu gibi isimlerde takılmış. Sarayın mimarı tanıdık bir isim; Üç Şerefeli Cami’nin de mimarı olan Muslihuddin. Sarayın inşa emrini II. Murat vermiş ama bitirilmesi Fatih Sultan Mehmed zamanına kısmet olmuş. Daha sonraları gelen sultanlar saraya yapılar eklemişler. Ancak bu sultanlar arasında sarayın gelişmesine en çok emek harcayan IV. Mehmed (Avcı Mehmed) olmuş. Sultan IV. Mehmed Edirne Sarayını çeşitli yapılarla en ihtişamlı noktasına ulaştırmış.

Sarayın acı sonu nedeniyle elimizde sağlıklı belge, çizim ve fotoğraf sayısı çok azdır. Elde bulunan tek belge, Dr. Rıfat Osman Bey’in çizdiği ve Sayın Kazancıgil’in kitaplaştırdığı yukarıda gördüğünüz “Edirne Sarayı Yerleşim Planı”dır.

Bugün saraydan geriye pek bir şey kalmamış. Ancak burası zamanında geniş bir alan üzerinde kasırlar, daireler ve hizmet binalarından oluşan ve Topkapı Sarayı’ndan daha büyük bir saraydı. Topkapı Sarayı’nın kapladığı alan 700.000 m2 iken, Edirne Yeni Saray’ın kapladığı alan 3.000.000 m2‘yi buluyordu. Saray duvarlarının etrafı yaklaşık 3 metre yüksekliğindeki duvarlarla çevriliydi.

Fatih Sultan Mehmed’in Osmanlı başkentini İstanbul’a taşıyıp, Topkapı Sarayında yaşamasından sonra bile Edirne Sarayı önemini kaybetmemişti. Padişahlar geniş bahçesi nedeni ile bu saraya avlanmaya gelirlermiş. Saray, çeşitli dönemlerde defalarca onarılmış ve Balkan coğrafyasının kaynadığı 1870’li yıllarda bodrum katları (mahzenleri) cephane deposu olarak kullanılmaya başlanmış.

1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rusların Şıpka’yı geçerek Edirne’yi işgal etme ihtimali doğduğunda, silahların Rusların eline geçmemesi için dönemin Edirne Valisi Cemil Paşa ve Ordu Komutanı Ahmet Eyüp Paşa’nın emriyle cephanelik ateşe verilerek saray havaya uçurulmuş. Saray günlerce yanmış.

Bu olayın ardından o güzelim Edirne Sarayı tamamen yangın yerine dönmüş, harabe haline gelmiş. Sarayın değerli yapı malzemeleri, çinileri, çeşmeleri ve sebilleri yağmalanmış. Bir de her dönemde olduğu gibi kadir kıymet bilmezlik, ecdada ve emanetlerine saygısızlık da ortaya çıkmış. Kıymetli saray çinilerinin konsoloslarca ülkelerine götürülmesine göz yumulmuş. Hatta Rıfat Osman Bey’in kaydına göre, 27 sandık dolusu çok değerli çini ve seramikler İngiliz Kraliçesi’ne hatıra olarak gönderilmiş. Daha sonra saray alanı adeta bir taş ocağı haline gelmiş ve taşları yağmalanmış. Bu satırları yazarken bile içim daralıyor ama sonunda Edirne Sarayı, Milli Saraylar listesinde “ören yeri” olarak gösterilir hale gelmiş.

Edirne Yeni Saray hakkında Trakya Üniversitesi Tıp Tarihi ve Tıbbi Deontoloji Öğretim Görevlilerinden Sayın Nilüfer Gökçe’nin yazılarından faydalanarak bir derleme yapabildim. Günümüzde Bahçeşehir Üniversitesi Edirne Sarayı bölgesinde kazı çalışmaları yapıyor. Bazı kullandığım fotoğrafların kaynağı ise onların sayfası.

Ancak bu muhteşem saray hakkında bilinenler ve eldeki belgeler o kadar yetersiz ki! Biz oradayken restorasyon alanına giremedik. Ancak parmaklıklar arasından fotoğraf alabildik.

Osmanlı sarayları temel olarak 3 bölümden oluşurdu; “Birun” Osmanlı saray teşkilatında “dış saray” olarak adlandırılan kısımdır. Yönetici ve önemli saray çalışanlarının bulunduğu, devletin idari ve hizmet bölümüdür. Devletin en yüksek yönetim organı olan ve önemli kararların alındığı Divanı Hümayun toplantıları buradaki yapıda olurdu. Enderun (İç Saray) denen kısım sarayın eğitim ve yönetici yetiştirme bölümüydü. Devşirme sistemiyle alınan öğrenciler, has oda ağaları, saray görevlileri, geleceğin devlet adamları (sadrazam, vezir vb) burada ki yapılarda bulunur ve yetiştirilirdi. Bir bölümden diğerine geçiş şatafatlı kapılardan (Bab-ı Hümayun ve Babüssaade gibi) olur ve geçişler önce bir meydana açılırdı. Sarayın diğer bir bölümü ise “Harem” kısmıdır. Burası Padişahın özel hayatının geçtiği bölümdür. Burada Valide Sultan, padişahın eşleri (Kadın Efendiler), şehzadeler, cariyeler, kız ağası (Harem’in en yetkili görevlisi) harem ağaları bulunurdu. Edirne Sarayı’nda da bu temel korunmuş. Topkapı Sarayı ile karşılaştırıldığında Edirne Sarayı’nda bölümler daha geniş alana yayılmıştı. Hasbahçeler, kayıkla da gezilebilen Tunca Nehri Bahçeleri, Tavuk Ormanı gibi hassa avlakları, Bülbül Korusu, gül ve meyve bahçeleri ile saray mutfağı için bostanlar da Edirne Sarayı’nı Topkapı Sarayı’ından ayıran diğer özelliklerdi.

Saraya ulaşan iki köprü mevcut. Şükürler olsun ki onlar günümüze ulaşmışlar! Köprülerden birisi Kanuni Köprüsü. Adından da anlaşılacağı gibi Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılmış ve mimarı da Sinan. Şehir merkezi ile Saray’ın Hasbahçesi’ni birbirine bağlıyor. Köprü 4 gözlü ve uzunluğu 60 metre genişliği ise 4,5 metredir.


Köprüyü geçince solunuzda Mimar Sinan yapımı su terazisi ve Kakava Şenlikleri’nin yapıldığı alan bulunuyor. Sağ taraf ise Kırkpınar Yağlı Güreşleri Er Meydanı arenasına gidiyor.



Yeri gelmişken Kırkpınar Yağlı Güreşleri Er Meydanı hakkında da bilgilenelim. UNESCO 2010 yılında bu alanda yapılan güreş müsabakalarını “Kırkpınar Yağlı Güreş Festivali” adıyla İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası Listesi’ne kabul etmiştir. Yağlı güreş müsabakaları geleneksel kabule göre 1361 yılından beri düzenlenmektedir. Bu nedenle dünyanın halen devam eden en eski spor organizasyonlarından biri sayılır.

Kırkpınar yağlı güreşleri ile ilgili birçok söylenceye rastlayabilirsiniz. Bunlardan en yaygın olanı da şöyledir; Rumeli’nin fethi sırasında Orhan Gazi’nin oğlu Süleyman Paşa birkaç kaleyi ele geçirir ve sonrasında 40 akıncısı birlikte Edirne civarını keşfe çıkarlar. Bu birlik keşif sonrası geri dönerken, bugün Yunanistan sınırları içerisinde kalan Samona (bugünkü adı Ammovouno) adlı bir yerde mola verir ve askerler güreşe tutuşurlar. Bunlardan ikisi birbiri ile yenişemezler. Daha sonra iki güreşçi bir Hıdırellez gününde (6 Mayıs) yeniden güreşe tutuşurlar. Güreş sabah erkenden başlayıp gece yarısı iki güreşçinin ölümüne kadar sürer.

Bu iki kardeş, arkadaşları tarafından orada bulunan bir incir ağacının altına defnedilirler. Yıllar sonra arkadaşları aynı yere tekrar geldiklerinde İki pehlivan arkadaşlarının gömülü oldukları yerde temiz ve gür pınarların şırıl şırıl aktığını görürler. Bunun üzerine o yer “Kırkpınar” olarak adlandırılır ve böylece Kırkpınar Yağlı Güreş geleneği başlar.

1361 yılında Edirne’yi feth eden Murad Bey verdiği emir ile aynı yılın yazında kırk yiğit akıncı anısına bir güreş müsabakası düzenler. Bu düzenlenen güreş, “Kırkpınar Güreşleri” adıyla tarihe geçmiştir. Bundan sonra her yıl Hıdırellez günü Kırkpınar Güreşleri’nin yapılması gelenek haline dönüşür. Lozan Anlaşması sonrasında Samona sınırlarımız dışında kalınca, güreş müsabakaları önce Kapıkule’ye yakın Viran Tekke’de ve daha sonra da Sarayiçi’nde bugünkü yerinde yapılır olmuş.

Kırkpınar Yağlı Güreşleri Er Meydanı, her yıl temmuz ayı başında belirlenen bir tarihte güreş müsabakalarına tanıklık ediyor. Pehlivanlar, er meydanında 3 gün boyunca mücadele eder, son gün yapılan finallerde her kategoriye göre birinci, ikinci ve üçüncü belirlenir. Ata sporumuz olan güreşte, rakiplerini yenerek şampiyon olan güreşçi “başpehlivan” ünvanını alır ve gelecek sene yapılacak güreş müsabakalarına kadar “Türkiye Başpehlivanı” olarak kalır. Üç yıl süreyle başpehlivan olmayı hakedenler altın kemerin sahibi olur.

Kırkpınar Güreşlerinin en ilginç yönü Kırkpınar ağalığıdır. Eskiden de güreş müsabakaları ağanın denetiminde yapılırmış. Ağalar pehlivanları çağıran, yarışmaları düzenleyen, gelen konukları ağırlayan, yemek ve yatacak yerlerini temin eden, örf ve adetlere uygun olarak güreşlerin yapılmasını sağlayan, ödüller veren ve güvenlik düzeni alan yetkililerdir. Kırkpınar Ağalığı açık arttırma usulü ile elde ediliyor. Açık arttırma güreşlerin son günü yapılıyor. En yüksek bedeli veren kişi Kırkpınar Ağası olur. Üç yıl üst üste Kırkpınar Ağalığı’nı kazanan altın kemerin de sahibi oluyor. Altın kemeri alabilen başpehlivan ve ağaların heykelleri de yukarıda fotoğraflarını paylaştığım gibi arenanın önündeki meydana dikiliyor.

Kırkpınar ağalığını yüklenen kişiler mart ayı başından itibaren köylere, kasabalara, şehirlere “Mühürlü Kırmızı Dipli Mumlar” göndererek panayırın ne zaman açılacağını, güreşlerin hangi tarihte yapılacağını bildirirlerdi. Kırmızı dipli mumlar köy ve kasabaların kahvelerinin yüksekçe bir yerine asılır, böylece herkes Kırkpınar’a davet edildiklerini anlarlardı. Bu mumun bir heykeli de Kırkpınar Er Meydanı karşısında, başpehlivanlar ve Kırkpınar ağaları heykellerinin yanında bulunuyor.

Kırkpınar Yağlı Güreşleri Er Meydanı karşısında Adalet Kasrı ve hemen arkasında da Fatih Köprüsü bulunuyor. Edirne Sarayı’nın sağlam kalan tek binası olan Adalet Kasrı, Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1561 yılında Mimar Sinan’a yaptırılmış. Zeminle beraber dört katlı olup, üst katında mermer fıskiyeli bir havuz bulunurmuş. Döneminde, Divan-ı Hümayun (Bakanlar Kurulu) ve Yargıtay olarak kullanılmakta olduğu yazılsa da bu kısım biraz tartışmalı. Rivayete göre Sultan Süleyman imparatorluğun kanunlarını burada yazmış. Kasrın önünde iki taş var. Bunlardan sağdaki, “Seng-i arz“, halkın değerlendirilmesi için dilekçelerini üzerine bıraktığı taştır. Soldaki, “Seng-i İbret“‘te ise ölüm cezasına çarptırılanların kesik başları sergilenirdi.


Adalet Kuleleri sadece Edirne Sarayı’nda değil Topkapı, Dimetoka, Manisa gibi diğer saraylarda da vardır. Bu kulelerin çok önemli bir simgesel değeri vardır. Çok uzun bir dönem şehrin hemen her noktasından görülen bu kuleler, “Adalet buradan dağıtılıyor” anlamını taşıyorlar.

Fatih Köprüsü 1452 yılında Fatih Sultan Mehmet Han tarafından yaptırılmıştır. Sarayiçi’ni Balkan Şehitliği yönünden bağlayan köprüdür. “Hasbahçe Köprüsü”, “Cephanelik Köprüsü”, “Süvari Köprüsü” diye de isimlendirilmiştir. Üç gözlü köprünün orta gözü büyük, diğer ikisi daha küçük olarak yapılmış. Orta gözün iki yanında sel kıranlar ve tahliye gözleri mevcut. Padişahların ya da saray eşrafının nehir üzerinden kayıklarla 2. Bayezid Köprüsü civarında karaya çıktıkları ve 2. Bayezid Külliyesi’ni bu yolla ziyaret ettikleri kaynaklarda aktarılıyor.

Edirne Sarayı kazı ve restorasyon çalışmaları bir plan dahilinde devam ediyor ve alanın geri kalan kısmını 2025 yılı aralık ayında ziyaret edemedik. Cihannüma Kasrı (Padişah Kasrı), Kum Kasrı Hamamı, Saray Mutfakları (Matbah-ı Âmire), Bab-ı Hümayun ve Saray Kapılarının restorasyon çalışmaları halen devam ediyor. Padişahın devlet adamlarını kabul ettiği yer olan Arz Odası’nın temelleri bulunmuş ve çalışmaları daha başlardaymış. Bana en azından 5 yıl kadar daha Edirne Sarayı’na tel örgüler arkasından bakarız gibi geliyor.
Neyse, bekleriz! Yeter ki planlanan program dahilinde aslına uygun ve güzel bir restorasyon yapılabilsin..
Bu yazımla kısa Edirne gezimizin anlatımını bitirmiş oldum. Eminim ilgilenen için faydalı olacaktır.
Sende keşfedilmeyi bekleyen bu kadar çok hazine oldukça biz seni bundan sonra da ziyaret ederiz sevgili Edirne..
Gezekalın
Dr Ümit Kuru
18.12.2025

































































































































































































